PKK Ana davası: Sömürge hukukunun darmadağın edilişi!

Diyarbakır Zindan direnişi kadar PKK Davası tutsaklarının mahkemelerde yaptıkları savunmalarda PKK tarihinde büyük bir öneme sahiptir.

15 Ağustos'da başlatılan hamle sürecinin o dönem temel dayanağı Diyarbakır Zindanında direnen PKK'lilerdir. Diyarbakır Cezaevi'nde sadece direniş yaşanmamış, PKK ana davasında, tüm baskıya ve devletin tüm acımasız uygulamalarına karşın PKK'liler yaptıkları savunmalarla yargılanan değil, yargılayan olmuşlardır. Yaptıkları savunmalar ile sömürge hukukunu darmadağın ettiler.

Diyarbakır zindanlarında beş yıl boyunca eşi görülmemiş bir işkence yaşanmasına rağmen, PKK ana Dava dava yargılamalarında 20 bin sayfaya yakın bir savunma yapılmıştır. Bu, Kürdistan tarihinde bu düzeyde ilk defa gerçekleştirilen bir savunmadır

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan 1986 yılında Diyarbakır PKK ana Davası yargılamalarında yapılan savunmalara ilişkin şunlara dikkat çekmiştir: "Tarih salt yazılanlardan ibaret değildir. Böyle olsaydı birçok resmi-yazılı tarih yaşanmış sayısız toplumsal olayla bağı kopartılmış olarak ele alınırdı ki, bu gerçek tarihin kendisi olamazdı. Kendi varlık nedenleriyle, kendi yaratıcılarıyla karşı karşıya gelen resmi-yazılı tarihler az değildir. Ve burada gerçekler yer değiştirmiş oluyor: Yargılayan tarih yargılanmaktan kurtulamıyor! Açık ki, tarihi ger- çekleri kapatan politikalar sonradan çok tehlikeli toplumsal patlamalara yol açtı. Ve yıllar sonraki “perestroika”lar(yeniden yapılanma) sorunlara çözüm olamadı. Bu nedenle yeniden yaratılan, yaşayan tarihler önemlidir. Aynı zamanda böyle bir temel üzerinde verilen her karar, söylenen her söz ve gerçekleştirilen her eylem büyük sorumluluk gerektirir. Çünkü bunlar doğru ve yerinde olmazsa sonuçlarını tersine çevirmek zor olur.”

Eğer sözün bir onuru varsa onu korumak, kollamak da icap eder. Tarihin akışına girmiş her sözün, eylemin sorumluluğu vardır. Tarihin egemenler tarafından gasp edildiği, sadece güçlü olanın “akışı” kayıt altına alabildiği bir çarpıtılmış uygarlık gerçeğinde görünür olmanın bedeli de ağırdır.

BELLEK ZAMAN MEKAN HATIRLA(T)MAK

Mesela hafıza gerçek bir savaş alanına döner. Muktedir tüm gücünü “unutturma” üzerine kurgular. Kirli tüm araçlarını ve sahip olduğu ideolojik aygıtları bu arenaya sürer. Unutulması sağlanan her şey onun biraz daha yaşamasıdır. Çünkü belleğin gaspı, iradenin gaspıdır. Bellek zamana ve mekâna ihtiyaç duyar, geçmiş ve gelecek arasında mekik dokuyarak insanın varoluşunu sağlıklı kılar. Hatırlama eylemi bellekle yapılanırken, şimdiye odaklanır. Egemen tam da bu noktanın peşindedir. “Şimdi”yi alarak belleğe darbe vurmak ve böylece unutuşu sürekli kılmak ve kendi sözlerini/tarihini boşalttığı şeyin içine doldurmak. Bu şaşmaz bir ritüel olarak devam eder. Kapitalist modernite dediğimiz aygıt bu küçük döngünün üzerine kuruludur.

