KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu “14 Temmuz Direnişi Kürdistan Devrimi’nin tarzını yaratmıştır. Yani zor koşullarda direnip mücadele etmenin tarzını yaratmıştır. Bu yönüyle Kürt halkının ve direnişçilerinin eline yenilmezliğin anahtarını vermiştir. 14 Temmuz ruhu, tarzı yenilmezliğin şerbeti, iksiridir. Bir yenilmezlik tarzı ve ruhudur. Bu nedenle de onlarca yıldır çok ağır koşullarda bir savaş yürütülmesine, Dünyanın, Türkiye’nin, Ortadoğu’nun birçok gücünün PKK’ye ve Önder Apo çizgisine karşı savaşmasına rağmen bugün 14 Temmuz çizgisi başarıyorsa ve bugün her yerde direniş başarıyla yürütülüyorsa bunda tabi 14 Temmuz Direniş ruhunun belirleyici etkisi vardır. 14 Temmuz ruhu bugün Ortadoğu’da yenilmezliği ifade ediyor” dedi.
KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, 14 Temmuz Direnişi’ne ilişkin sorularımızı yanıtladı.
14 Temmuz’un gerçekleştiği yıllarda devletin Kürdistan’daki yaklaşımları neydi? Halkın devlete karşı yaklaşımları nasıldı?
14 Temmuz Direnişi’nin olduğu yıllar, Türkiye ve Kürdistan’da 12 Eylül rejimi altında baskının ve zulmün doruğa çıkarıldığı yıllardı. Sadece Amed Zindanı ya da başka zindanlar değil, tüm Kürdistan bir açık hava zindanı haline getirilmişti. Devlet, 12 Eylül’le birlikte Kürdistan’daki tüm özgürlük düşüncelerinin kökünü kazımak istiyordu. 1970’lerde özellikle PKK’nin öncülük ettiği mücadele sonucu Kürdistan’da halkın özgürlük ve bağımsızlık düşünceleri gelişmeye başlamıştı. Kürdistan’da gelişen tüm direnişleri bastıran ve direniş iradesini kırdığını sanan Türk devleti “Kürdistan’da artık hiçbir direniş gerçekleşemez, Kürtler üzerinde soykırım tamamlanacak; Kürdistan tamamen Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline gelecek” diye düşünüyordu. Artık Kürdistan’da ulus-devletçi kurumsal faşist Türk devletine karşı kimsenin direnemeyeceği ve Kürt’ün bir daha ayağa kalkamayacağı düşünülüyordu. Ancak 1970’lerde gelişen Özgürlük Mücadelesi Kürdistan’ı boydan boya etkilemeye başlamıştı. Gençliği, kadını, emekçileri, köylüleri herkesi etkileyen bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi Kürdistan’da gelişiyordu.
Kuşkusuz o dönemde Türkiye’de de özgürlük ve demokrasi mücadelesi önemli düzeye ulaşmıştı. Türk devleti artık ülkeyi yönetemez duruma gelmişti. Türkiye’nin köyleri de, mahalleleri de, sokakları da bölünmüştü. Halk, emekçiler ve gençler ayaktaydı. Kürdistan’da durum daha da farklıydı. Sömürgecilik altındaki Kürt halkında, özellikle PKK’nin yürüttüğü mücadeleler sonucu yeniden özgür ve demokratik yaşama kavuşma umudu ortaya çıkmıştı. Türk devleti bütün bunların kökünü kazımak için, bir daha Kürt halkının özgür ve demokratik yaşamı düşünmesini engellemek için 12 Eylül askeri faşist darbesini yaptı ve bir kök kazıma harekatına girişti. Sadece zindanlar değil, Kürdistan’ın şehirleri ve kasabaları tekrar tekrar işgal edildi. Bütün halk üzerinde yoğun baskı kuruldu. Açıkça halka “Özgür ve demokratik yaşam yolunda bağımsızlık düşüncelerinin peşinden giderseniz, bu tür düşüncelere kapılırsanız sonunuz kötüdür; her türlü baskı ve zulmü görürsünüz, artık Türkleşmekten, Türk ulus-devleti içinde erimekten başka çareniz yok” mesajı vermek, böyle bir algı yaratmak, bir daha özgür ve demokratik yaşam düşüncesinin akıllara gelmesini önlemek için çok yoğun bir baskı yapıldı. Zindanda ağır baskı yürütülürken, buna paralel Kürdistan’da da baskı gittikçe arttırıldı. Asker ve polis bütün Kürdistan’ı tam bir zindan haline getirmişti. Bu yönüyle devlet 12 Eylül faşizmiyle Kürdistan’ı yeniden işgal eden, yeniden siyasal hegemonyasını güçlü biçimde gerçekleştirmek isteyen bir saldırı geliştirmişti. Tam bir sömürgeci işgal harekatı yürütülüyordu. Türk devleti bunu yürütürken 12 Eylül askeri faşist darbesinden önceki gibi özel savaşa, psikolojik savaşa hiç gerek duymadan şiddetli ve açık bir savaş, baskı ve zulüm düzenini kurmuştu.
Bu baskılar karşısında Kürdistan’da bir sessizlik hâkim olmuştu. Kürtler Türkiye Cumhuriyeti tarih boyunca yaşadıkları baskının zirveleşmesini görüyorlardı. Türk ulus-devleti artık toplumun bütün hücrelerine kadar girip kültürel soykırımı, sömürgeci egemenliği pekiştirmek istiyordu. Sadece asker ve polis baskısıyla değil, zihinlerdeki sömürgeciliği de pekiştirmek, zihinlerdeki karakolları yeniden inşa etmek, yıpranan zihinlerdeki karakolları ve zihinlerdeki devletten kopuşu yeniden tamir etmek istiyorlardı. Bu da Kürt halkı üzerinde yoğun baskıyla gerçekleşmişti. Gerçekten de Kürt halkında bir umutsuzluk ortaya çıkmıştı. Türk devletinin zalim yüzünü bir daha görmüştü. 12 Eylül rejimi bir kabus gibiydi. Bu koşullarda sindirilen Kürt halkı da, bu baskının nereye varacağı beklentisi içindeyken aynı zamanda Türk devletinin zindanda ağır bir işkence sistemi kurduğunu ve orada ölümler olduğunu da duyuyordu.
Bütün bu durumlar karşısında belli düzeyde içten devlete öfke duysa da Kürt halkının yapabileceği fazla bir şey yoktu. Çünkü 12 Eylül’den önce var olan diğer Kürt örgütleri tümden mücadeleyi bırakmışlardı. Mücadeleyi düşünme gibi bir durumları bile yoktu. Herkes kendi başının çaresine bakan bir durumdaydı. Kürt Özgürlük Hareketi ise Türkiye ve Kürdistan’da hiçbir siyasi gurubun direniş göstermemesi nedeniyle de mücadeleyi bir süre geriye çekme, kadrolarının önemli bir kısmını yurtdışına çıkarma, 12 Eylül askeri faşist darbesi altında yıpranan ve belli darbe yiyen örgütü toparlayarak yeniden mücadele etme sürecine girmişti. Kürdistan’da örgütlerin, devrimci hareketin ciddi bir mücadelesi de olmayınca Kürt halkının ruh hali çok iyi değildi; umutsuzluk kol geziyordu. 12 Eylül neredeyse bir karabasan gibiydi. Türkiye’de de baskı vardı, ama sıra Kürdistan’a geldiğinde insanlık dışı, Kürt’ü insan yerine koymayan, her türlü baskıyı reva gören bir zulüm yürütülüyordu. Bu açıdan 12 Eylül’den önce Kürdistan’da yeşeren umut solmuştu. Bu yönüyle de sadece zindanda değil, Kürdistan’ın genelinde de umutsuzluk bir karabasan gibi yaşanmaktaydı.
Diyarbakır Zindanı’ndaki direniş ve bu bağlamda 14 Temmuz PKK ve Kürt halkı açısından çok önemli tarihsel bir dönem olarak ifade edilir. PKK’nin kuruluşunun daha ilk yıllarında ortaya çıkan bu baskı ve buna karşı gösterilen direnişlerin PKK’nin örgütlenmesi, güçlenmesinde ve Kürt halkının sosyo-psikolojik yapısının değişmesinde nasıl bir etkide bulunmuştur?
