Halkın yaratıcılığı ve kolektif üretim gücü
Gerçekliği hem üretim biçiminde hem de halkla kurduğu ilişkide yatan sosyalist sanat, halkı özneleştirerek kolektif yaşamın ve yaratımın imkanlarını açığa çıkarır.
Gerçekliği hem üretim biçiminde hem de halkla kurduğu ilişkide yatan sosyalist sanat, halkı özneleştirerek kolektif yaşamın ve yaratımın imkanlarını açığa çıkarır.
Sanat, toplumsal gerçekliğin bir aynası olduğu kadar onu dönüştürme potansiyeline de sahiptir. Sosyalist sanat bu noktada yalnızca estetik bir arayış değil, halkın tarihsel mücadelesinin bir parçası, bir ifade biçimi, bir örgütlenme aracıdır. Kapitalist üretim ilişkilerinin bireyciliği kutsadığı bir dünyada sosyalist sanat, halkı özneleştirerek kolektif yaşamın ve yaratımın imkanlarını açığa çıkarır. Bu bağlamda, sosyalist sanatın gerçeği, onun hem üretim biçiminde hem de temsiliyetinde halkla kurduğu ilişkide yatar.
Sosyalist sanat, halkı yalnızca temsil edilen bir figür olarak değil, sanatın öznesi ve üreticisi olarak görür. Bu anlayış, elitist sanatın karşısında yer alır; galerilere, piyasalara hapsolmuş estetik nesneler yerine, doğrudan yaşamla iç içe geçmiş, gündelik deneyimi işleyen ve dönüştüren bir sanat anlayışıdır. Burada sanat, yalnızca eğitimli sınıfların ayrıcalığı olmaktan çıkar; köylünün, işçinin, kadının, gencin sesi haline gelir.
YAŞAMA SANATSAL MÜDAHİL OLMA HAKKI
Bu yönüyle sosyalist sanat, halkın kendi yaşamına sanatsal biçimde müdahil olma hakkını savunur. Meksikalı muralistler – özellikle Diego Rivera – bu anlayışın sembolüdür. Rivera’nın devasa duvar resimleri, halkın tarihini halka anlatmak için bir araç olarak kamusal alanı dönüştürür. Yalnızca büyük isimlerde değil, anonim halk ressamlarında da bu anlayışın izleri görülür. Sovyetlerdeki “Agitprop” trenleriyle kırsala taşınan sanat, köylülerle birlikte üretilen kolektif duvar resimleri; Küba Devrimi sonrası kadınların ve gençlerin katıldığı kültürel üretim atölyeleri; Türkiye’de 1970’lerde “halk için sanat, halkla birlikte sanat” şiarıyla yapılan tiyatro ve resim çalışmaları, hep bu ortak çizgide buluşur.
HALK RESSAMLARI VE ANONİM SANATIN DEĞERİ
Sosyalist sanat, büyük bireysel dehaların değil, kolektif üretimin ürünüdür. Bu yüzden halk ressamlarının – yani akademik bir eğitim almamış ama kendi halk kültüründen beslenerek üretim yapan kişilerin – sanatı çok kıymetlidir. Gürcistan’da Niko Pirosmani, Ukrayna’da Maria Prymachenko, Meksika’da Frida Kahlo’nun annesel ve yerel motifleriyle beslenen işleri, bu “halk içinden gelen” yaratımın örnekleridir. Türkiye’de naif ressamlar arasında yer alan bazı yöresel sanatçılar, köylerin duvarlarına işledikleri motiflerle, geleneksel hikâyeleri sanata dönüştürmüştür. Bunlar, yalnızca figüratif temsiller değil; aynı zamanda belleğin, direnişin ve halk bilgisinin taşıyıcılarıdır.
KOMÜNLER VE KOLEKTİF ÜRETİMİN ÖNEMİ
Sosyalist sanatın gerçekliği, bireyin yalnızca izleyen ya da yorumlayan değil, üreten olarak sürece katılmasıyla tam anlamına ulaşır. Bu bağlamda komünler, yalnızca maddi üretim değil, aynı zamanda kültürel üretim alanlarıdır. Kolektif yaşamın pratiği olan komünlerde, sanat kendiliğinden bir üretim halini alır. 1930’larda Sovyet kolhozlarında kurulan sanat atölyeleri, Çin’in Halk Komünleri dönemindeki taşra tiyatroları, 1970’lerde Latin Amerika’daki köy sinemaları bu üretim biçiminin örnekleridir. Komünlerde sanat, üretim araçlarının olduğu gibi estetik üretimin de ortaklaşmasıdır. Tüketim için değil, dayanışma için; beğenilmek için değil, anlaşılmak ve anlatmak için yapılır. Bu üretimlerin estetik değeri, teknik yetkinliğinden değil, halkın duygu ve deneyimlerine olan sadakatinden doğar.
BUGÜN İÇİN NE ANLAMA GELİR?
Bugünün dünyasında sosyalist sanatın gerçeği, algoritmaların belirlediği kültürel gündemlerin, kişisel markaların ve sanat piyasasının egemenliğine karşı bir duruşta gizlidir. Kolektif atölyeler, mahalle dayanışmalarıyla yürütülen sokak sanatı, işgal evlerinde kurulan tiyatrolar, dijital mecralarda bir araya gelen bağımsız sanat kolektifleri, bu mücadeleyi sürdürmektedir.
Sosyalist sanat, bir çağrıdır: Halkın kendi hikâyesini kendisinin yazması, çizmesi, oynaması, oynamaya davet etmesidir. Gerçeği temsil etmekle yetinmeyip, o gerçeği dönüştürme gücüdür. Bu güç, yalnızca geçmişin anılarında değil, bugünün dayanışma pratiklerinde ve yarının düşlerinde yaşamaya devam etmektedir.