Hatırlamak, her şeyden önce bir kurtarma işidir. Unutmamak da önemli bir eylem ama hatırlamak onu aşan bir şey. Eylemsellik içerdiği için önemlidir. Bir bellek savaşçısı olan Eduardo Galeano “Ben hatırlama takıntısı olan biriyim” diyor. Bunu da Latin Amerika’nın kesik damarlarına enjekte edilmiş sömürgeciliğin tarihini deşifre ederek, gün gün peşine düşerek yapar. Hatırlamak yasaklanıyorsa buna direnmek gerekiyordu. Bunu “yok etme planı” başlığı ile şöyle ifade eder:

“Yok etme planı: Otlar yolunacak, canlı kalan en son bitkiye kadar kökler sökülecek ve toprağa tuz serpilecek. Ardından otun hafızası öldürülecek. Yeni bilinçleri yerleştirmek için eskiler silinecek; onları silmek için geçmişleri boşaltılacak. Ülkede sessizlik, hapishaneler ve mezarlar dışında başka şeylerin de yaşandığına dair her türlü tanıklık yok edilecek”

Yine unutmaya karşı panzehiri bir başka öyküsünde anlatır. Galeano, ilk kez Kolombiyalı balıkçılardan duyduğu bir kelimeden bahseder ve Kucaklaşmanın Kitabı’nda kelimenin hikâyesini şöyle anlatır:

“İnsan neden yazı yazar, benliğinin bölük pörçük parçalarını bitiştirmek için değilse? Okula ya da kiliseye girdiğimiz andan başlayarak, eğitim, bizi kesip biçer, parçalara böler; ruhu bedenden, gönlü beyinden ayırmayı öğretir bize. Ama Kolombiya kıyılarının balıkçıları etik ve ahlâk konularında doktora yapmış olsalar gerek ki doğruyu söyleyen dili betimlemek için sentipensante, yani, hissederek düşünme, deyimini yaratmışlardır.” Yıllar sonra bir televizyon kanalındaki söyleşisinde, Kolombiyalı balıkçılarla sohbet ettiği o akşamı anımsar ve anlatırken şunları söyler: "Benim için yolu gerçek anlamda açan kelimeydi."

DUYGULARINIZI POLİTİKLEŞTİRİN

“Hissederek düşünme” ne demektir? Sayın Öcalan’ın bu konuda çarpıcı bir belirlemesi var. “Duygularınızı politikleştirin” der. Politikleşmeyen duygu özgürlüğü tadamaz, peşine düşemez, bilince çıkaramaz, yaşamı düzenleyemez. Benzer minvalde “anlamın ve hissin yarattığı insan” belirlemesi vardır. Bu insan farkında olan, güzel insandır. Anlam ve hisse bürünmüş kişi duygularını politikleştirmeye belki de en yakın insandır. Burada hatırlama edimi süreklidir. Unutma yoktur, öz bilinç canlıdır.

Belleğin mekan ile ilgili bir meseledir. Bu bağlamda tarih-hafıza denklemine yerleştirebileceğimiz bir mekandır zindan! Diyarbakır zindanı her şeyiyle bunun canlı örneğidir. Hem tarihin çarpıtılıp sönümlenmesi hem de hafızadan silinmesi işlemi olarak bu mekanlar ikili anlama sahiptir. Bir tarafın fiziki olarak yok edip, görünmezlik safhasında işleme tabii tutması; diğer tarafın da varlık kazanmak için bunu mutlak surette hatırlama ve hatırlatma çabası!
Bunun için kayıt ve tanık lazımdır. Kayıt ve tanık, hatırlatır. Hatırlayınca değiştirme şansı yakalanır. Değiştirebilme bir mücadele pratiğidir. Bugün de yaşadığımız bazı çelişkilerin temel sebebinin değiştirilecek gerçeğin anlaşılmaması olduğu ortadır. Anlamadığımız şeyi değiştiremeyiz. Zapatistlerin(EZLN) meşhur bir sözü vardır. "Önemli olan kendi içine bakmaktır" derler. Daha başka bir vurgu ile kendine kendi gözünle bakman gerek, başkasının gözü ile değil, ki anlayıp değiştirebilesin…

Bu yazı dizisinin esası da zindan hakikatı üzerinden Diyarbakır Zindan direşçilerinden Mazlum, Hayri ve Kemal’in savunmalarına yoğunlaşmak, bu savunmalar üzerinden iktidara karşı yürütülen kayıt ve bellek savaşını tekrar “hatırlamak” ve bugün ile bağını, bugünkü canlılığını “hatırlatmak”tır…

