Sabahtan akşama kadar “PKK silah bıraksın, barış olsun” diyenler. “Nerden çıktı askeri çözüm” diye “sitem” edenler. Sizi tanıyoruz. Niyetiniz kulaða hoş geliyor: “Barış” istiyorsunuz. Barış için, hiç üşenmeyip, PKK’nin üslendiði daðlarda, vadilerde, uçurumlarda “barış” arıyorsunuz. Ben sizin kadar cesur, fedakar, samimi, ahlaklı ve namuslu “barış arayıcılarını” hiçbir yerlerde görmedim.
Aferin size...
Yani sizler “barışçı” Türklersiniz. “Barışçı” Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarısınız.
O halde neden “barışı” kendi mahallenizdeki “dükkancınızdan” isteyeceðinize ta Kandillere “ısmarlıyorsunuz”... Kendinizi zora sokuyorsunuz? Neden bu kadar zahmet ediyorsunuz, sað kulaðınızı sol elinizle bile deðil, boynunuzdan geçirdiðiniz sol bacaðınızın ayak parmaklarıyla tutmaya çalışıyorsunuz? Tık nefes oluyorsunuz. Böyle eðri büðrü hallere neden düşüyorsunuz, neden kendi kendinizi yoga yapan Hint Fakiri gibi düðümlüyorsunuz?
Açılın şöyle. Nefeslenin. Barış dediðiniz kuş o kadar uzakta deðil. Aha şuracıkta. Köşeyi döner dönmez tabelasında AKP yazan mahallenizin bakkalı Tayyip efendinin “tezgah altında”. Elinizi uzatsanız tutacaksınız. Yani o kadar yakın işte...
Ben sizin “barışı” çok, ama çok ve çok istediðinizi biliyorum. Barışçısınız. Sulhperversiniz. Barış diye yanıp tutuşuyorsunuz. Ben geçenlerde sınıf arkadaşlarımdan Savaş Namlu’ya yolda rastladım. Kendisi eski solcu, şimdi “liberal” biridir. “Vay Savaş” diye boynuna sarılacaktım, beni iteledi, “benim adım Barış!” Dilimi yutacaktım. Adam 12 Eylül öncesinde “on faşist leşim var” diyenlerdendi.
Anlıyorum. Gerçekten, “barış Kaf Daðı’nın, ya da Kandil Daðı’nın ardında olsa bile git bul” mealindeki “hadis”e uygun davranmak istiyorsunuz. Davranın. Davranın ama, o barış ne Kaf Daðı’nın, ne de Kandil’in ardında. Nah, burnunuzun dibinde.
Numara yapmayın. “Kandil bize barış vermiyor” diye sızlanıp durmayın.
Siz Türkiye Cumhuriyeti’nin mi “üyelerisiniz”, yoksa Kandil’deki KCK’nin mi? Nereye üye iseniz, oradan istesenize barışı... “Kandil barış vermiyor” diye salya sümük sızlanacaðınıza, “Tayyip Erdoðan barış vermiyor” diye baðırıp çaðırsanıza... Kandil sizin babanızın oðlu, teyzenizin kızı mı? Yani siz Kandil’e çok hayransınız ve Kandil’le “içli dışlısınız” da, “nazımız Kandil’e geçiyor, ne edelim mi?” diyorsunuz? Numara yapıyorsunuz. Kandil’i günahınız kadar sevmiyorsunuz, ama durup durup, “Kandil bize barış ver” diye maskaralık yapıyorsunuz.
Siz barışı nerde kaybettiniz? Kandil’de mi, yoksa kendi mahallenizde mi?
Mollanın biri bakmış, Hoca Nasreddin sokak lambasının dibinde, iki büklüm eðilmiş, yolda bir şeyler arıyor. Sormuş:
“Ya Nasreddin, orada öyle ne arıyorsun?”
“Evin anahtarını düşürdüm de onu arıyorum.”
“Orada mı düşürdün anahtarını?”
“Yok, nah şu karanlık sokaðın ortasında düşürdüm.”
“Bre Nasreddin, insan anahtarını düşürdüðü yerde arar, sen niye burada arıyorsun ki”
Nasreddin Hoca, Mollanın suratına bakmış bakmış, sonunda şöyle demiş:
“Hey ahmak Molla, anahtarı karanlıkta nasıl bulayım, burası aydınlık ondan burada arıyorum”...
Belli oluyor. Siz Nasreddin Hoca’nın torununun torunu Türklerdensiniz. Onun gibi yapıyorsunuz. “AKP mahallesi numara doksan ya evde yoksan hanesinin” önünde kaybettiðiniz “barışı”, o mahallenin sokak “ampulleri” patlak ve mahalle “karanlık” olduðundan, “güneşin” aydınlattıðı Kandil Daðı’nda arıyorsunuz... Bir fıkranın böyle gerçek olmasına insanlık tarihi hiçbir dönemde şahit olmamıştır. Sizi tebrik ediyorum... Şimdi Barış olan Savaş Namlu bana dedi ki, “boş konuşma, Başbakan barış veriyor, yeter ki, sen ona inan ve ondan iste...”
Şaşırdım. “Şartı ne peki?”
“Cüzdan meşin, para peşin... Yani önce silahını gömeceksin, sonra anadilde eðitimden vazgeçeceksin, özerklik demeyeceksin, Kürtçe bile deðil, ‘yerel dillerde ve lehçelerde’ seçmeli ders alacaksın... Başbakanımızla hayvan pazarlarında olduðu gibi el sıkışacaksın ve kaptıðın gibi barışı evine gideceksin...”
Beni bir gülme tuttu, sormayın. Savaş-Barış ayrılıp, giderken şöyle dedi: “Ucuz barışı görünce gülersin elbette”... Haklı... Böyle “ucuz barış” görülmemiştir... “Ucuz” bile deðil, “bedava”...
Böylece bir “Pazar sohbeti”miz de burada bitiyor.
Ama tam bitirirken, gözüm Taraf gazetesine ilişiyor. Çok sevdiðim yazarlardan Roni Marguiles’in bir yazısının başlıðını okuyorum, başlıðı şöyle: “Devrim yaklaşıyor galiba!” Dünya devletlerinin çelişkilerinin düðüm noktası ve küresel emperyalizmin “zayıf halkası” olan Kürdistan-bölgesel devriminden söz ettiðini sanıyorum. Deðilmiş. “Avrupa devriminden” söz ediyormuş. Pazar sohbeti yazıyorum ya, alınmaca yok. Roni’nin “galiba” sözcüðü, eski bir Laz dostumun bana anlattıðı bir fıkrayı çaðrıştırdı. Şöyle:
“Ýki Laz devrimci tam ‘devrim başladı’ denilen bir zamanda 12 Eylül’ün aðır işkencesinden geçmişler ve bir hücreye atılmışlar. Biri diðerine zor duyulur bir sesle ‘uşaðım, bir şiir oku da moralimiz yerine gelsin’ demiş. Diðeri konuşacak halde deðil ama, yine de derin bir nefes almış ve şu şiiri okumuş:
Gökte şimşek çakayi
Yaðmur yaðayi daða
Yakında devrim olur
Öyle geleyi baða”
Ýyi pazarlar... Özellikle mapustakilere...
Kaynak: Özgür Gündem