Diyarbakır Zindanı’nda direnişin olduğu süreç Kürdistan ve Diyarbakır Zindanı’nda umutsuzluğun hat safhaya çıktığı dönemdir. Böyle bir ortamda “ne zindanda ne de dışarda direnilmesi mümkün değildir” biçiminde bir duygu-düşünce ve ruh hali hâkimdi. Bu dönemde hiç kimse direnmeyi akla getirecek durumda değildi. Zaten Kürdistan’daki diğer örgütler ne zindanda, ne de dışarda direnişi düşünecek durumdaydı. Onlara göre, askeri faşist darbe gelmişti, ona boyun eğmek ve darbenin gitmesini beklemek gerekiyordu. Sanki askeri faşist darbe var oldukça her şey yerinde duracak, toplum değişmeyecek, toplumun ve örgütlerin üzerinde sonuçları olmayacak, örgütler ya da toplum 11 Eylül’de olduğu gibi zihniyeti, durumu, örgütlenmesi neyse öyle devam edecekti! Ama durum hiç de öyle sanıldığı gibi değildi. Çünkü 12 Eylül faşizmi örgütleri ve toplumu bitirme; bir daha halkların, toplumun örgütlerin ayağa kalkamayacağı bir durum yaratmak istiyordu. Böyle bir bitişi, kök kazımayı hedeflemişti. Zindanda da, dışarda da durum böyleydi.
Kürt’ün tüm umutlarının bitirileceği ve bir daha ayağa kalkamaz hale getirileceği bir dönemde, yine zindanda zulmün ve umutsuzluğun ayyuka çıkarıldığı, teslimiyeti bütün tutsaklara yaymak istediği bir dönemde bu direnişin gerçekleşmesinin gerçekten de çok önemli tarihsel sonuçları olmuştur. Normal dönemlerde belki o düzeyde etkili olmayacak bir direniş bu koşullarda gerçekleşince anlamı da, değeri de, sonuçları da çok büyük olmuştur. Herkesin, “artık direnilemez, bırakalım direnmeyi, direniş akla getirilemez” dediği bir dönemde zindanda bu direnişin gerçekleşmesi Kürt halkında çok büyük bir değişim yaratmıştır. Yani koşullar, zorluklar, baskılar ne olursa olsun hiçbir zaman umudun yitirilmemesi gerektiği biçiminde bir zihniyet ya da sosyo-psikolojik bir durum ortaya çıkmıştır. Bu çok önemlidir. En zor koşullarda, en karanlık ve baskının en yoğun olduğu dönemde bile mutlaka bir şeyler yapılabileceğinin, mücadelenin başlatılabileceğinin görülmesi; Kürt halkında zorluklar ne olursa olsun umudun yitirilmemesi gerektiğini, mücadelenin başlayabileceği ve başarılabileceği zihniyetini ortaya çıkarmıştır. Artık koşulların zorluğu Kürt halkı açısından bir anlam ifade etmeyecektir. O nedenle de özgür, demokratik ve bağımsız yaşam noktasında bir irade ortaya konulduğu takdirde her koşul altında direniş gerçekleşebilir biçiminde yeni bir düşüncenin ve zihniyetin ortaya çıkması Kürt ve Kürdistan tarihi açısından çok önemlidir. Çünkü halkların direnmesi, özgür ve bağımsız bir yaşama kavuşması açısından böyle bir psikolojik durumun, zihniyetin, toplumsal yapının olmadığı yerde yok oluş ve kendini ölüme yatırmak kaçınılmazdır. Bu anlamda da 14 Temmuz, koşullar ne olursa olsun bir halk ve bir örgütün kendini ölüme yatırmaması gerektiğini, en zor koşullarda bile mücadelenin gelişebileceği ve bir halkın ayağa kalkabileceğini ortaya koymuştur. “Çıkmayan candan umut kesilmez” derler, işte 14 Temmuz Direnişi Kürt Halkında böyle bir ruh hali ortaya çıkarmıştır. Önder Apo’nun “umut zaferden daha değerlidir” biçimindeki düşüncesi Kürt toplumunun içine yerleşmiştir.
14 TEMMUZ’LA KÜRDİSTAN’DA YENİ TOPLUMSAL RUH VE BİLİNÇ OLUŞTU
14 Temmuz’la birlikte Kürdistan’da yeni bir toplumsal ruh ve bilinç şekillenmiştir. Kürt halkı PKK’ye büyük bir inançla bağlanmıştır; “PKK en zor koşullarda direniyorsa bundan sonra da hayli hayli direnir” eğilimi gelişmiştir. Bu, çok önemlidir. Zor koşullarda direnme bilincinin, “koşullar ne kadar zor olursa olsun direnilebilir” düşüncesinin var olması kadar değerli bir şey olamaz. Zaten 14 Temmuz Direnişi’nin yarattığı en büyük sonuç ya da Kürt halkına kazandırdığı en büyük değer “Koşullar ne kadar zor olursa olsun direnilebilir ve başarılabilir” fikridir. 14 Temmuz, zor koşullarda direnmenin tarzını ve ruhunu yaratmıştır. Zor koşullarda başarılabilir biçimindeki bir tarzı ve ruhu yaratma kadar değerli bir şey yoktur. Kürdistan tarihinde halk açısından en değerli kazanım budur. Bundan daha büyük bir kazanım yoktur. 14 Temmuz Direnişçileri Kürt halkının eline büyük bir kazanım, silah ve değer vermişlerdir. Kürt halkının bir daha yenilmeyeceğini ispatlayan bir şerbet, iksir içirmişlerdir. 14 Temmuz’la birlikte yenilmezlik ruhu, tarzı ortaya çıkarılmıştır. Bu çok önemlidir. Halklara lazım olan budur. Özellikle Ortadoğu gibi zor bir coğrafyada, Kürdistan gibi sürekli çeşitli dış güçlerin işgali ve egemenliği altında yaşayan bir halk için bundan daha büyük bir değer ve daha anlamlı bir hediye olamaz. Bu anlamda da 14 Temmuz Direnişçileri, toplum için en gerekli olan şeyi yani zor koşullarda direnip başarmanın tarzını ve ruh halini kazandırmışlardır.
Koşullar ne kadar zor olursa olsun direnilirse, irade gösterilirse başarılır düşüncesinin Kürt’ün yeni toplumsal ruh hali olması aslında özgürlüğün, demokratik yaşamın ve bağımsızlığın kazanılması anlamına gelmektedir. Bir halk, toplum ve örgüt eğer “koşullar ne kadar zor olursa olsun direnilirse başarılır” biçiminde bir anlayışa sahip olmuşsa artık orda ölüm yoktur, başarı ve zafer kaçınılmazdır. 33 yıldır Kürt halkı her türlü baskı, zulüm ve kirli savaşa rağmen özgürlük umudunu koruyorsa, özgürlüğü için büyük direnen bir halk gerçeği ortaya çıkmışsa bunu en başta da 14 Temmuz’un yarattığı mücadele tarzıdır ve ruhu yaratmıştır. “Ölümsüzlük otu yemiş, şerbetini içmiş” yine “ölümsüzlüğün muskası yazılmış” denilirse buna en denk düşecek durum 14 Temmuz’un Kürt toplumu ve insanı üzerinde yarattığı bu gerçekliktir. Bunun çok iyi anlaşılması ve değerinin çok iyi bilinmesi gerekiyor. Çünkü Kürdistan zorun zorunun yaşandığı bir coğrafyadır. Kürdistan’da zorluklar hiçbir zaman azalmaz, bütün dünya dengeleri burada kuruluyor. Kürdistan 4 sömürgeci devletin egemenliği altında kıskaca alınmıştır. Kürdistan ve Ortadoğu üzerinde herkes büyük bir savaş yürütmektedir. Böyle bir ortamda 14 Temmuz Direnişi’nin yarattığı ruh olmadan özgür ve demokratik yaşamı kazanmak mümkün değildir. Zor koşullarda direnip başarmanın tarzı kadar değerli, anlamlı, kutsallık düzeyinde bir değer yoktur. Ve bunun kıymetinin çok iyi bilinmesi gerekir.
14 Temmuz Direnişçiliği’nin anlamı ve yarattığı sonuçlar sadece 4 büyük devrimcinin şehadeti, Diyarbakır Zindanı’nda zulme karşı direnerek zulmün azaltılması değildir. Bundan çok daha öte anlamı ve sonuçları vardır. Zindanın sınırlarını aşan ve bütün Kürdistan tarihini etkileyen bir gerçeklik söz konusudur. Kürdistan, geçmişte de baskılar ve zulümler görmüş, fakat buna karşı bir direniş ortaya konulmadığı için, zor koşullarda büyük bir direniş hamlesi ortaya konulmadığı için Kürt halkında koşullar ne kadar zor olursa olsun direnilebilir ve başarılabilir şeklinde bir ruh hali ortaya çıkmamıştır. Bunun yerine kadere boyun eğme, “başa gelene katlanılır, çekilir; zulüm ve zora karşı beklemekten başka bir çare yok” gibi bir anlayış vardır. Nitekim PKK dışındaki örgütlerde var olan bu anlayış, Kürdistan tarihindeki o direnmeyen, teslim olan, kaderine boyun eğen zihniyetin söz konusu o örgütlerdeki dışa vurumuydu. Bu zihniyet Kürdistan’ı kültürel soykırım ve sömürgecilik altında bitirme noktasına getirmişti. Bu nedenle PKK diğer örgütlerin zihniyetini ve tutumunu eleştiriyordu. O zihniyet ve tutumlarla Kürdistan’da başarılamayacağını, yaprak bile kıpırdatılamayacağını söylüyordu.