KÜRT TARİHİ İHANET VE DİRENİŞ TARİHİDİR

İtalyan düşünür Giorgio Agamben “Hukukun olmadığı yerde egemen çıplak hayatı üretmeye soyunur. Hukukun tarif ettiği ama dahil olmadığı bir üretim sahasının adı kamptır” demektedir. Bu kampı zindan olarak kodlarsak, Kürdün çıplaklaştırılan bedenine savunmalar ile nasıl siper olunduğu bu savunmalarda görülmektedir. Aynı zamanda 1980’lerin şafağında, darbe ile ameliyata alınan toplumu savunmanın yüceliğini de burada görmek mümkün. M.Foucault, kült eseri “Hapishanenin Doğuşu”nda zindanı “bireyleri dağıtıma tabi tutmak, onları sabitleştirmek, mekan içinde paylaştırmak, tasnif etmek, onlardan en fazla zaman ve fazla gücü çekip almak, süreli hareketlerini kodlamak, onları hiçbir boşluğu olmayan bir görünürlük içinde tutmak, onların etrafında koskoca bir gözlem, kayıt notlandırma aygıtı oluşturmak, onlara ilişkinin biriken ve merkezileşen bir bilgi meydana getirmek üzerine kurulan mekan” olarak tanımlar. Fakat Amed zindanı başka bir evreydi. Tüm bunları aşan bir potansiyele sahiptir.

Kürt tarihinin şaşmaz iki hattı, direniş ve ihanet, burada kendini en uçlarda hissettiriyor. Bütün yalınlığı ve çıplağıyla yaşamındı herşey. Mazlum Doğan, PKK Ana Davası savunmaları için, "Bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi, mahkeme tutanaklarından tarihe mal edilmiştir” demektedir. Diğer bir deyişle, PKK Ana davası "Sömürge hukukunun darmadağın edilişi'dir aynı zamanda.

1980 askeri darbesi öncesi, oluşu, sonrası ile hala tartışılan bir darbedir. Bir şiddet gösterisi olarak toplumun kökten tasfiyesini hedeflediği yetmediği gibi faşizmin kurumsallaşmaya başlaması ile beraber toplum mühendisliğini devreye koyarak sahte bir özgürlük dünyası çizerek, neo-liberalizmin erken cinayetlerine girişti. Biyopolitikalar ile halkın kılcal damarlarına sızılarak içi boş bir çürüme adım adım örülerek “siyaset” dışında tüm alanlara yönlendirme yapıldı. Bir yandan yeşil sermayenin önü açılarak “İkinci Cumhuriyet”e geçiş örülürken, diğer taraftan kültürel doku inceden inceye faşistçe estetize edildi. Tüketim muazzam bir şekilde tetiklendi, eğlence ve hazzın önü açılarak perde arkasındaki kıyımlara direnenlerin çığlığı bastırılmak istendi.

Kenan Evren faşişt darbe sonrası yaptığı bir konuşmada 12 Eylül'ü tıbbi müdahaleye benzeterek şunları söyler:

"Bir hastalık teşhis edilemezse, ilacı da bulunamaz. İlacı da bulunamadığı içindir ki hastalık bütün vücudu sardı. İşle bu durumda iken her zaman oldu ğu gibi, Türk Silahlı Kuvvetleri, milletten aldığı güçle durama el koymak zorunda kaldı ve hastalığın tedavisine başladı. Bu hastalığın ilacı, birlik ve beraberlik ruhunun yeniden canlandırılması ve kaybolan kanun ve nizam hâkimiyetinin tesis edilmesiydi. Hangi hasta ameliyat masasına isteyerek yatar? Ama ameliyattan sonra sıhhatine kavuşur. İşte biz de hastayı ameliyat masasına yatırdık, ameliyatını yaptık, şimdilik iyilik safhasına gidiyor."

Bu ifadeler boşuna söylenmez. Hasta olarak adlandırılan toplumun ameliyatı, o istemese de, meşrulaştırılmıştır. Gözaltına alınan, katledilen herkes “hasta” kategorisine indirgenmiştir. Bu gözle bakılıyordu. Hastayı iyileştirmek için zindanlar ıslah ve rehabilitasyon merkezleri olarak kullanılmaya karar verildi. İlerleyen yıllarda bu uygulamalar çok daha açık yapıldı.

