KCK Halklar ve İnançlar Komitesi üyesi Mîrxan Karker, Selefilik ve İktidar İslam’ı üzerine değerlendirmelerde bulundu.
Din adı altında savaşanların bugüne kadar devlete karşı tek bir kurşun bile sıkmadıklarını, çünkü devleti kutsal gördüklerini belirten Mîrxan Karker, şunları söyledi:
“Bu örgütlerin hayali, devleti ele geçirmektir; devlet onlar için kutsaldır. Devleti ele geçirip toplumu baskıyla ve zorla kendi çizgilerine getirmeyi amaçlıyorlar. Bu yüzden demokrasinin en büyük düşmanlarıdırlar.”
KCK Halklar ve İnançlar Komitesi üyesi Mîrxan Karker’in, Selefilik ve İktidar İslam’ına ilişkin değerlendirmeleri şöyle:
"İktidar İslam’ı selefi olarak tanımlanıyor. Bunun tarihine bakmak gerekiyor. Tarihi, Hz. Muhammed’e kadar gidiyor; kendilerini sahabe, tabiîne benzetirler. Ama geçmişleri İbni Teymiyye’ye kadar uzanır; 1200’lerden 1300’lere kadar olan döneme.
İbn-i Teymiyye Harranlıdır. Moğollar döneminde düşünceleri ve fikirleri şekilleniyor. Daha sonra İngilizler Ortadoğu’ya gelince bazı ideologlar ortaya çıkıyor: Muhammed bin Abdülvehhâb, Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh ve Seyyid Kutub gibi isimler ideolojik bir temel oluşturuyor.
Bunlar üç kısma ayrılmışlar; Vahhabi, Cihadi ve Selefi. Aralarında çok az fark var; ama zaman geçtikçe devlet adına savaşan farklı isimler ortaya çıkıyor.
Günümüzde Boko Haram, İhvan-ı Müslim, El Kaide, DAİŞ ve Hizbul-Kontra gibi örgütler biliniyor, Usame Bin Ladin ve Ebubekir Bağdadi zaten savaş taktiklerini kullanmışlardır. En son Abdullah Azzam, savaş doktrinin nasıl yürütüleceğini belirtmiştir.
Önderlik, bu tehlikeyi çok erken gördü ve uyarıda bulundu. Bu yüzden Demokratik İslam damarını geliştirdi. Önderlik, bunun temelini de Medine Sözleşmesi ile ele aldı. Medine Sözleşmesi, İslam muhaliflerine karşı Medine'de birliği sağlamak ve diğer insanların huzurunu temin etmek için ensar ve muhacirler arasında yapılmıştır.
Daha sonra devlet iktidarı geliştiğinde, toplumu korumak için farklı fikirler ve düşünceler ortaya çıkmıştır. Tasavvuf ve tarikatlar bu dönemde gelişmiştir. İbni Arabi, Hallac-ı Mansur, Fahreddin Razi gibi isimler, devlete karşı toplumun kendisini savunmasının temelini oluşturmuştur.
Zaten Kürdistan’da bu durum medreseler aracılığıyla gelişti. Mesela Feqiyê Teyran, Ehmede Xanî, Melayê Batê; ardından Şêx Ubeydullah Nehri ve Şêx Seîd gibi isyancılar ortaya çıktı. Yani toplum tehlikeye girdiği an, onu savunacak; devletten uzak, toplumun yanında olan bir damar ortaya çıkıyor.
Bu sistem, toplumsal komün üzerinden inşa edildi. Önderlik, Demokratik İslam’ı toplumsal damar üzerinden geliştirmek istedi.
SELEFİ SAVAŞLARININ NASIL YÜRÜTÜLECEĞİNİ İKİ KİŞİ BELİRLEMİŞTİR
Boko Haram, İhvan-ı Müslim, Hizbul-Kontra gibi örgütlerin toplumda kabul edilmediği görülünce, toplumsal damara sahip çıkılmaya başlandı.
Mesela; Melayê Batê, Ehmede Xanî, Feqiyê Teyran’ın söylediklerini başta küfür gibi görüyorlardı. Ama baktılar ki toplum onları kabul etmiyor, topluma karışamıyorlar; o zaman kendilerini gizlediler. Buna takiye deniyor. Yani kendilerini farklı bir şekilde gösteriyorlar; topluma karşılar ama toplumun yanındaymış gibi davranıyorlar.