Önder Apo’nun yarattığı PKK gerçeği rahatı ve imkanı arayan bir biçimde şekillenmemiştir. PKK’ de Kürdistan koşullarının zorluğu bilince çıkarılmıştır. O nedenle de ancak bu zorluk bilinerek ve bu zorluğa katlanılarak mücadelenin geliştirileceğinin bilinciyle hareket eden PKK’nin önder kadroları zindanda böyle bir direnişi gerçekleştirebilmişlerdir. Kürdistan zaten zorun daha da zorunun yaşandığı bir coğrafyadır. Bunun için de Kürdistan’da her zaman zulüm ve baskı olur. PKK bunun için “koşullar ne kadar zor olursa olsun, baskı ve zulüm ne kadar zor olursa olsun direnilecek ve başarılacak” iddiasıyla ortaya çıkmıştır. APOCU çizginin anlamı da zaten budur. İşte 14 Temmuz direnişçileri bu APOCU çizgiyi zindanda en çarpıcı koşullarda pratikleştirmişlerdir. Onun için de zor koşullarda ancak büyük bir direniş ortaya konulursa yaşam emarelerinin ortaya çıkarılacağını söyleyen Apoculuğun ilk önemli pratikleşmesi 14 Temmuz’da Diyarbakır Zindanında gerçeklemiştir. Böylece de Diyarbakır Zindanı bundan önce var olan ruh halini, sosyo-psikolojik durumu yıkmış ve Kürdistan’da yeni bir sosyo-psikolojik durum ortaya çıkarmıştır. Bu açıdan da PKK’nin ortaya çıkışı ve somut olarak da 14 Temmuz Direnişi Kürdistan’da bir dönüm noktası olmuştur.
14 Temmuz’un Kürdistan ve Kürt halkının yaşamında tarihi bir dönüm noktası olması bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Dün PKK’ye karşı olanlar bile bugün 14 Temmuz’un, PKK’nin Kürdistan halkı ve Kürtler için ne anlama geldiğini takdir etmektedirler. Özellikle 33 yıldır 14 Temmuz ruhunun Kürdistan’da yaratmış olduğu sonuçlar; Kürt toplumunda, gençlerinde, kadınlarında yarattığı şekillenme ve ruh hali, bugün ortaya çıkardığı direnişçi halk gerçeği herkes tarafından takdir edilmektedir. Bugün Rojava’da nasıl direnilmektedir, Şengal’de nasıl direnilmiştir? Kürdistan’da NATO’nun ikinci büyük ordusu olan Türk ordusuna karşı nasıl direnilmiştir? 1990’lı yıllarda binlerce köyün yakılıp yıkıldığı, binlerce faili meçhul cinayetin işlendiği, yüzbinlerce insanın zindanlara atıldığı kirli savaş koşullarından nasıl direnilerek çıkıldığını; bütün bunların boşa çıkarılarak Kürdistan’da nasıl bir halk gerçeğinin yaratılarak büyük kazanımların nasıl ortaya çıkarıldığını gördüğümüzde, anladığımızda 14 Temmuz’un nasıl bir şekillenme ve direnişçi halk gerçeği yarattığını daha iyi anlarız. Bugün eğer Rojava’da IŞİD faşizmi karşısında kahramanca direniliyorsa, dünya ve Ortadoğu’da hiçbir gücün direnemediği bir örgüt karşısında PKK, Kürt Özgürlük Hareketi direniyorsa, Önder Apo çizgisinde örgütlenen PYD, YPG, YPJ direniyorsa, bunu yaratan kesinlikle 14 Temmuz Direnişçiliğidir. Çünkü 14 Temmuz Direnişçiliği en zor koşullarda direnip başarmanın ruh halidir. Onun için koşullar ve baskı ne kadar zor, karşısındaki güç ne kadar acımasız olursa olsun Kürt halkı ve onun evlatları direnmekte ve başarmaktadır. 14 Temmuz’un en karakteristik özelliği, farklılığı ve yarattığı ruh hali budur. 14 Temmuz’u en iyi tanımlayan ve anlaşılmasını sağlayan şey bugün en zor koşullarda direnen ve başaran halk ve militan gerçekliğidir.
14 Temmuz öncesinde Diyarbakır Zindanı’nda bir ölüm orucu yaşanmış, ama sonuç alınamamıştı. 14 Temmuz Direnişi’ni Diyarbakır Zindanı’nda yaşanan diğer direnişlerden ayıran, bu direnişler arasında özel kılan neydi?
Kuşkusuz 12 Eylül faşizminin zindandaki uygulamalarına karşı PKK başından itibaren tutum aldı. Diğer gruplar “12 Eylül faşizmi gelmiş; artık gitmesini beklemekten başka yapacak bir şey yok” biçiminde bir yaklaşım içerisindeyken, PKK’li tutsaklar Mamak’ta ve diğer cezaevlerinde yapılan uygulamaları gördüklerinde tereddütsüz “Biz bunu kabul etmeyiz, direniriz” demişler ve böyle bir direniş içine girmişlerdi. Bu yönüyle 1981’in 2 Ocak’ında başlayan ve Mayıs’ın 26’sına kadar süren 5 aylık kıran kırana bir direniş olmuştu. Gerçekten çok ciddi bir direniş gerçekleşmişti. 12 Eylül faşizminin daha yeni geldiği, taze olduğu, zulümde sınır tanımadığı bir dönemde PKK’li tutsaklar direnme kararı almış ve uygulamışlardı. 5 ay boyunca her gün 24 saat, her saniye direniş olmuştu. Aç ve susuz bırakılmışlar, 24 saat işkence görmüşlerdi. Tam bir işkence saldırısı altında geçen beş ay boyunca direnilmişti.
Bu direniş içinde 45 günlük bir ölüm orucu da yaşandı. Ölüm orucu sırasında da bu işkence saldırıları durmadı. Hatta ölüm orucundaki insanlara bile işkence yapıldı, baskı ve zülüm uygulandı. Bir tutsak şehit düştü. Buna rağmen 12 Eylül faşizmi baskı ve zulmünü azaltmadı. Bu ortamda zindan direnişi 5 ay sonra sonuçlandı. Tabi ki başarılı sonuçlanmadı. Zaten PKK’li tutsaklar da bu 5 aylık direnişten sonra zindanda bazı kurallara uyulunca PKK’nin direnişçi karakterinden dolayı PKK hiçbir baskıyı, zulmü, dayatmayı kabul etmez düşüncesinde ve direnişinde olduğu için o dönemde zindanda uyulan bazı kuralları teslimiyet olarak değerlendirdi.
Bu direnişin başarısızlığında birçok etken vardı. Zaten 12 Eylül faşizmi yeni gelmişti; kesinlikle çok sert bir biçimde yöneliyordu. Hangi direniş olursa olsun en ufacık bir yumuşama yaklaşımı içine girmiyordu. Dışarda da 12 Eylül faşizmi hiçbir yıpranma içinde değildi. İşte bu koşullarda ve en azgın saldırılar altında direniş götürülmüştü. Öte yandan gerçekten de PKK’li tutsaklar da dahil Amed Zindanı’ndaki tutsaklar baskıların daha sonra bu biçimde gelişeceğini hesaplamamışlardı. Öyle ki, direnişin olduğu dönemde diğer tutsaklara yumuşak yaklaşılıyordu; baskı fazla yapmıyorlar, bazı ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. PKK’li tutsakların teslimiyet dönemi olduğunu söylediği, yani direnilmediği dönemde baskıların giderek daha da artarak koşulların yaşanılamaz hale geleceği, tutsakları insanlıktan çıkaracak bir baskının gelişeceğini ve tümden bir itirafçılaştırma politikasının yürütüleceği pek düşünmemişlerdi. “Baskı da, zülüm de sürecek, bazı dayatmalar da olacak” biçiminde belki düşünülüyordu ama gerçekten de 14 Temmuz Direnişi öncesindeki zulümün düzeyinin bu şekilde olacağı fazla akla getirilmemişti. Yani Faşizmin PKK’li tutsaklar ve zindan şahsında PKK’yi tasfiye etme, Kürt Özgürlük Hareketi’ni ve Kürt Halkının özgürlük umudunu betonlara gömme politikasını bu düzeyde yürüteceği hesaplanamamıştı.
Kuşkusuz PKK’li tutsaklar, Önder kadrolar Türk devletinin karakterini biliyorlardı. Baskının, zulmünün gelişeceğini düşünüyor ve hesaplıyorlardı Ama bu düzeyde olacağı da düşünülmemiş, tahmin edilmemişti. Hatta birinci direniş “Sayımız azaldı, şimdilik bırakalım; tutsakların içine girelim, yeniden örgütlenerek bir direniş başlatalım” yaklaşımıyla bırakılmıştı. Yoksa direniş ruhu ve direnmenin gerekliliği düşüncesi bırakılmamıştı. Fakat sonradan görüldü ki bırakalım direnilmesini, direnmek için tutsakların örgütlenmesini 2 tutsak dahi yan yana gelemiyordu, konuşmak bile yasaktı. Tamamen itirafçı olacaksınız, pişman olacaksınız, beyninizi kusacaksınız, Kürtlüğünüzü inkar edecek, PKK’liliğinizden utanç duyacaksınız, Türk olduğunuzu ve PKK’nin ne kadar kötü olduğunu söyleyeceksiniz gibi yoğun bir baskı ve zulüm düzeni kurulmuştu.