“İktidarın Sağlığı” başlıklı makalesinde Nurdan Gürbilek, bu konuyu detaylıolarak değinir. 1985 yılında İstanbul'da, cezaevlerindeki "terörist"lerin rehabilitasyonunu amaçlayan bir sempozyum düzenlenmişti. Sempozyuma Adalet ve İçişleri bakanı, uluslararası "terör" uzmanları, ceza hukukçuları ve Adli Tıp başkanının yanı sıra psikofarmakoloji ve nörofizyoloji uzmanı Turan İtil, psikiyatrisi Ayhan Songar ve birçok başka hekim de katılmıştır. Burada Türkiye'deki cezaevlerindeki mahkûmların sosyo-ekonomik, psikolojik, nörolojik ve genetik "profilleri” çıkarılmış, siyasi mahkûmların ıslahında kullanılacak "inanç değiştirme" ya da "karıştır barıştır" yöntemleri ile rehabilitasyona direnenlere uygulanacak tedavi yöntemleri tartışılmıştı. Böylece toplumsal düzeni bozduğu düşünülen kişilerin yalnızca kapatılmasına değil, aynı zamanında ıslahına da yönelik bir program geliştirilmeye çalışılmış, cezaevleri nöroloji, genetik, psikiyatri gibi disiplinlerin müdahale edecekleri bir alan olarak belirlenmişti.

PKK'Lİ TUTSAKLAR TARİHİ TERSYÜZ ETTİ

Zindan, toplumdan olabildiğince yalıtılmış olarak, dezenformasyon ile yeni ameliyatların mekanına dönüştürülür. Kürdistan’daki süreç ise burada farklı işler. Kürdün teslimiyeti değil, her şeyi talep edilir. Onu kabul etmesi, kavraması ve sevmesi istenir. Kürt, Türk olacaktır. Başka bir yol yoktur. Tasfiyeye cevap verilebildiği oranda ona “yaşam hakkı” vardı. Amed zindanında yaşanan vahşetin neleri kapsadığı, niteliği ve ortaya çıkardıkları ile az çok biliniyor. Bu konuda içeriden çıkan devrimcilerin çok değerli çalışmaları bugün hala güncel.(Bknz: Muzaffer Ayata/Diyarbakır Zindanı)

Nelerin yaşandığı üzerine yazılan kitaplar bile Diyarbakır Zindanı'nı yazmaya yetmemektedir. Tüm bunlar yaşanırken sürecin nasıl görüldüğü, nasıl bir tepkisellik oluştuğu ve bunun nasıl okunduğu önemlidir. Bunun da açığa çıktığı özgün an, Amed zindanındaki PKK’li siyasi tutsakların “mahkeme salonlarında” tarihi tersyüz ettikleri anlardır. Peki neler yaşandı, nasıl bir ortamda gelişti tüm bunlar?

Savunmaların nasıl bir sürecin ve yaptırım silsilesinin ortasında yapıldığını görmek bazı fikirler verebilir. PKK Ana Davası’nın ilk duruşması 13 Nisan 1981 tarihinde Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı 2 No’lu Askeri Mahkemesi’nde yapıldı. Yargılanan PKK'li sayısı 591 idi. Diyarbakır, Urfa, Mardin, Siirt, Elazığ gibi gruplar üzerinden yargılamalar yapılıyordu.

İddianame Hakim Ön Yüzbaşı Yard. Askeri Savcı Basri Özgenç ve Hakim Kıdemli Yüzbaşı Yardımcı Savcı B.Cahit Aydoğan tarafından hazırlandı. Mahkeme 7.Kolordu Komutanlığı sahasında kurulur. Buraya getirilen tutsaklar çok yoğun güvenlik önlemleri ile karşı karşıyadırı. Duruşma öncesi “Harbiye Marşı” eşliğinde zorunlu koşu dayatması vardır. Saç tıraşları sıfır numara, tek tip elbise dayatması ve önüne bile bakmamak sıradan zorunluluklardır. Muzaffer Ayata “Diyarbakır Zindanı” adlı kitabında detayları şöyle anlatır:

