Kalkan: Hem Kürtlerin hem Ortadoğu’nun birliği gerekli

PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, demokratik yaşamı kurmak için hem Kürtlerin hem de Ortadoğu halklarının birliğinin gerekli olduğunu belirtti. Kalkan, Erdoğan’ın da Batı başkentleri arasında top gibi dolanıp Türkiye’yi peşkeş çektiğini kaydetti.

PKK’nin, mücadelenin tam sonuç alabilmesi için birlik yaratmanın zorunluluğunu gördüğünü kaydeden PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, “Sadece PKK ile nasıl bir Kürt özgürlüğü kurmak mümkün, yeterli olmuyorsa sadece Kürtlerle bölgede bağımsızlığı, özgürlüğü, demokratik yaşamı kurmak da mümkün olmuyor. O halde birlik gereklidir. Kürtlerin de birliği gereklidir, Ortadoğu halklarının da birliği gereklidir. Birlikte mücadele lazım” dedi.

PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, ANF’nin sorularını yanıtladı.

8 ay aradan sonra aileler İmralı’ya gitti. İmralı’da çıkan yangın sonrası bu görüşme ne anlama geliyor?

Öncelikle bu dönemde tepki veren, öfkesini ortaya koyan, sokaklara inen, aile ve avukatların mutlaka Önderlik’ten haber getirmesini isteyen; işini bırakan, açlığı-susuzluğu dinlemeyen ama 24 saat Önder Apo ile birleşen, kendi özgürlüğünü Önder Apo’nun özgürlüğünde görerek böyle bir tarihi özgürlük eylemi içerisinde olan herkesi buradan kutluyorum, selamlıyorum. Gerçekten büyük bir ruh, bilinç ve örgütlülüktü. Kuşkusuz herkes kendi tecridini kırmak, özgürlüğünü sağlamak, demokratik yaşamına ulaşmak için bunu yaptı ama bunun Önder Apo’nun özgürlüğüyle gerçekleşeceğini görmeleri çok önemlidir. Bu temelde Önder Apo’yu yaşanan düzeyde sahiplenme tarihi bir sahiplenmeydi. Eşi bulunmaz bir girişimdi. Kürt toplumunun ve dostlarının Önder Apo etrafında kenetlenmeleri, ateşten çember oluşturmalarının, geçen 22 yıl boyunca azalmadığını, tam tersine hem nicelik bakımından Önder Apo’yu sahiplenenlerin çokluğu çerçevesinde hem de tepki, öfke bakımından çok daha büyümüş olduğunu gördük. Bu çok ciddi bir durumdur, büyük bir önem arz ediyor.

Söz konusu olay yanlış ya da yalan değil, İmralı’da böyle bir yangın olmuş, bunu 2 Mart tarihli görüşmede Önder Apo ve İmralı’da tutulan diğer tutsak yoldaşlar da doğruladı. Böyle bir olay yaşanmış, bu bir gerçek, fakat faşist özel savaşçı şef  Süleyman Soylu’nun bunu açıklayış şekli, zamanı, ortamı farklıydı. O tarz bir açıklama, böyle bir pratik olayı psikolojik özel savaşa dönüştürme, ondan özel savaş kapsamında sonuçlar alma amacını güttüğünü net bir biçimde ortaya koyuyordu. Yoksa öyle bir program ortasında dil ucuyla gayri ciddi bir biçimde söylemez, oturur ciddi açıklama yapardı, ciddiye alındığını, Kürt toplumuna, demokratik devrimci güçlere gösterirdi. Buna karşı neler yapılmış, ne tür tedbirler geliştirilmiş, sonuç ne olmuş onları açıklar ve böylece bilgi yetersizliğini ortadan kaldırır, yanlış anlama ve etkilemeleri önleyebilirdi. Dikkat edilirse böyle yapmadı. Tam tersine orada belki de kendiliğinden çıkmış ya da çeşitli farklı sebeplerle olmuş bir olayı, bir psikolojik özel savaş saldırısına dönüştürmek istedi. Burası çok önemlidir.