Bundan dolayı da 14 Temmuz’dan önceki direnişin bilinci 14 Temmuz’daki gibi değildi. Onun için de 14 Temmuz’dan önceki direnişin hedefleri ve amaçlarıyla 14 Temmuz Direnişi’nin hedefleri-amaçları aynı değildi. 14 Temmuz öncesi direniş daha çok zindandaki baskıyı ortadan kaldırma amacıylaydı. Tabi yine devrimci duruşu ve tutumu ortaya koyma, bir devrimci olarak yaşama yaklaşımı vardı; fakat 14 Temmuz’la birlikte amaç değişti. 14 Temmuz’da direnirken farklı bir duygu ve amaçla bu direniş başlatıldı. Çünkü sadece bir tutsağı teslim almak değil, tutsaklar şahsında bir halk ve örgüt bitirilmek, halkın umudu tümden yitirilmek, bir nevi Kürt halkı da Amed Zindanı’nın betonlarına yeniden gömülmek isteniyordu. Bu kadar uğursuz bir amaç vardı. Zaten PKK’li tutsakların bütün devrimci onuru, gururu, ruhu bitirilmek ve yok edilmek isteniyordu. Bu nedenle de 14 Temmuz Direnişi’nin başlatılma amacı, iradesi, kararlığı çok farklıydı; tarihsel ve derindi. Tarihe ve halka karşı sorumluluğun derinliği gerçekten çok fazlaydı. Bu direniş olmadığı takdirde Kürt halkının geleceğinin, yaşamının bitirileceği, yine PKK’nin tümden bitirileceği ve bitirilmek istendiği görülüyordu. İşte 14 Temmuz Direnişi’ni öncekilerden ayıran temel özellik buydu.
Bütün bunlardan dolayı da 14 Temmuz Direnişçiliği’nde büyük bir ideolojik ve tarihsel bilinç, sorumluluk, devrimci onur ve gurur, halka karşı duyulan sorumluluk düzeyi çok farklıydı. Bu yönüyle 14 Temmuz Direnişi’nin yeni bir tarih başlatıcısı, bir dönüm noktası olduğu hissediliyordu. Eğer direniş olmazsa Kürt halkı ve PKK açısından farklı bir tarih yaşanacak, olursa farklı bir tarih yaşanacaktı. Yani direniş sadece zindandaki durumla ilgili değildi. 14 Temmuz öncesi direniş esas olarak zindandaki durumu biraz değiştirmeyi hedefliyordu; ama 14 Temmuz Direnişi zindandan öte sonuçları olacak bir direniş olduğu için Kemallerin, Hayrilerin, Ali Çiçeklerin, Akiflerin bu direnişte duyduğu heyecan ve sorumluluk farklı olmuştur. Gerçekten de büyük bir heyecan ve sorumlulukla bu direniş yürütülmüştür. Kuşkusuz önceki direnişte de büyük bir devrimci ruh, inanç ve irade vardı, ama kapsamı dardı. Zindanda baskı yapılıyordu bu baskıyı kabul etmemek için direniliyordu. Bu “Devrimciler böyle bir baskıyı kabul etmez” biçimindeki bir duruştu.
Bir de 14 Temmuz Direnişi’ne başlanırken daha önceki direnişlerde görülmeyen bir bilinç vardı. Yani Türk devletinin karakteri, gerçek yüzü baskıcı ve zulümcü özelliği iyi görüldü. Bu yönüyle öfke de büyüktü. Böyle bir durum karşısındaki kararlılık ve irade de büyüktü, herhangi bir gevşeklik yoktu. Önceki direnişte bütün bu gerçekler iyi görülmediği, düşman iyi tanınmadığı için “Şimdi bırakılabilir, kurallara uyulabilir, arkadaşların yanına gidilir, örgütlenerek yeniden direnilir” deniliyordu. Ama 14 Temmuz’da artık böyle düşünülemezdi. Bir gün gecikme bile Kürt halkının ölümü ve PKK’nin tasfiyesi anlamına geliyordu. Diğer yandan 14 Temmuz Direnişi’nin olduğu dönem dışarıda da baskıların çok yoğun olduğu bir dönemdi. Dışarıda tam bir sessizlik hâkimdi. Tam hâkimiyet kurulmuştu. Yaprak kıpırdamıyordu. “Kimse direnemez” deniliyordu. Ne örgütle ne de aileyle ilişkiler vardı. Hiç kimseyle ilişkiler yoktu. Yani 14 Temmuz aynı zamanda bir büyük yalnızlığın ortasında bu direniş oluyordu.
Önceki direnişte 12 Eylül daha tazeydi, ama hala 12 Eylül öncesinin ruh hali vardı; “belli örgütlenmeler, direnişler olabilir, sahip çıkılabilir” biçiminde bir yaklaşım vardı, ama 14 Temmuz’u dışardan halkın sahiplenmesi beklenmiyordu. Dışarda yapılacak bir şeyin olduğu düşünülmüyordu. 14 Temmuz direnişi böyle bir ortamda yapıldı.14 Temmuz Direnişçiliği Önder Apo’ya karşı da, PKK’ye karşı bağlılık anlamında büyük bir sorumluluk duygusu taşıyordu. Onların dışardaki çabası ve mücadelesine de bir destek ifade ediyordu. Çünkü örgüt geri çekilmişti, dışarıya gitmişti, durumun ne olduğu da çok iyi bilinmiyordu. İşte bu koşullarda 14 Temmuz Direnişçileri, eğer bir tutumu olmazsa örgütün daha zor duruma düşeceğini, yoldaşlarına karşı sorumluluklarını yerine getiremeyeceklerini çok derinden hissettiler. Bütün bunlar tabi ki 14 Temmuz Direnişi’ni önceki direnişlerden çok farklı kıldı. Bu nedenle çok kararlı ve büyük bir direniş oldu, büyük bir irade savaşı oldu. O nedenle sonuçları da büyük oldu.
O dönemdeki diğer grupların tavırlarıyla birlikte düşünüldüğünde 14 Temmuz Direnişi’nin özel ideolojik ve pratik anlamı neydi? Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketleri üzerindeki etkisi nasıldı?
14 Temmuz Direnişi 12 Eylül faşizmi ortamında zindan koşullarında en başta da ideolojik bir duruşu ifade ediyordu. Bu ideolojik duruş sadece 12 Eylül Faşizmine karşı değil aynı zamanda ona karşı ciddi bir duruş göstermeyen tüm siyasal gruplar için de bir ideolojik duruşu ve mücadeleyi ifade ediyordu. O nedenle de şunu çok rahatlıkla ifade edebiliriz: 14 Temmuz Direnişi 12 Eylül’ü ideolojik yenilgiye uğratmıştır. 12 Eylül faşist rejimi Kürdistan’da hakimiyetini tümüyle sağlamak istiyordu. Kültürel soykırımcı sömürgecilik, Kürtleri tümden yok ederek ulus-devletçi zihniyetini, milliyetçi ideolojisini Kürdistan’da tümüyle hakim kılmayı hedefliyordu. Bu yönüyle de birkaç yıllık değil, Kürtleri yok etmeye yönelik onlarca yıllık bir hedef ve planlama önüne koymuştu. Ama daha 12 Eylül’ün ikinci yılında onu yenilgiye uğratmış ve amacının başarılı olamayacağını ortaya koymuştur. Hatta 14 Temmuz’la birlikte 12 Eylül rejiminin amacının tersine sonuçlar ortaya çıkarmıştır. 12 Eylül rejimi Kürt halkını yıldırma, Kürt uluslaşmasını bitirme, Kürtleri bir daha dirilmemecesine boğma hedefi içindeyken, böyle bir planlama yapmışken 14 Temmuz’la birlikte Kürtler “Koşullar ne olursa olsun direnebilir ve başarılabilir” biçimindeki bir zihniyete ulaşmıştır. Yenilmez bir biçimde bir ideolojik siyasal duruş içerisine girmiştir. 12 Eylül Kürt halkını yıldırmak isterken aksi olmuştur. Kürt halkındaki özgürlük iradesi, tutkusu, mücadele inancı daha da gelişmiştir. 12 Eylül yenilgiye uğradığı gibi, 12 Eylül askeri faşist darbecilerin hedeflediğinin tersine sonuçlar ortaya çıkmıştır. Zaman zaman “PKK zindandan çıktı; Diyarbakır’daki uygulamalar PKK’yi ortaya çıkardı” biçiminde değerlendirmeler yapılırken aslında kastedilen budur. 12 Eylül faşizmi Kürt’ü tümden bitirmeyi planlarken, önüne böyle bir hedef koymuşken bugün Türk devletinin karşısına daha iradeli, daha direngen bir halk ve PKK gerçeği ortaya çıkmıştır. Bu açıdan 12 Eylül faşizminin hedefleri dikkate alındığında 14 Temmuzun ideolojik başarısının ne kadar muazzam ve önemli olduğunu, halklar ve toplumlar için neyi ifade ettiğini rahatlıkla görebiliriz.