 “Salona alınıyoruz; arkaya bakmak, ziyaretçi, dinleyici veya avukatıyla konuşmak, kaş göz oynatmak, gülümsemek yasak. Tutuklular banklarda esas duruşta oturtulur; topuklar, dizler birbirine yapışık, eller diz kapakları üzerinde düz duracak ve yandan bakıldığında sıradaki tutukluların dizleri aynı hizada olacak. Rahat oturma, ayaklarını açma söz konusu olamaz. Tutuklu baktığında sadece önündeki insanın ensesini görecek şekilde oturacak, direkt karşıya bakacak, önden bakıldığında arada oturmuş tutuklular tek bir kişi gibi gözükecekler…
(…)Gardiyanlar seni heyetin önünde coplar, alttan tekmeler, copla dürter. Arabada dövülürsün, döndüğünde cezaevinde dövülürsün… Siyasi savunma yapmışsa, dönüşte arabada “sen hâlâ Kürdistan’ı mı savunuyorsun, hâlâ PKK’li misin?” diyerek, tutukluların ayrı bir hışmına uğramaları, ayrı bir işkence seansına tabi tutulmaları söz konusuydu. Böyle anlarda Esat Oktay ağzından köpükler saçarak ana avrat düz giderek saldırıyor: “Bundan sonra bu cezaevinin çatısı altında değil, artık mahkemede de PKK’cilik, Apo’culuk yok. Kürtlük, Kürdistan’dan söz eden olursa, iflah olmaz, yakarım!..” diye bağırıyordu.
(…)Mahkeme dönüşü arabada oturacak yer bulunmadığından ayakta beklemekten yorulan gardiyanlar tutukluyu yere çöktürüp üzerine otururlardı. Evet, sandalye yerine…"

Duruşmaları o dönem izleyen gazeteci Ekrem Sunar da, “Ölüme Yatmak” adlı eserinde detayları şöyle anlatır:

“Kimi zaman duruşma salonunda coplanan sanıklar mahkeme heyetine ‘işkence burada da devam ediyor. Burada yaşananlar tutanaklara geçirilsin’ diye bağırarak tepkilerini göstermek zorunda kalıyordu. Kesin kuraldı; tutuklu, belirtilen biçimin dışında bi biçimde oturamazdı; sağında ya da solunda oturanlarla dirsek teması yapacak şekilde kıpırdayamazdı. Çünkü bu hareketler, bir tür haberleşme kabul ediliyordu. Konuşurken de elini bacaklarına yapışık durumda tutmak zorundaydı. Kağıt kalem yanında bulunduramazdı. Sanıklar askeri disiplin ile yerlerinden kalkıp sorgu yerinde mahkeme heyetine askeri topuk selamı verdikten sonra her soruya karşı ‘evet komutanım’ ya da ‘hayır komutanım’ diye tanıt vermek zorunda idiler... Tuvalet ihtiyaçlarına izin verilmiyordu, su ihtiyaçları karşılanmıyordu, bazen altına edenler oluyordu. Çıkan kokudan ötürü içerinin havalanması için pencereler açılıyordu. Avukatların durumu da sanıklardan çok farklı değil. Onlar da söz aldıklarında esas duruşta bulunmak zorundaydılar. Salondaki görevli gardiyan askerler, avukatların el ve kol hareketlerini mahkemeye saygısızlık kabul ederek müdahale ediyordu. Duruşma sırasında müvekkilleriyle görüşemiyorlardı. Verilen sürenin dışına çıkamıyor, işkencelerden bahsedemiyordu. Avukatlar da yargılanmaktan kurtulamıyordu. Yaptıkları savunmalar örgüt propagandası kabul ediliyordu.”