Bu nedenle, son dönemlerde mevlüt okumaları, Şêx Seîd’den, Melayê Batê’den, Ehmede Xanî’den bahsetmeleri, Kürt alimlerini öne çıkarmaları tamamen takiyedir. Çünkü cihadist İslamcılar arasında bu takiye anlayışı çok fazla gelişmiştir. ‘Amacına ulaşana kadar hile de yapabilirsin, takiye de yapabilirsin, kendini de saklayabilirsin’ diyorlar.
Selefi savaşlarının nasıl yürütüleceğini ise iki kişi belirlemiştir.
Biri, İbni Teymiye’dir. İbni Teymiyye, ‘En helal kazanç ganimettir’ diyor. Ganimet nedir? Yani başkasının malına, mülküne el koymaktır. Ortadoğu’da bu durum herkesin gözü önünde yaşandı. İnsanların malına, mülküne el koydular; Şengal’de kadınları esir alıp köle pazarlarında sattılar.
İkincisi ise bombalı saldırılardır; halkın içinde bomba patlatmaları. Mesela Amed’de, Urfa’da, Ankara’da bombalı saldırılar yaptılar. Bunun temelini ise Abdullah Azzam oluşturmuştur.
Abdullah Azzam, toplumu iki şekilde tanımlıyor: Bir, Darü’l-Harb; iki, Darü’l- İslam. Selefilerin kanunlarının geçerli olmadığı yerler Darü’l- Harb’tır. Bu yüzden Abdullah Azzam, ‘Kadın da çocuk da yaşlı da olsa hepsi kafirdir’ der. Ve şöyle devam eder: ‘Bu yüzden aralarına girip eylem yapabilir, hepsini öldürebilirsin.’ Bu temelde bir sistem oluşturmuş.
‘TÜCCAR MANTIĞIYLA YAKLAŞIYORLAR’
Bir diğer nokta ise, tüccar mantığıyla yaklaşıyor olmalarıdır. Mesela, ‘Bu dünyada canımızı verdik, şehit düştük; o zaman öteki tarafta Allah’ın bize cenneti vermesi gerekir’ diyorlar. Hurilerin sayısını bile belirlemişler. Yani savaşa girmelerinin, ibadet etmelerinin hepsi bir hesap üzerinedir.
Bu yüzden, kendilerine karşı olan dokuz yaşından büyük tüm kadınları cariye olarak görüyorlar. Bir savaş çıktığında hemen gidip insanların evlerine, mallarına, mülklerine el koyma, kadınları kendilerine alma ve bazılarını da köle pazarında satma düşünceleri her zaman var. Bu şekilde bir ahlaksızlık geliştirmişler.
Bu nedenle kadınları esir aldılar, kafeslere koyup sattılar. Usame Bin Ladin, Ebubekir Bağdadi, Hizbul-Konta gibi yapılar bu ahlaksızlık üzerinden bir savaş yürüttüler. Kuran’ı kendilerine göre yorumluyorlar, ‘Bunlar bizim için helaldir’ diyorlar. Aklı devreden çıkarıyorlar; bu yüzden ahlaki olmayan şeyler onlar için çok da önemli değil.
Bundan dolayı Ortadoğu’da yürüttükleri savaş, toplumu derinden sarstı. Toplum, ‘İnsanların malı mülkü neden talan ediliyor? Kadınlar neden satılıyor, nasıl tecavüze uğruyor?’ diye tepki gösterdi.
Kadınları, kendilerine fayda sağlayacak bir varlık olarak görüyorlar. ‘Eğer benim için faydalı olursa yanımda olur, olmazsa zaten kovarım’ diyorlar. Bu yüzden Selefilik’te kadının boşanma hakkı yok; sadece erkek boşanabilir. Erkek ne zaman isterse birlikte olur, ne zaman isterse ayrılır. Kadını, ‘malı-mülkü’ olarak görüyor; insan olarak görmüyorlar.