Karşımızda tepeden tırnağa faşist özel savaşla donanmış bir rejimin olduğu, yaşamın her alanını psikolojik özel savaşa dönüştürmeye çalıştığını görüyoruz. Toplum, 7’den 70’e her günün 24 saatinde böyle bir topyekun faşist özel savaş saldırısıyla karşı karşıya, bu son derece açık bir gerçeklik ve bunun da çok önemli bir boyutu, psikolojik savaştır. Süleyman Soylu’nun söz konusu girişimi de somut bir psikolojik özel savaş saldırısıydı. Çok iyi örgütlenmemişti, Kürt halkının ve dostlarının tepkileri yeterince ölçülmemişti. Deyim yerindeyse karşıtlarını ve de psikolojik özel savaş gerçeğini hafife alan bir yaklaşımı ve üslubu vardı. Bu nedenlerle tüfek geri tepti, balta ayağına değdi, psikolojik savaş sahibini vurdu. Psikolojik özel savaş işte böyle bir olaydır. Çoğunlukla yalana, oyuna, hileye dayanır. Çok ince bir çizgide hareket etmeyi içerir, bu nedenle ‘bıçak sırtında yürümek gibidir’ derler. Çok dikkatli olmaz, iyi örgütlemez ve yaratıcı ustalıkla yürütmezsen ayağını kesebilir, dolayısıyla saldırı sana dönebilir, bıçak seni vurabilir. İşte özel savaş tarzı, böyle çok incelikli bir savaş tarzıdır. Bu gerçekliği iyi hesaplayamadı. Çok abartılı bir kişilik, 24 saat özel savaş yalan ve hilesiyle yaşadığı, sürekli psikolojik savaş saldırısı içinde olduğu için ‘ben ne söylersem, nasıl yaparsam, nasıl olsa rahatlıkla sonuç alırım’ umudu ve hesabı içerisinde oldu. Yanlış hesap, Kürt toplumu ve dostlarından döndü.

Öyle anlaşılıyor ki, bir televizyon programında biraz da gayri ciddi yaklaşımla ‘İmralı’da yangın var’ derken bazı şeyleri sınamak istiyordu. Kendine göre siyasi ortamda boşluk oluşmuştu, onu faşist özel savaş kapsamında değerlendirmek istiyordu. O boşluğu psikolojik savaş saldırısıyla doldurmaya çalışıyordu. Amacı, özellikle Kürt halkının ve devrimci demokratik güçlerin tepkilerini ölçmeyi içeriyordu. Önemli bir husus buydu. Acaba durum nedir, Kürtlerin duyarlılığı ne düzeydedir, nasıl tepki verecekler? Bir tür anket yapma gibi bu sorulara cevap aramayı ifade ediyordu. Tabi yönetimimiz gerekli açıklamaları yaptı. Olay geniş tartışıldı ve değerlendirildi. Kürt toplumu ve dostları gösterilmesi gereken tepkiyi anında ve fazlasıyla gösterdi. 

Şu ortaya kondu: Tepeden tırnağa özel savaş sistemiyle donatılmış bine yakın asker tarafından denetlenen, deyim yerindeyse Uluslararası Komplo yönetiminin bilgisi dışında kuşların bile uçmadığı, her şeyin yasak olduğu İmralı’da hiçbir şey kendiliğinden olmuyor. Her şey ideolojik, siyasi, askeri oluyor. Dolayısıyla söz konusu psikolojik özel savaş saldırısının da ciddi bir ideolojik, siyasi, askeri anlamı vardı. Birçok çevre de değerlendirdi. İmralı’da hiçbir şey kendiliğinden olmaz, her şey bilinçli, planlı bir biçimde ortaya çıkartılır, yaşanır, sonuçlandırılır. Böyle ele alınca da söz konusu yangın olayının kendiliğinden çıkmadığı, çıkartıldığı, daha baştan bir özel savaş planı olarak kurgulandığı anlaşılıyor. Önce bir biçimde bir taraftan yangın çıkartıyor, ardından gayriciddi bir biçimde tam bir psikolojik savaşçı saldırısı konumunda bir TV programında bunu ifade ediyor, saldırıya dönüştürüyor. Böylece ondan sonuçlar almak istiyor. Kürt toplumunun ve devrimci demokratik güçlerin iradesini kırmak, psikolojisini bozmak istiyor. Derler ya, ‘bam teline basmak’ adeta bam teline basılmak isteniliyor. Kürt toplumunun ve dostlarının sinirleriyle oynanıyor. En hassas oldukları savaş ve barış gerekçesi saydıkları noktaya yani Önderlik noktasına saldırı yapılıyor. Bu çok tehlikeli bir saldırıdır, ciddi bir olaydır, hiçbir biçimde basit yaklaşılamayacak, hafife alınamayacak bir durum oluyor. Tamamen planlı ve örgütlü, amaçlı geliştirilmiş bir psikolojik özel savaş saldırısı oluyor. Durum bir yönüyle de böyledir. 

Söz konusu görüşmeyle Öcalan’ın verdiği mesajlar ne anlama geliyor, neyi içeriyor? 