AVUKATLARA SAVUNMA HAKKI VERİLMEDİ

Çoğu avukat gözaltına alınır ve örgüt üyeliğinden ceza yer. Bir diğer konu görülecek davaların dışarıya nasıl ulaşacağı ve ne şekilde servis edileceği ile ilgilidir. Yani basın ayağı!
Haberlerde kesinlikle PKK, Kürt devleti, Kürdistan kelimelerini kullanmak yasaktır. Hepsinin yerine aşağılayıcı, onur kırıcı ve kesin kes “terör” ibaresi iliştirilmelidir. Hatta duruşmaların başladığı Nisan ayında TRT’ye özel bir program siparişi verilir. Anti propaganda içerikli bir görüntü hazırlanır, bu görüntülerde Mazlum Doğan, Hayri Durmuş da vardı.

İddianamede 22 ayrı suçlama yöneltildi. İlk isnat edilen suç “Devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf silahlı çete teşkil ederek silahlı eylemlere girişmektir” iddiasıydı. Sonraki suçlar adam öldürmek, görevli memura saldırmak, silahlı gasp, doğa veya mezkur mahalde adam kaldırmak suretiyle silahlı gasp, yasak silah bulundurma, telsiz kanununa muhalefet, öğrenim özgürlüğünü engelleme, kasten yangın çıkarma vb. olarak sıralanır.

Suç tarihi “1974 yılından bu yana” olarak kayıt geçer. Uygulanması istenen kanun maddeleri T.C.K 168, 169, 173/3, 450, 448, 495, 497, 499,491, 493, 449, 463, 199, 188, 264, 350, 312, 352, 370, 191, 179, 516 vs. şeklindedir. Yine iddianame de partinin kuruluşundan, amacına, tüzüğüne ve tüm yapılarına dair bilgiler sıralanmıştır. Mesela kongreye dair detaylarda Merkez Komiteye ilişkin, resmi tutanaklara giren ilginç bilgiler var. Sayın Öcalan’ın kod adı “Welat”tır. Bayık’ın “Şiyar”dır. Kalkan’ın “Birindar”, Durmuş’un “Heval”, Karasungur’un “Azad”tır… Bu bilgiler itirafçı olan Yıldırım Merkit, Şahin Dönmez, Hıdır Akbalık tarafından verilmişti. 22 ayrı suçtan dava açılan 591 PKK'liden 97’si hakkında ölüm cezası istenir.

ASKERİ MAHKEMEDE KÜRDİSTAN TEZİ SAVUNULDU

İddianamenin okunması ve kimlik tespiti bir haftayı bulur. 20 Nisan 1981 günü, Sıkıyönetim 2 No’lu Askeri Mahkeme’de ilk sorgulama yapılır. Başlayan sorgulamalarda iki duruş net ortaya çıkar: "Direnen, partiyi ve halkı sahiplenen çizgi ile tasfiyeci-teslimiyetçi çizgi"
Aylarca bu çizgiye karşı da mücadele edilecektir. Bunun dışında bazı özgün dosyalar var. Ana kadroların savunmalarına geçmeden önce bazı özgün savunma ve orada dile getirilenlere değinmek yerinde olacaktır. En azından dönemin ruhunu anlamak açısından yeterince done veriyor. Örneğin 20 Nisan 1981’de, ilk sorgu gününde bir PKK’li siyasi tutsak , yöneltilen suçlamalara karşı “Biz silahlı çete değil, siyasi örgüt mensubuyuz” diyerek şunları söyler:

"İddiianamede, PKK’nin önce silahlı bir çete olarak ifade edilmesi yanlıştır, PKK siyasi bir partidir. Kürtler kelimesi doğru bir kavram değildir, Kürdistan kavramı daha doğrudur. İddianame bu doğrultu da ele alınmalıydı. Bu siyasi parti, bölgede aşiretlerin gücünden yararlanarak fayda sağlamadı, özünde aşiretçi-feodal tarza karşıdır. Kürdistan’ın ulusal yapısına engel olan bu gerici kurum ve yapılara karşı mücadele etmiştir. PKK aşiretlerin gücünden faydalanarak siyasi çıkar elde etti demek hakkaniyet ölçülerine uygun değildir."