Savaşlarını da hep bu anlayışla yürütüyorlar; toplumun değerlerine göre değil, kendi inançlarının katı ve tekçi kurallarına göre. Selefilere göre, Ehl-i Kitap olanlar Müslümanlar arasında yaşayabilirler; tabii buna izin vermeleri halinde. Ancak Durzileri, Êzidîleri ve Alevileri Ehl-i Kitap olarak bile görmüyorlar. Onları mürted (dinden dönen) olarak görüyor ve haram sayıyorlar.
Diğer dinleri, inançları ve mezhepleri haram görerek onlara karşı verdikleri savaşı meşrulaştırıyorlar. Bundan dolayı, Ehl-i Kitap olarak görmedikleri herkesin malını, mülkünü ve her şeyini kendileri için helal sayıyorlar. Buna karşı kimse mahkemeye gidemez, hakkını savunamaz. Bu yüzden en çok Êzidîlere, Durzilere, ve Alevilere karşı çıkıyorlar. DAİŞ’e bakın; yönünü Ortadoğu’ya verdiğinde en çok bu mezhepteki insanlara saldırdı. İsrail’e ya da kafir dedikleri ülkelere karşı savaşmadı.
Selefiler nerede yaşarsa, nerede silahlanırsa her zaman ezilenleri düşman olarak görüyor; egemenleri hedef almıyor. Mesela, hiçbir zaman Hristiyan devletleri doğrudan hedef almadılar ama toplumları hedef alıyorlar. Özellikle de ‘dinden çıkmış, sapkın olmuş’ dedikleri toplulukları hedef alıyorlar.
‘SELEFİLİK, TOPLUMU CAHİLİYE TOPLUMU OLARAK ADLANDIRIYOR’
Selefilik, zahiri olarak tanınıyor; tasavvuf ise batıni olarak tanınıyor. Batıni anlayış şekilsel değil, maneviyat olarak öne çıkıyor. Mesela, tasavvufun öne çıkardığı değerler Selefilik’te küfür olarak görülüyor. Örneğin, mucize reddediyor, kimsenin şefaat edemeyeceğini savunuyorlar. Tapınakları kutsal görmüyorlar; bu yüzden mabetleri parçalıyor, üzerinden yol geçiriyor, türbeleri patlatıyorlar.
Tasavvufun ya da toplumun kutsal gördüğü şeyleri, İslamiyet karşıtlığı olarak görüp buna karşı bir savaş başlatıyorlar. Tasavvuf, sevgi üzerinden şekilleniyor; dolayısıyla gelecekte cennet gibi bir umudu falan yok. ‘Ben insanlık için yapıyorum, inancım üzerinden bu kültürü geliştiriyorum’ diyor.
Zaten İbn-i Teymiyye, verdiği savaşta iki hedefi esas alıyor: Biri Moğollar, diğeri ise İbni Arabi kültürü. Tasavvufta, dinin yanı sıra bir felsefe de var. Temelinde Hindistan-Çin, Yunanistan, Ortadoğu ve Neolitik Çağ kültürü var. Bir sevgi oluşturuyor.
Mesela Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin bir esminde bir yanında aslan, diğer yanında ceylan var. Bu, aslında barışı sembolize ediyor; aslanla ceylanın birlikte yaşayabileceğini gösteriyor. Bu yüzden tasavvuf, farklı toplumlar arasında bir fark görmüyor. Zaten ‘Kim olursan ol, gel’ sözü var. Bu temelde inşa edilen bir inanç ile selefilerin inancı tamamen birbirine zıttır. Bu yüzden bir savaş yürütülüyor.
Selefiler, bu yüzden toplumu cahiliye toplum diye adlandırıyor. Yani, toplumu cahil olarak görüyorlar. Cihadist Selefiler, ‘Buna karşı bir şey söylemeli ve kafirlere karşı mücadele etmeliyiz’ diyor. Tekfirci Selefiler ise, ‘Hayır cehalet mazeret değildir. Bunlar direkt kafirdir. İslamiyet’in hükmünü beğenmiyorlar; bu yüzden onlara karşı mücadele edilmelidir’ diyerek daha katı bir tutum sergiliyorlar.
Kendilerine ‘Fırka-i Naciye’ diyorlar. Bu anlayış nedeniyle tekfirci Selefiler, toplumu kafir olarak görüyor ve toplumun kestiği bir koyunu bile yemiyor. Bir iç savaş çıktığında, toplumda kimin malına el koyacaklarını hesaplıyorlar.