Kürdistan’daki diğer hareketler açısından da 14 Temmuz çok büyük bir anlam ifade etmektedir. Aslında PKK’yle diğer Kürt örgütleri arasındaki ayrımı, netliği, ideolojik mücadeleyi ve farklılıkları çok net ortaya koymuştur. Gerçekten de ideolojik ve siyasi farklılıklar zindan koşullarında daha da netleşmiştir. Belki dış koşullarda kendini gizleyebilen ideolojik akımlar zindan koşullarında bir turnusol kağıdının netleştirilmesi gibi bütün örgütlerin rengi açığa çıkmıştır. PKK en zor koşullarda direnirken, onlar Kürdistan gibi koşulları zor olan bir ülkenin mücadelesini yürütemeyeceklerini tutumlarıyla açıkça ortaya koymuşlardır. Kürdistan devrimciliği, mücadelesi ancak zor koşullara katlanma kapasitesiyle olur. Zor koşullarda direnmeyen ve mücadele edemeyenler Kürdistan devriminde söz sahibi olamazlar. Kürdistan halkının ulusal demokratik mücadelesinde herhangi bir varlıkları olamaz. Kürdistan’da ancak zor koşullarda direnebilenler başarı kazanabilir ve sonuç elde edebilirler. İşte bu nedenle de zorun zoru koşulları olan Amed Zindanı herkesin gerçeğini açığa çıkarmıştır. Zaten 14 Temmuz Direnişi şöyle bir gerçeklik üzerinden açığa çıkmıştır: Diğer örgütler, gruplar 12 Eylül faşizminin zindandaki uygulamalarını normal görmüşler ve “Faşizm gelmiş ne yapalım normaldir, artık kadere boyun eğmek, faşizmin gidişini beklemek gerekir; yapılacak bir şey yoktur, şu anda yapılması gereken bu günleri atlatmaktır; bu günleri atlatmak için beklemektir” biçiminde bir yaklaşım göstermişlerdir. Yani düşmanın uygulamalarını normal görmüşler ve “Bunlara karşı direnilemez, bir şey yapılamaz” demişlerdir. Bunu da direnilmesi ve kesinlikle kabul edilmemesi gereken bir siyasal yaklaşım ve uygulama olarak görmemişlerdir. Bu açıdan da zindan koşullarında direnmeye gerek duymamışlardır.
PKK’li tutsaklar ise daha ilk baştan bu uygulamaları kabul etmeyeceklerini, kabul etmelerinin mümkün olmadığını söylemişler ve 12 Eylül faşizmine karşı zindanlarda direnişe geçmişlerdir. Direniş başarısız olduktan ve sonuç alamadıktan sonra da kendi durumlarını ve belli kurallara uymalarını meşrulaştırmamışlar aksine kendi konumlarını ve durumlarını teslimiyet olarak değerlendirmişlerdir. Böyle uç değerlendirmeler yaparak aslında kendilerinin durumlarının kabul edilmeyeceğini, bu durumu kabul etmediklerini açık ve net ortaya koymuşlardır. Kendilerini lanetlemişlerdir. Çok az da olsa kurallara uymalarını hiçbir zaman normal görmemişlerdir. Zaten kendi durumlarını normal görselerdi direnme istemi ve eğilimi duymazlardı veya 12 Eylül askeri cuntası koşullarını “normaldir, artık faşizmin darbesi olmuştur, yapacak bir şey yoktur” deselerdi direnmezlerdi. Bu anlayışı kurallara uyulan dönemde de kabul etmemişlerdir. Kabul etmedikleri gibi kendilerini lanetlemişlerdir, birbirilerinin yüzüne bakamaz duruma gelmişlerdir.
Gerçekten de Diyarbakır Zindan koşullarında kurallara uyulduğu zaman PKK’nin önder kadroları ve tutsakları birbirlerinin yüzüne bakamıyorlardı. Çünkü onlar direnme, mücadele etme ve kazanma konularında halka söz vermişlerdi. Koşullar ne olursa olsun direneceklerini söylemişlerdi, ama bunu yapamamışlardı. Bu açıdan da kendilerini yerden yere vuruyorlardı. Özeleştiriden öte, kendilerini lanetleyen, artık kendilerinden utanan bir durumu yaşıyorlardı. Ama diğer örgütler öyle değildi ve bu durumu kendileri için normal görüyorlardı. Bundan rahatsızlık duymuyorlardı. Bu durumun gelip geçici olduğunu, bugünlerin gelip geçmesini beklemekten başka bir yaklaşım ve tutum gösterilemeyeceğini söylüyor ve inanıyorlardı. Bu nedenle onlar zindan koşullarında PKK tutsakları kendilerine direnme teklifi götürdüğünde de kabul etmemişlerdir. “12 Eylül faşizmi gelmiştir; artık bazı baskılar ve kısıtlamalar olur, bunu kabul etmek gerekir” diyerek ortak direnmeyi reddetmişlerdir. Onlar “birazcık baskı ve kısıtlama olur, buna da katlanılabilir” diyorlardı. Ama 12 Eylül faşizmi sonrası Diyarbakır Zindanı’ndaki uygulamalar göstermiştir ki, sorun baskı olması ve bazı hakların kısıtlanması değildi; tamamen tutsakları itirafçılaştırmak, inançlarından vazgeçirmek, yıldırmak, davalarına ihanet ettirmekti. Onların şahsında Kürt halkının iradesini kırmak istiyorlardı. Yani çok uğursuz bir amaçla bu baskılar yapılıyordu. Kürt halkını tümüyle bitirmek isteyen, Kürdistan’ı ve Kürtlüğü ortadan kaldırmak isteyen uğursuz bir hedefle bu baskıları yapıyorlardı.
Diğer örgütler bu durumu normal görüyorlardı; fakat PKK’li tutsaklar bu durumu hiçbir zaman normal görmediler, kendilerinden utandılar, kendilerini lanetlediler, birbirlerinin yüzüne bakamadılar. Neredeyse “yer yarılsa da yerin dibine girsek” ya da “kaybolsak da kimse duymasa, görmese” yaklaşımı vardı. Kendilerini artık ölmüş olarak görüyorlardı. Artık ideolojik ve siyasal olarak o kadar büyük bir utanç içindeydiler ki kendilerini yerin dibine girmesi gereken durumda hissediyorlardı. İşte tarihe, topluma, halka, insanlığa karşı kendi konumlarını böyle hissettikleri için direnme cesareti gösterdiler ve direnmenin gerekli olduğuna inandılar. Bu koşulları normal görmek, bu koşullarda direnilemez, yapılamaz, edilemez demek yerine, koşullar ne olursa olsun direnilebilir dediler ve bunun yerine halka ve tarihe karşı duyulan sorumluluğun gereği; halkın, örgütün, partinin, arkadaşlarının zor duruma düşmemesi ve büyük zorluklar yaşamaması için kendi şahıslarında partinin ve halkın büyük bir darbe yememesi için büyük bir ciddiyet ve sorumlulukla direnişi gerçekleştirmişlerdir.
1982 yılında gösterilen bu direniş ve irade bazı örgütlerin teslimiyetçi ve mücadele edemeyeceği gerçeğini ortaya çıkardığı gibi, Kürdistan’da ve Türkiye’de iddialı olan; kendini sol-sosyalist, ulusal kurtuluşçu olarak gösteren bazı gurupların da bu kalibrede olmadığını, bu iddialarına sahiplenecek kapasite, kalitede olmadıklarını ortaya koymuştur. Tabi ki bazı gurupların da zindandaki duruşunu etkilemiş, onları direnişe götürmüş ve 12 Eylül’e karşı belli bir duruş içinde olmalarını sağlamıştır. 14 Temmuz Direnişi olmasaydı sadece Kürdistan’da değil, Türkiye’de de birçok gücün direnme iradesi kırılacak, ortada bir şey kalmayacaktı. Varlıkları ortadan kalkacaktı. Bu açıdan 14 Temmuz Direnişi sadece Kürdistan’da değil, Türkiye’de de direniş ruhunun önemli düzeyde gelişmesinde ve ayakta kalmasında rol oynamıştır.
