Birkaç yıl önce, BBC Britanyalı çocuklara televizyonu mu yoksa radyoyu mu tercih ettiklerini sordu. Neredeyse hepsi televizyon dedi. Bu, kedilerin miyavladıðını, ölülerin nefes alamadıðını kanıtlamak gibi bir şeydi. Ama radyoyu seçen çok az sayıdaki çocuklardan biri şu açıklamayı yaptı:
Radyoyu daha çok seviyorum. Çünkü radyo dinlerken daha güzel şeyler görüyorum.
***
Diyarbakır Cezaevinin ziyaretleri kabul ettiði kapının hemen sað tarafı bir duvar boyunca uzar. Yaklaşık 3 metre uzunluðunda bir duvarla yetinilmemiş; onun arkasına başka bir duvar eklenmiş. Ve bunların da üzerine eklenmiş koca tel örgüleri. Bakınca insanın kusası geliyor. Anlıyorsunuz ki hayatın sırtına binmiş manevi duvarları yetmiyor devletin. Ondandır bu kadar uðraşa ve senfonik duvar-tel saçmalıklarına girişmesi
Bu cezaevi kapısının saðında ilginç bir durum var. Özellikle de ilginç bir görüntüye dönüşüyor yaz geceleri. Belediye ne zaman yaptı tam hatırlamıyorum, ama bu duvarın tam da dibine uzun ve dar bir park yapılmış. Oturma yerleri ve çim. Geceleri anneler, çocuklar, aileler gidip oturuyor. Gençler veya ayakkabısını çıkarıp uzanmış bir orta yaş aðabeyimiz, elinde telefonu ile duvara yaslanmış harıl harıl bir şeyler anlatırken görmek mümkün.
Garip gelir gelmez bilemem. Ama Amed cezaevinin duvarına bitişik oturup dinlenmek, çekirdek çıtlatmak, çay içmek! Yani nereden bakarsan bak çok ironik bir hal. Bu ironi Kürtün heybesinde taşıdıðı aðır bir tarihin dayanılmaz yetisidir. Acaba bir yakını içeride olan da oraya gidip gece kalıyor mu? Ya da bir anne sırtını o duvara verip içerideki oðlu ile bir telepati kurabiliyor mu? Kuruyor mu? Yavrum buradayım işte diyor mu içinden? Bir anne için ne kadar zordur tahmin edersiniz. Oraya gidip o duvarın dibinde oturmak. Gece dinlenmek!
Ýşte bu duvarın tam da ortasına karalama yapılmış. Bir iki duvar yazısı var. Kırmızı boya ile yazılmış. Bunlardan biri şudur: Gel de yaşa
Yazan ne için yazdı, hangi yaradan sonra yazdı bilmiyorum. Fakat o duvara yazılabilecek en çarpıcı sözlerden biri bu. Çünkü 43. gününe giren ve göz göre göre ölüme terk edilen, sessiz kalınan, üstüne üstlük gerekirse müdahale ederiz sinyalini veren bir vicdanın karşısında herkesin ifade ettiði/etmeye çalıştıðı bir sitemdir gel de yaşa! Çünkü her şey o kadar saçma bir hale evrildi ki, her şey o kadar manasını karnından dışarı görülebilir şekilde atar oldu ki
Alman, Fransız ve Ýngiliz askerlerini bir üçgene alıp düşman eyleyen ve siperlerden amansız bir ateşe tabi tutan Christian Carion, Joyeux Noel filmi ile basit bir soru soruyordu: Savaşın en acımasız yerinde bu insanları yan yana getiremez miyiz? Bunların hislerini aktaramaz mıyız? Kendileri karşı taraf hakkında ne düşünüyor, bunların iletişimini yapamaz mıyız?
Yapabilir miyiz?
Duran Kalkan daha dün açıkladı. Son 30 yılın en çetin dönemini yaşıyoruz dedi. Yani savaşın en acımasız yerindeyiz. Birilerini, ısrarla ve sahip olduðu tüm ideolojik aygıtlarla, diðerlerinden koparmaya çalışanlar ile yan yana yürümekten başka seçeneðin olmadıðını bilenler de kıyasıya bir mücadele içinde. Kendini doðal ve insani hakları için açlıða, ölüme yatıran bedenleri düşündüðümüzde ise karşı tarafın pek umurunda olmadıðı ve manipülasyon ile bunu görünmez kıldıðına şahit oluyoruz. Oysa gerçek veya final hali ile hakikat, gizlenemez, gizlenmiyor. Sistemin gediklerinden kendini özgür kılacak bir gücü var. Ýçeride çocuðu aç bir annenin duvar dibinde ne hissettiði, nasıl ruhani bir iletişim kurduðunu düşünmek bile beni bitiriyor. Arada sadece bir duvar var. Dibine yatarsa, oðlu ile belki sırt sırta gelecek. Duvar yıkılırsa ona elini uzatsa nefes alacak.
Cezaevi duvarında ki o yazının yani Gel de yaşa cümlesinin biraz ilerisinde başka bir söz daha var. O da şöyle diyordu: Kaderimizde Varmış
Gerçekten öyle mi? Yaşamı, uðruna ölecek kadar deðerli gören ve bunu öyle var eden bir erdemin kafa tuttuðu şey gerçekten kader mi? Sanmam. O sadece bize gösterilen bir kılıf. Esnetmek için giydirilmeye çalışılan bir üniforma.
Dinlerken daha güzel şeyler gören çocuðun realitesi ile ölüm haberlerinin beklendiði ve hızla buna sürüklendiðimiz bir güncenin arifesinde gördüðümüz şeyler ne kadar farklı! Dinleyecek birini bulmak ne kadar zor. Ve Babil kulesinin en üst katına çıkmış egosu ile dinleme eylemini ne kadar da küçümsüyor birileri. Ondandır iyi şeyler görememeleri
Süresiz ve dönüşümsüz açlık grevine giren bu insanları dinleyin, dinlemek zorundasınız. Bundan kaçamazsınız
Sartre sonuna kadar haklı, çünkü Soylu ruhlarınız ırkçı