Toplum içinde ticaret yapmıyorlar, alışverişi kendi aralarında yapıyorlar. Newroz gibi toplumsal kutlamalara karşıdırlar. Ellerine fırsat geçtiğinde bu gibi kutlamaları da ortadan kaldırırlar. Toplum, onlara göre cahildir ve kafirdir. İktidara geçtiklerinde bu toplumu ‘yola getirmek’ için kendilerine göre bir sistem kuruyorlar. En radikal Selefiler, babaları bile et kesse yemiyor; çünkü onu da kafir olarak görüyor.
Biz Kürtler arasında, şehirde, köyde, aile içinde çeşitli kutsallıklar var. Bayramlarda bir araya geliyoruz; biri hastalandığında ziyaretine gider, cenazeleri birlikte kaldırırız. Yani bir komün yapısı var.
Selefilik ise bireysellik üzerine kuruludur. Çünkü dediğim gibi, savaştığı zaman bile bir hesap yapıyor, ‘Cennete giderim, 72 huri alırım’ diyor. Aile yapıları da bu kültür üzerinden inşa edilmiştir. Sadece kendisini ve ailesini düşünüyor; ancak burada da kızları ve kadınları değil, sadece erkek çocukları düşünüyor.
Bu yüzden Selefilik’te toplumsallaşma yoktur. Kendi aralarında evlenir, aynı yerlerde yaşar, sadece birbirlerinden alışveriş yaparlar. Yaşamları farklı, çünkü toplum içinde yaşayamıyorlar. Toplumun kutsal gördüğü hiçbir şeyi kutsal görmüyorlar.
Kadınlar sadece ev işlerini yapar; evi çekip çevirir, yemek yapar. Zaten Selefilerin kongrelerine, derneklerine veya öncülerine baktığınızda görürsünüz ki aralarında kadın yok; hepsi erkek. Sembolik olarak yer alsalar bile, sistem tamamen ataerkil bir şekilde inşa edilmiştir. Aile kurumu da bu şekilde inşa edilmiştir. Kadın onların gözünde bir ‘mal’dır adeta bir ‘koyun’ gibidir.
‘DEVLET ONLAR İÇİN KUTSALDIR’
İktidar İslamı ve Selefiler, Maide Suresi’nin 44, 47 ve 49’uncu ayetlerini kendileri için delil olarak görürler. ‘Allah’ın hükmünü beğenmeyen kafirdir’ derler. Selefiler arasında devlet kutsaldır. Amaçlarına ulaştıklarında, yani iktidar olduklarında, tüm yolları ve yöntemleri denerler. Hedeflerine ulaşmak için demokrasiyi takiye olarak kullanırlar. Çünkü demokrasi toplumu temsil eder ama onlar bunu bir küfür olarak görürler.
Bu nedenle diktatörlüğe ve kraliyete ‘halife’ derler. Oysa bu yapıların hepsi aslında aynı şeydir. Çünkü tek bir kişi her şeyden sorumludur; kanun da yasa da odur, hüküm de onun elindedir. En büyük hayalleri devleti ele geçirmektir, çünkü devlet onlar için kutsaldır. Devleti ele geçirip toplumu baskıyla, zorla kendi çizgilerine getirmeyi amaçlarlar. Bu yüzden bazen demokrasi adına bir şeyler yapıyor gibi görünseler de demokrasinin en büyük düşmanlarıdırlar.
Kürdistan’daki ve Kürdistan dışında bulunan Selefiler de Özgürlük Hareketi’ni kafir ve mürted bir hareket olarak görüyor. Bize karşı savaşı ise en kutsal savaş olarak tanımlıyorlar. Şengal’de, Bakur’da, 1990’lı yıllarda, Efrîn’de, Kobanê’de bunu açıkça gördük. Fetih Suresi’ni okuyarak bize saldırıyorlardı. Sanki Kürtlerin hepsi kafirmiş gibi davranıp, Kuran ayetleriyle onları ‘yola getirmek’ istiyorlardı.