İlk günkü bu tavır gelecek günlerin de kıvılcımıdır. İlks avunmalarda yapılan “PKK’nin programında sömürülen ülkelerdeki insanların verdiği halk savaşı stratejisi rehber alınmıştır. Türkiye’yi yıkmayı amaç edinmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürt halkı üzerindeki baskısına, Kürdistan’ın sömürülmesine karşı mücadeleyi amaç edinmiştir. Çalışmaları bu yöndedir” tesbitinden sonra savunmaların seyri daha değişti.
Hayri Durmuş bu mevcut tablo karşısında duygularını şöyle ifade eder:

“Arkadaşların kalkıp bu şekilde, tarihimiz açısından önemi çok büyük savunma yapması, Türk egemenlik sistemini suçlaması, yargılaması ve PKK düşüncelerine, değerlerine sahip çıkması bize müthiş bir şevk veriyor, göğsümüz kabarıyor, muhteşem bir duygu yaratıyor.”

ASKERİ MAHKEMEDE KÜRTÇE TERCÜMAN

Hakim karşısına çıkan PKK'liler kendi varlıklarından öte bir halkın, dilin varlığını ispat çabasına girişirler. Böyle bir ortamda bazen çok yaman çelişkiler de yaşanmaktadır. 29 Mayıs’ta görülen bir davada 66 yaşındaki Cevdet Kandal yargılanmaktadır. Kandal Türkçe bilmiyor ve yeminli tercüman vasıtasıyla ifadesini verir. Fakat o dönem, özellikle zindanda, Kürtçe hepten yasaktır, varlığı da inkar edilmektedir. Olmayan bu dilin mahkemede tercümanı oluyor.

Yine tutuklanan bir kadın öğretmen isyan ederek “Poliste gördüğüm işkenceler sonucu bugün PKK’ye sempati duyuyorum” diyor mahkemede. Aynı öğretmen savunmasında “Neden burada verilen ifadelerden partiyi savunanların ifadeleri görmezlikten gelinirken, Hıdır Akbalık gibilerinin neden basına servis edildiğini” sorguluyor.

İTİRAFÇILARI İTİRAFLARI DA KURTARMADI

Karşı cephede yaşananlar ise tam bir trajedi. Trajedi Hıdır Akbalık, Yıldırım Merkit gibi tarihin çöplüğüne düşmüşlerin şahsında tavan yapar. Akbalık “samimi itiraflarda” bulunacağım diyerek sayfalarca inkar methiyesi dizer. Atatürk ilkelerinin onun kurtuluşu olduğunu, sosyalizmin iflas ettiğini söyler. Kendini kurtarmak umuduyla frenini patlatır. İtirafları için söyledikleri şey ibretliktir “... Açıklamalarım Türk vatanı ve milletini çıkarları için parçalamaya çalışan güçlere ve onların uşakları olan ihanet çetelerinin suratlarına vurulan bir tokattır. Türk milleti ebediyen yaşayacak ve yükselecektir. Ne mutlu Türküm diyene!”

Bu açıklamalarına Hayri Durmuş “Sosyalizm değil Hıdır iflas etmiştir. Türk milliyetçisi değildir, kararsızlığını tarih gösterecektir” derken, Mustafa Karasu “Hıdır emperyalizme uşaklık ediyor” sözleriyle itirafçıların çözümlemesini yapar.

PKK Ana Davası hakkındaki karar 24 Mayıs 1983 yılında açıklandı. Sabah 08:00’de başlayan kararın okunması akşam 17:30’a kadar devam etti. TCK’nın 125.maddesi uyarınca haklarında idam kararı verilen 63 kişi içinde 9 sayfa yazı yazarak her türlü dalkavukluğu yapan “samimi itirafçı” Hıdır Akbalık da yer alır. İdam cezası verilenlerden bir kısmına daha sonra çeşitli sebeplerden cezai indirim uygulanırken, 178 kişi de beraat etti.

PKK Lideri Öcalan, iki yıl süren mahkeme sürecinde yaşanılan şeyleri kazanılmış büyük bir savaş olarak tanımlar:
“…Bu yoldaşlarımız af yasasına ve pişmanlık yasasına karşı direnişi dayatarak sömürgeci mahkemede bu eylemlerini bir gösteriye dönüştürerek, Kürdistan tarihinde en büyük meydan savaşlarından birini de böylece kazandılar. PKK sloganlarının yükseldiği bu eylemde kazanan PKK’nin adı olmuştur.

 

YARIN:

Mazlum Doğan:  "Vampir değiliz"