KEMAL PİR BİR DAVA İNSANIDIR
14 Temmuz’da yaşamını yitiren Kemal Pir, Ali Çiçek, Hayri Durmuş ve Akif Yılmaz yetenekleri ve özellikleriyle öne çıkan kişiliklerdi. Özgürlük mücadelesinin sembollerine dönüşen bu isimlerin her birisinin özgün önemlerini tek tek sormak istiyoruz. “Kemal Pir” denilince akla ne geliyor, neyi ifade ediyor.
Kemal Pir her şeyden önce bir dava insanını, bir inancı bir kişi nasıl temsil eder; bir inancın, dava insanının coşkusu nasıl yaşanır; bir kişi inancını, davasını nasıl bu düzeyde ruhunda ve coşkusunda yaşatır ve dışarıya yansıtır buna en somut örnektir. Kemal Pir bir dava ve inanç insanı coşkusunu nasıl dışarı yansıtır, bu coşkusuyla çevresini nasıl etkiler bunun en somut ifadesidir. O nedenle de Kemal Pir’i görüp de etkilenmemek mümkün değildir. Sadece düşünceleriyle değil, duruşuyla, coşkusu ve heyecanıyla dinleyenleri kesinlikle etkileyen bir devrimci kişiliğe sahipti. Özellikle gençliği çok fazla etkileyen bir arkadaştı. Onu görüp de etkilenmeyen genç yoktur. Tam da gençlerin duygusuna, ruhuna, coşkusuna uygun bir devrimci kişilikti. Gençlerin kendilerine öncü olarak kabul edebilecekleri bir kişilikti. Bu yönüyle Kemal Pir nereye gitse gençleri ayağa kaldırır, mücadele ve direnişin içine çekerdi. Kemal Pir’in gerçekten böyle bir karakteri vardı. Kemal Pir’i dinleyip de onun düşüncesinden etkilenmemek mümkün değildi. Çünkü O’ nun düşüncesiyle duygusu ve her şeyi bütünleşirdi. Düşüncesi bütün mimiklerine, el-kol hareketlerine yansırdı. Bırakalım dinlemeyi, uzaktan izleyen biri bile onun nasıl bir dava, mücadele ve inanç insanı bir devrimci olduğunu anlardı.
Öyle ki Kemal Pir 12 Eylül öncesi yattığı Urfa zindandan kaçıp Ortadoğu alanına gittiğinde Lübnan’da bazı Arap devrimcilerle tartışır. Tabi onlarla konuşurken Türkçe konuşuyor, artık kendisini çat pat bildiği İngilizce ve Arapçayla ifade etmeye çalışır. Böyle anlatmaya çalışıyor, ama tabi çevresindekiler anlamıyor. Kemal Pir onların anlayacağı dili yani Arapçayı konuşamadığı için onlar anlayamıyor. Bir arkadaş, “Kemal bunlar senin söylediklerini anlayamazlar, senin dilini bilmiyorlar” dediğinde Kemal Pir “ben konuşurum onlar anlar. Onlara anlatırım” diyor. Gerçekten de Kemal Pir’i bakarak o haliyle de dinliyorlarmış. Coşkusuna, heyecanına, anlatımına bakarak Kemal Pir’in nasıl bir inançlı devrimci olduğunu, kendi inancını başkalarına anlatmak için ne büyük çaba gösterdiğini görünce etkileniyorlar. Kemal Pir böyle bir kişilikti. Zaten yerinde duramazdı. İki defa cezaevinden kaçması bunun somut örneğidir. Aslında 12 Eylülden önce yakalanmıştı. Eğer 12 Eylül 1-2 ay daha geç kalsaydı Kemal Pir o zindan da kaçacaktı. Yani Kemal Pir böyle dar bir yere sığacak, kontrol altına alınabilecek bir kişi değildi. Enerjisini mutlaka mücadeleye akıtmak isterdi. Bu yönüyle yerinde duramaz, kabına sığmaz bir kişilikti. En temel özelliklerinden biri de buydu.
Kemal Pir devrimciliğinde düşünce, eylem, örgütlenme iç içeydi. Düşünce, örgütlenme ve eylemi çok ayrı süreçler olarak gören bir yaklaşıma sahip değildi. Kemal Pir kendini düşünme ve eğitmeyle sınırlı bırakmaz çevresini de örgütlerdi. Kemal Pir örgütlediği andan itibaren de eylem başlamış demekti. Kemal böyle devrimci bir kişiliğe sahipti. Gerçekten de gençlerin böyle akışkan olması lazım. Eğitim, örgütlenme ve eylemin iç içe geçtiği bir yaklaşım ancak gençliğin devrimci rolünü oynamasını sağlatabilir. Gençlik devrimci rolünü ancak Kemal Pir tarzıyla oynayabilir. Bu yönüyle Kemal Pir devrimciliğe en iyi örnekti.
Enternasyonalist bir devrimciydi, Karadenizliydi. Gümüşhane’den gelmişti, ama Önder Apo’nun en değerli arkadaşlarından olmuştu. Önder Apo’yu en iyi anlayan o olmuştu. Kemal için inanç çok önemliydi. Zaten kısa sürede Önder Apo’yla büyük yoldaş olması, halkların kardeşliğinin de sağlanmasını ifade ediyordu. Halkların kardeşliğini, Kürt halkıyla Türk halkının mücadele birliğini Önder Apo’yla yoldaşlıklarında somutlaştırmışlardı. Önder Apo sadece Haki için değil Kemal Pir için de “gizli ruhum” diyordu. Bu arkadaşlar için “bunlar beni en iyi anlayan arkadaşlarım” diyordu. Çok pratik zekalıydı, sezgileri çok güçlüydü. Doğruyu gördüğü zaman hemen uygulamaya geçerdi, bağlanırdı. Kemal Pir’in bir doğruyu gördükten ve bağlandıktan sonra onun gerekliliklerini yapmaması mümkün değildi. İnandığı, bağlandığı ve önüne hedef olarak koyduğu zaman onu mutlaka pratikleştirmek isterdi. İşte bu özellikleri gençliği etkiliyordu. Bu özellikleri gençliği etkilediği için de PKK’ye, Apocu guruba gençliğin en fazla katılımı da Kemal Pir’den etkilenerek oluyordu. Kemal Pir’in olduğu yerde kesinlikle gençliğin katılımı yoğundu, gençler hemen katılım eğilimi gösterirdi. Bu yönüyle Apocu Hareket’in ve gurubun gelişmesinde, yoğun gençlik katılımı olmasında çok önemli bir yere sahiptir.
Kemal Pir karakteri bir önder karakter olduğu gibi bir komutan karakteriydi de. Eğer Kemal Pir yaşasaydı bir taburu bir tugay gibi savaştırırdı. Zaten Lübnan’a gittikten sonra Önder Apo kısa sürede onunla konuşup görevlendirmiş ve Kürdistan’da gerilla savaşını başlatma ve geliştirmeyle sorumlu kılmıştı. Yakalandığı dönem Lübnan’dan böyle bir sorumlulukla gelmişti. Ama yakalanınca hareketin de bu planları sekteye uğramıştı. Eğer Kemal Pir yakalanmasaydı mutlaka ne yapar ne eder gerillayı örgütler ve savaşı geliştirirdi. Gerçekten küçük bir gurubu büyük bir ordu gibi savaştırırdı. Kemal Pir’in yanında en cesaretsizler bile büyük cesaret kazanır, büyük kahraman olurdu. Duruşuyla, tutumuyla herkesi cesaretlendiren bir kişilik olurdu. Kemal Pir’in yanında herkes bir kahraman, fedai kişilik olarak mücadele ederdi. Böyle bir karaktere sahipti Kemal Pir. Tabi daha farklı birçok özelliğinden de söz edilebilir.
Zaten zindan direnişindeki tutumu ortadadır. Birinci ölüm orucunun öncülüğünü yapmıştır. İkinci ölüm orucunda kendisinin de söylediği gibi bir kişi eyleme başlayınca kendisi de hemen ikincisi olmuştur ve tarihi bir bilinçle direnişe katılmıştır. Belki zindanda en fazla zorlanan arkadaşlardan birisiydi. Hayri Durmuş arkadaşla Kemal Pir teslimiyet ve kurallara uyma dönemi dediğimiz dönemde en fazla zorlanan arkadaşlardı. Bu durumu kabul edemiyorlardı ve içlerine sindiremiyorlardı. Bu yönüyle 14 Temmuz Direnişi başlayınca en fazla huzura kavuşan arkadaşlar olmuşlardır. Nitekim Kemal Pir ölüm orucunda şehadete giderken “oh be özgürlük ne kadar güzelmiş” diye duygularını ifade etmiştir. Onun için önemli olan devrimci ve onurlu duruştu. Onurlu duruşun gösterilmesi önemlidir, yaşamın uzunluğu ve kısalığı onun için önem değildir. Ölüm orucunda şehadete giderken en coşkulu dönemlerini yaşamıştır. En küçük bir tereddüt göstermeden yaşamlarını ortaya koyarak ölüm orucunun başarıya ulaşmasında en temel rolü oynamışlardır.