O dönemde böyle bir propaganda da yürüttüler. Aralarında Kürt olanlara, ‘Neden geldin, neden Kürtlere karşı savaşıyorsun’ diye sorulduğunda, ‘Ben kafirlere karşı savaşmak istiyorum’ diyorlardı. Bu yüzden Kürtlerin malını, mülkünü yağmaladılar, ganimet olarak gördüler, Kürt kadınlarını sattılar, ‘hediye’ ettiler; hatta bazılarının akıbeti hâlâ bilinmiyor. Bakur’da ise şöyle bir propaganda yapıyorlardı. ‘Bunlar Kürdistan’daki Kemalistlerdir’ diyorlardı.
Baktığınızda, mesela Kemalizm, Kemalistler ne yapmıştır? Toplumun inandığı değerleri, laiklik üzerinden yok etmeye çalışmışlardır. Aslında, şeriat adı altında yapılan şeyler de aynıdır. Yani toplumun inancını, tasavvufunu ‘şeriat’ adı altında ortadan kaldırmak istiyorlar. Şeriat adıyla tapınakları ortadan kaldırmak, türbeleri patlatmak istiyorlar.
Esasen baktığınızda, onların yaptığı uygulamalar Kemalistlerin ve diğer despotların uygulamalarıyla aynıdır; tek fark, dillerinin İslamiyet dili olmasıdır. Bu yüzden toplum, bunlara karşı çok dikkatli olmalıdır. Melelerimiz de bu konuda toplumu bilinçlendirmelidir.
Dini kullanan örgütler, hiçbir yerde iktidarlara karşı savaşmamışlardır. 1980’li yıllardan bu yana bir savaş yürütülüyor; Özgürlük Hareketi savaşıyor, ama bu yapılar devlete karşı tek bir kurşun sıkmamışlardır. Tek bir devlet kurumunu hedef almamışlardır. Çünkü amaçları zaten devleti ele geçirmektir.
Baktığınızda, tüm propagandaları ve karalamaları Özgürlük Hareketi’ne yöneliktir. Çünkü Özgürlük Hareketi topluma yol göstermekte, öncülük etmektedir. Önderlik, bir felsefe ortaya çıkarmıştır.
‘KENDİ ÇIKARLARI İÇİN TOPLUMA DÜŞMANLIK EDİYORLAR’
Hareketimizin felsefesi olan ‘bir lokma, bir hırka’ anlayışı aslında İslamiyet’in öz felsefesidir. Mesela bir devrimcimizin, bir gerillamızın silahı dışında hiçbir şeyi yoktur. Hiçbir şeyi kendisi için ya da ailesi için yapmaz; tüm mücadelesi toplum içindir. Yaşadığımız ve yaşattığımız değerler, Demokratik İslamiyet’i inşa ediyor. Bireylerin değil, toplumun çıkarlarını esas alıyoruz.
Dini kullananlar ise tamamen kendi çıkarları için topluma düşmanlık ediyor. Önderlik, derviş gibi yaşamaktan bahsediyor ve bunun bütün örneklerini tarihten alıyor. Kim olursa olsun fark etmez; İslamiyet tarihini de kaynak alıyor. Mesela dervişler nasıl yaşamış? Mal-mülk biriktirmemişler, temel felsefeleri ‘bir lokma, bir hırka’ olmuştur.
Bizde de durum böyledir. Yıllardır devrimci mücadele yürüten arkadaşlarımız var; yaralanmışlardır, bedenlerinde kurşun yememiş yer kalmamıştır, şehitlerimiz olmuştur. Çok büyük bedeller ödedik ama tek bir kişi bile bu mücadeleyi kendi çıkarı için yürütmemiştir.
Zaten din de ahlak üzerinden inşa edilmiştir. Özgürlük hareketi ise tarihte toplum için mücadele edenleri örnek almıştır. Fakat dini kullananlar, Kemalistleri ve kapitalistleri örnek alıyor; ulus devleti esas alıyor ve çok kirli bir dil kullanıyor. İslamiyet üzerinden de bu kirli dillerini temizlemek istiyorlar.