HAYRİ DURMUŞ BİLGE BİR KİŞİLİKTİ
Hayri Durmuş da 14 Temmuz Direnişi’nin önder kadrosuydu. Aslında 14 Temmuz’u başlatandı. Birinci direnişte komutanlığı, öncülüğü Kemal yapmıştı, ikincisinde ise Hayri yapmıştı. Hayri zindandaki kurallara uyma döneminde gerçekten arkadaşların çektiği işkenceyi kendi yüreğinde hisseden bir arkadaştı. Arkadaşlara vurulan her cop, yapılan her işkence onu da acıtıyordu. Yüzlerce, binlerce tutsağın acısını, çektiği işkenceyi kendinde hissediyordu. 12 Eylül faşizmi altında halkın çektiği acıları kendi beyninde, yüreğinde, vücudunda hissediyordu. Gerçekten de Hayri’nin içinde bu halkın evlatlarının çektiği bu acı çok büyük bir ağırlık teşkil ediyordu, çok zorluyordu. Yaşamının her saniyesi halkının ve arkadaşlarının çektiği acıyı paylaşmakla geçiyordu. Zaten bu büyük sorumluluğu taşıdığı için 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucunu sonuna kadar götürme kararlılığıyla başlatmıştır. Nitekim hakim anladığı için “Hayri gel bırak; kolorduya başvuralım” demiştir. Ama Hayri hiçbir biçimde vazgeçmeyeceğini, şimdiye kadar kendilerini anlattıklarını, ama dikkate alınmadıklarını bu nedenle de bu direnişi sonuna kadar götüreceklerini vurgulamıştır. Yani daha başından itibaren direnişin zaferini ilan etmiştir. Böyle bir kişilikti.
Hayri bilge bir kişilikti. Adımını atarken çok ölçerek atardı, yanlış bir adım atmamaya çalışırdı. Böyle büyük bir yoğunlaşması vardı. Her kararını doğru vermek, doğru uygulamak ve pratikleştirmek isterdi. Bu bakımdan cezaevinde herkes onun doğru karar alacağına ve doğru tutum takınacağına inanırdı. Zindan sürecinde kurallara uyduğu dönemde Kemal kendine bir şey sorulduğunda, “bana bir şey sorulmasın; doktor ne diyorsa öyledir” diyordu. Doktor derken Hayri’yi kastediyordu. Doktor ne derse onu yerine getireceğini söylüyordu. Sadece Kemal Pir için değil bütün arkadaşlar için Hayri’nin böyle bir otoritesi, etkisi ve itibarı vardı. Genç yaşta büyük bir bilgeliğe kavuşmuş bir devrimci önderdi. Bunu herkes kabul ederdi. Hayri’yi böyle bildikleri için Hayri bir karar verdiği zaman mutlaka doğru bir karar verdiğini biliyorlardı. Bırakalım tutsakları, bunu düşman da biliyordu. Düşman da bildiği için Diyarbakır sıkıyönetim mahkemelerinin PKK davaları hakimi Emrullah Kaya bile Hayri ölüm orucunu açıkladığında o kararın sonuna kadar gideceğini hissetmiş ve hemen sarsılmış ve ürkmüştü. O güne kadar izledikleri baskının ve zulmün, mahkemelerdeki bütün uygulamaların boşa çıktığını hissetmiştir. Hayri Durmuş’un böyle bir karakteri vardı. O kendisini davasına, halkına, örgütüne adamış bir insandı. Nitekim ölüm orucu içinde “mezarıma halkına borçludur diye yazın” derdi. Halkına borçlu yazılmasını istedi. Çünkü ona göre bir halkın evladı, o halkın bütün acısını dindirmeliydi; bütün derdine çare olmalıydı. Halkını mevcut acılardan, zulüm ve baskılardan kurtarmalıydı. Saçından tırnağına kadar her şeyini bu halka vermeliydi ve bu halkı zulümden kurtaracak bir pratiğe sahip olmalıydı.
Bir halkın evlatlarının ve devrimci önderlerinin böyle olması gerektiğini düşündüğü için şehit düşmeden önce “mezarıma halkına borçludur diye yazın” demişti. Bu kişiliği o da aynı Kemal Pir gibi Önder Apo’dan almıştı. Önder Apo da yaşamının her saniyesinin saçından tırnağına kadar halka verilmesi gerektiğini söylüyordu. Militanları böyle yetiştiriyordu. PKK’nin böyle olmasını istiyordu. Hayri gerçekten bu konuda Önder Apo’nun sorumluluk ve ciddiyetini en yüksek düzeyde temsil eden bir önder kadroydu. Bu yönüyle büyük bir örnekti. Bu yönüyle herkes Hayri’yi örnek almalıdır. Devrimciler de, demokratik siyasetçiler de, yurtseverim diyenler de örnek almalıdır. Kim “halka bağlıyım, bu halkın evladıyım” diyorsa en başta da Hayri’yi örnek alması gerekmektedir. Hayri’yi örnek almadan halk sevgisi olamaz. Hayri’yi örnek almadan kim “iyi devrimciyim, halka bağlıyım “ diyebilir? Bu yönüyle Hayri Arkadaş gerçekten de Kürdistan tarihinin en zor döneminde Kürt halkına, Özgürlük Hareketine, yoldaşlarına en yararlı olacağı dönemde, Kürt halkının ve örgütünün ona en fazla ihtiyacı olacağı dönemde 14 Temmuz direnişini başlatmış ve bu günkü büyük sonuçları ortaya çıkarılmıştır. 14 Temmuz’un yarattığı büyük sonuçlar düşünüldüğünde, PKK’nin ruhunun 14 Temmuz ruhu olduğu, bu ruhun başarıdan başarıya koştuğu ve yenilmez olduğu düşünüldüğünde gerçekten Hayri’nin nasıl sorumlulukla hareket ettiği, sorumluluk duygusunun ve halk sevgisinin ne derece yüksek olduğu görülecektir. Bunu tutumuyla açık ortaya koymuştur. Yani zamanında, yerinde, gecikmeden düşünen, karar alan, pratiğe geçen bir arkadaştır. Alevilerde Hızır gibi yetişmekten söz edilir; gerçekten de Hayri arkadaşlarına, yoldaşlarına, halkına, partisine en sıkıntılı ve zorda olduğu dönemde Hızır gibi yetişmiştir. Tam da halkının, yoldaşlarının, örgütünün ihtiyacı olduğu direnme ruhunu, iradesini ortaya koyarak Kürdistan tarihindeki en değerli yerini almıştır.
AKİF YILMAZ GERÇEK BİR PKK MİLİTANIYDI
Akif Yılmaz tam bir dava adamıydı. Gerçek bir PKK militanıydı. Tarihte dinlerde, inançlarda derler ya “mürit” gerçekten de bu karakterde bir militan ve dava adamıydı. Örgütüne, Önderliğine, yoldaşlarına sarsılmaz bir inançla bağlıydı. PKK’ye, Önder Apo’ya, Apoculuğa inanarak katılmıştı ve katıldıktan sonra da kendisini tam veren, bir mürit gibi kendisini bu mücadeleye yatıran bir yoldaş olmuştu. Bazı yönleriyle dervişane bir karakteri vardı. Bir derviş gibi davasına sahip çıkan, inancını ve mücadelesini tamamıyla bir derviş yaşamıyla yürüten bir arkadaştı. Akif Yılmaz’da duygusallık da, bağlılık da, sorumluluk duygusu da fazlaydı. Böyle bir militan kişilikti Akif Yılmaz. Bir eksiklik ve yetersizlik yaptığı zaman onu hiç unutmayan karaktere en somut örnektir. Daha cezaevine girmeden Mazlum Doğan’ın cezaevinden kaçırılmasında görev alan bir arkadaştı. Ama başarısız bir eylem olduğu için o eylemi hayatının sonuna kadar unutmamıştır. Hayatının sonuna kadar bu eylemdeki başarısızlığını sorgulamıştır. Özellikle de Mazlum Doğan şehit düştükten sonra yaşadığı günler ona çok ağır gelmiştir. Nasıl bir fırsat düşer de Mazlum Doğan’a layık olabileceği bir eylem yapabilir diye beklemiştir. Bu açıdan bir direnişin başlamasını beklemiştir. Bir direnişte tarihi rol oynayarak Mazlum’a, partiye, Önder Apo’ya ve halka karşı borcunu ödemek istemiştir. Mazlum’u kaçıramamanın üzerine yüklediği sorumluluğu az da olsa hafifletmek istemiştir. Akif Yılmaz bu açıdan çok zorlandı. Direnişin en zor dönemlerinde yanyanaydık.
Akif Yılmaz büyük bir bağlılık, yoldaşlık ve partililiği ifade ediyordu. Bir parti militanı ve PKK’li Önderine, örgütüne, halkına nasıl bağlı olur Akif Yılmaz bunun çok çarpıcı ve özgün bir örneğini vermiştir. Yani tam inanmıştır. Bu yönüyle Ortadoğu halklarının, toplumlarının davaya inanmalarının en somut örneği Akif’te görülürdü. Tam bir Ortadoğu kişiliğiydi; inandı mı tam inanır, iman etti mi tam iman ederdi. Bu yönüyle onda manevi dünya güçlüydü. Bir davaya inanma, bağlı olma konusunda tam da Ortadoğu’daki dervişlerin, derviş gibi davaya bağlı olanların ortaya koyduğu tutumu Akif Yılmaz’da rahatlıkla görebilirdik. Zaten ölüm orucuna başladığında hiçbir tereddüt göstermedi, büyük bir rahatlama yaşadı. Şehadete yaklaştıkça da sorumluluğunu yerine getirmenin huzuruyla dervişçe yaşamını verdi. Bir derviş yaşamı vermeden önce inandığı dava için ne hissederse Akif Yılmaz da öyle hissederek şehit düşmüştür.
ALİ ÇİÇEK KIZIL YILDIZIMIZDI
Ali Çiçek Hayri Durmuş’un deyişle bizim Kızıl Yıldızımızdı; gençlik sembolümüzdü. Ele avuca sığmaz bir arkadaştı. Kemal Pir’in öğrencisiydi ve ondan çok etkilenmişti. Kemal Pir’in devrimci kişiliğini, heyecanını ve coşkusunu kendi kişiliğinde yaşatmak isteyen bir genç yoldaşımızdı. Bu açıdan gençlik sembolü olmayı gerçekten hak etmiştir. Buna layık bir direnişçi, bir genç devrimciydi. Özellikle de Kemal Pir’in o kabına sığmaz özelliklerini almıştı. Zaten ölüm orucunda birçok arkadaş yan yanaydı ama en fazla diyalog Kemal Pir ile Ali Çiçek arasında geçmiştir. Kemal Pir’in büyük ruhu ve coşkulu devrimciliğiyle, Ali Çiçeğin o genç devrimciliği gerçekten de birbirini tamamlayan ve anlayan karaktere sahiptiler. Bu bakımdan kendi aralarında sohbet ederler, diyalog kurarlardı ve bu diyalogları tamamen coşkularını yansıtırdı. Ali Çiçek bir defasında direnişe geçen arkadaşları dinlemeye gelen Celal Bucak’ın tırşıkçılarını gördüğünde öfkelenmiş ve küfürler yağdırmıştı. Günlerce o öfkesini kimse durduramadı. Onların öyle zindanda gelip alt kat hücrelerde ölüm orucunda büyük bir kararlılık ve inançla direnişi sürdürenleri dinlemelerini, zindan zebanilerine ve yönetimlerine şikayet etmelerini içine sindiremiyordu. Nitekim o kadar öfkeliydi ve Celal Bucak’ın tırşıkçılarına o kadar ağır laf ediyordu ki, sonunda onlar da dayanamayarak “bizi buradan alın” diyerek çekip gitmişlerdi. Ali Çiçek böyle bir kişilikti. Zaten birinci Ölüm orucu direnişinde en son bırakan birkaç arkadaştan biriydi. Gerçekten sonuna kadar bırakmadı. Ona göre Kemal Pir yoldaşın izinde sonuna kadar gitmeliydi. Gerçekten de öyle oldu. Kemal Pir birinci Ölüm Orucu’nda direnişi bırakmadan o bırakmadı. 14 Temmuz Direnişine Kemal Pir başlar başlamaz hemen o da başladı. Kemal Pir gibi 14 Temmuz Ölüm Orucu Direnişinde sonuna kadar direnerek bu büyük şehitler kervanına katıldı. Bugün Kürt gençliğinin kahramanca direnmesinde ve militan kişiliğinde Ali Çiçek’in çok önemli bir etkisi ve rolü vardır. Zaten kurallara uyma döneminde hep önder kadroların tekrar direnişe geçmesini beklemiştir. Bu heyecanı ve coşkuyu sürekli yaşamıştır. Ölüm orucu başladığında hemen katılarak PKK’ye bağlılığını, gençlik coşkusunu, tutumunu ortaya koymuştur. Gençlik hiçbir zaman geride kalmaz. Kürt gençliğinin bugün geride kalmama, en önde yürüme gerçeğini Ali Çiçek ölüm orucunda da geride kalmayarak hemen kendi tutumunu ortaya koyarak göstermiştir.
14 TEMMUZ DİRENİŞİ KÜRDİSTAN DEVRİMİ’NİN TARZINI YARATTI
“14 Temmuz Direnişi’nin ruhu bugün ne ifade ediyor” denilirse bunun en somut örneği PKK’nin bugünkü fedai direnişinde görülebilir. Gerillanın fedai direnişçiliğinde 14 Temmuz Direnişçiliğini görmek mümkündür. Dünyanın en vahşi örgütü IŞİD’e karşı Kobanê’deki, Rojava’daki, Şengal’deki fedaice direniş ve IŞİD’i püskürtme bugün 14 Temmuz direniş ruhunun en somut biçimde kendini ifade ettiği bir gerçeklik olmaktadır. Bu ruh yenilmezliği ifade ediyor. 14 Temmuz Direnişi Kürdistan Devrimi’nin tarzını yaratmıştır. Yani zor koşullarda direnip mücadele etmenin tarzını yaratmıştır. Bu yönüyle Kürt halkının ve direnişçilerinin eline yenilmezliğin anahtarını vermiştir. 14 Temmuz ruhu, tarzı yenilmezliğin şerbeti, iksiridir. Bir yenilmezlik tarzı ve ruhudur. Bu nedenle de onlarca yıldır çok ağır koşullarda bir savaş yürütülmesine, Dünyanın, Türkiye’nin, Ortadoğu’nun birçok gücünün PKK’ye ve Önder Apo çizgisine karşı savaşmasına rağmen bugün 14 Temmuz çizgisi başarıyorsa ve bugün her yerde direniş başarıyla yürütülüyorsa bunda tabi 14 Temmuz Direniş ruhunun belirleyici etkisi vardır. 14 Temmuz ruhu bugün Ortadoğu’da yenilmezliği ifade ediyor. Ortadoğu’da halkların kardeşliğine dayalı demokratik sosyalizm çizgisini ifade ediyor. Kemal Pir’in Kürdistan Devrimi’nde Türkiye Devrimi’ni görüyorum demesi gerçeğini ifade ediyor. Artık Kürdistan Devrimi’nde sadece Türkiye Devri’mi değil, bütün Ortadoğu Devrimi görülmektedir. Kürdistan Devrimi aynı zamanda bütün Ortadoğu’nun devrimi demektir. Zaten Önder Apo “Kürdistan’i olan her şey evrenseldir” diyerek bu gerçeği ortaya koymuştur. 1982 yılının en zor koşullarında “dün 6’ydık, bu gün 16 olduk, yarın milyonlarca olacağız” diyen Kemal Pir’in inancı bugün Ortadoğu’da büyük devrimde yaşanmaktadır. Kemal Pir’in ölüm orucu sırasında söylediği “yaşamı uğruna ölecek kadar seviyorum” gerçekliği bugün Kürt halkında vardır. Kürt halkı özgür yaşamı uğruna ölecek kadar seviyor. Özgür yaşamı elde etmek için uğruna ölüyor. Bugün Kürt anaları, babaları yaşamı uğruna ölecek kadar seven oğullarını büyük bir coşkuyla karşılıyorsa, bunu Kürt halkında 14 Temmuz yaratmıştır. Kürt anaları ve babaları biliyorlar ki oğulları-kızları yaşamı uğruna ölecek kadar seviyorlar. Özgür yaşam dışında bir yaşam tercihini kabul etmiyorlar. Özgür yaşam dışında diğer tüm yaşam seçeneklerinin ölüm olduğunu gördükleri için özgür yaşam için yaşamlarını ortaya koyuyorlar. Ve bugün 14 Temmuz gerçekten de yaşamı uğruna ölecek kadar seven, özgürlüğü için tüm yaşamını ortaya koyan bir halk gerçekliği yaratmıştır. Bugün Kürt gerçeğinin Ortadoğu’da bir güneş gibi parıldaması aslında 14 Temmuz ruhunun en somut ifadesidir. Önder Apo “PKK’nin ruhu 14 Temmuz ruhudur” demiştir. Bugün PKK’nin ruhu Kürt halkının ve Ortadoğu halklarının ruhu haline gelmiştir. 14 Temmuz’un ruhu yenilmez bir ruh, tarzı yenilmez bir tarzdır. Bu yenilmez tarz ve ruh Kürt halkını bu düzeye getirdiyse, bu yenilmez tarz ve ruh sadece Kürdistan’ı değil mutlaka bütün Ortadoğu halklarını özgürleştirecek ve Ortadoğu’yu dünya özgürlüğünün, demokratik yaşamının, yeni demokratik uygarlığın beşiği haline getirecektir.