Ama sen yüz şey de söylesen, toplum dönüp dolaşıp pratiğine bakıyor. Toplum bizi de görüyor. Toplum için şehitlerimiz son nefesine kadar savaştı, ‘Mezarıma ‘halkına borçludur’ yazın’ dedi. Bizler bu felsefeye sahibiz. Bu yüzden günümüz Selefileri ne kadar kirli bir dil kullansalar, ne kadar Kemalistlerin, emperyalistlerin, kapitalistlerin pratiklerini sergilerseler de bizim pratiklerimiz karşısında mücadele edemezler.
Ancak toplumun da bu konuda dikkatli olması gerekiyor. Melelerimizin de dikkatli olması lazım: ‘İslamiyet adına Kemalist uygulamalar sergiliyorsunuz’ desinler. ‘Ulus devletlerin, milliyetçilerin, emperyalistlerin çıkarlarını savunuyorsunuz’ desinler.
Mesela alışveriş merkezlerine gidin, onlarca pos makineleri vardır. ‘Biz faize karşıyız’ diyorlar; peki o pos makineleri nedir? Faiz haramdır diyerek faizsiz banka açmışlar, ama kâr payı adı altında yine faiz alıyorlar. Yani söyledikleriyle yaptıkları birbirinden çok farklıdır. Yaşamlarını tamamen kapitalizm üzerinden inşa etmişler; kirli ve toplumdan kopuk bir yaşamları var.
Fakat söylemlerine baktığınızda sanki her biri dervişmiş, alimmiş gibi konuşuyor. Oysa söyledikleriyle yaptıkları tamamen zıt. Toplum da birçok noktada artık bunları dinlemiyor bile. Birçok yerde bunlara ‘sofilok’ diyorlar; ‘zaten beyinleri çalışmıyor, ne dediklerini bilmiyorlar’ diyorlar. Bunlar ne kadar kirli olduklarını göremiyorlar. Fakat inançlı insanlarımız, melelerimiz bunlara karşı ayna tutmalıdır. Onlara bir ayna tutulduğunda, zaten ne kadar kirli olduklarını kendileri de görecektir.
‘TOPLUMUMUZ DEĞERLERİNE SAHİP ÇIKMALIDIR’
Toplumumuz bayramlarına ve değerlerine sahip çıkmalıdır. Mesela mezarlığa gidip bir Fatiha bile okumuyorlar. Oysa bizde, mezarlığa bir ağaç dalı bile düşse kimse o dalı kaldırmaz; kutsaldır çünkü. Toplum neden Mevlid’i kutsal görüyor? Çünkü bakıyor ki kendi dilinde yazılmış, bu yüzden hoşuna gidiyor.
Toplum, alimlerine sahip çıkmalı, on iki alim geleneğini sürdürmelidir. Yine, Önderlik felsefesini esas almalı, kitaplarını okumalıdır. Dünyayı takip etmeli, Selefileri teşhir etmeliler. Özellikle bu meseleyi bilenler, Demokratik İslam’ı geliştireceklerdir. Çünkü İktidar İslam’ı sadece bizim için değil, sadece Kürtler için değil, herkes için tehlikelidir.
Evet, en çok biz bundan zarar gördük. 1990’lı yıllarda satırlarla insanları katlettiler, Şengal’e saldırdılar. Katlettikleri insanların mezarları üzerine tuvalet yaptılar. Böyle kirli bir zihniyete sahipler.
Düşünün ki 80’li, 90’lı ve 2000’li yıllarda ellerinde imkân olmadığı halde bunları yaptılar. Yarın öbür gün iktidarı ele geçirdiklerinde toplum, ne bayramını kutlayabilir ne mevlidini verebilir ne mezarlarını ziyaret edebilir ne de bir Fatiha okuyabilir. Çünkü bu zihniyet, hepsini haram görüyor.
Bu nedenle toplumumuz, melelerimiz ve alimlerimiz bu zihniyete karşı çok dikkatli olmalıdır. Bu zihniyete karşı Demokratik İslam sisteminin temelleri inşa edilmelidir. Êzidî toplumu, Alevi toplumu, Müslümanlar, Dürziler, Yahudiler; herkes tasavvuf felsefesi temelinde bir arada yaşayabilmelidir.
Böyle bir inanç ve felsefe inşa etmeliyiz. Bu da ancak, bu insanların teşhir edilmesi ve toplumdan dışlanmasıyla mümkün olabilir.”