Bunları basın-yayın organları çeşitli biçimde yayınladılar. Birçok çevre çeşitli biçimlerde tartıştı, anlamaya, anlatmaya çalıştı, çünkü herkesin gözü ve kulağı aslında Önder Apo’dadır. Artık sadece Kütler değil, Türkiye’nin devrimci demokratik güçleri, kadınları, gençleri, halkları, aynı zamanda Ortadoğu’nun ve dünyanın tüm ilerici, demokratik, sosyalist güçleri çözümün İmralı’dan geçtiğini, çözüm gücünün Önder Apo olduğunu, Kürt sorununun Önder Apo’nun geliştirdiği teorik paradigmasal ve politik çizgi temelinde gerçekleşebileceğini net bir biçimde görüyor. Önder Apo’suz bir çözümün olamayacağını herkes anlamış durumdadır. Eğer Kürt sorunu çözülecekse ve bu temelde bir Kürt-Türk barışı bu dünyada gerçekleşecekse bunun yalnız ve yalnız Önder Apo öncülüğünde gerçekleşebileceğini, bunu başaracak gücün sadece Önder Apo olduğunu artık herkes net görüyor, çok daha iyi ve derinden anlıyor. Eskiden bunu Önder Apo söylerdi. Partimiz çeşitli biçimlerde ifade ederdi. Zamanla Kürt halkı, kadınları ve gençleri bu gerçeği kavradı ve bunları dile getirmeye ve temelde eyleme geçmeye yöneldi ama artık bu durum, ne Önder Apo, ne PKK ne de Kürt halkıyla sınırlı bir olay. Artık onları çok aşmış, bütün Kürtleri kucaklamış, Türkiye halklarının hepsini içine almış, Ortadoğu’nun ve dünyanın özgürlükçü demokratik güçlerini içine çekmiş bir olgu haline gelmiş durumdadır. Meseleyi herkes artık biliyor. Önder Apo gerçeğini herkes çok daha iyi artık tanıyor. Dolayısıyla Kürt sorununu biliyorlar. Kürt sorununu kimlerin çıkardığı, bu sorunun ne anlama geldiğini, Kürt sorunu denen sorunun yaşamasından kimler ne tür çıkarlar sağlıyorlar? Tersinden sorunu kim çözmek istiyor, gerçekten nasıl çözülebilir, bu temelde Önder Apo gerçeği neyi ifade etmektedir? sorularına çok doğru ve etkili cevap verecek duruma gelmişlerdir. Bu nedenle de özgürlük ve demokrasi isteyen, barış ve istikrara kavuşmak isteyen herkesin gözü ve kulağı İmralı’dadır. Önder Apo’nun önünün açılıp özgür yaşar ve çalışır koşullara kavuşup kavuşmamasındadır. 

Bu temelde ‘Kürt sorunu’ denen sorun, ‘faşist-sömürgeci soykırım sorununa’ bir çözüm geliştirilip geliştirilemeyeceği gerçeğinin açığa çıkması noktasında odaklanıyor. Bu durum yayılarak ve derinleşerek devam ediyor, azalmıyor, hafiflemiyor. 3 Mart tarihli görüşmeye yaklaşımda da bunları bir kere daha net bir biçimde gördük ve yaşadık. Önder Apo, 2019’da yayınladığı deklarasyonu, 2 Mayıs 2019’daki görüşmede ortaya koyduğu iradeyi geliştirerek, derinleştirerek devam ettirdiğini net bir biçimde ifade etti ve herkes bunu yeniden vurguladı. Takd,irle ananlar, bunun büyük bir fırsat ve avantaj olduğunu söyleyenler, bu imkanın mutlaka gecikmeden, heba edilmeden doğru bir biçimde kullanılması gerektiğini ifade edenler çokça oldu. İşin önemini, ehemmiyetini gördüler. Önder Apo gerçeğinin çözümleyici gücünü, iradesini, ciddiyetini, sorumluluğunu bir kere daha görüp anladılar. Bu önemli bir durum ve mesajdı. 

Özel psikolojik savaşın her türlü karalamasına; yalan ve hileyle ortamı karıştırmasına, muğlaklaştırmasına karşın Önder Apo ailesiyle yaptığı bir görüşmede ortaya koyduğu tutumla her şeyi yeniden netleştiren ve aydınlatan bir gerçekliği ortaya çıkardı. Bütün o karartma, muğlaklaştırma oyunlarını boşa çıkardı, başarısız kıldı. Özgürlük ve demokrasi tutkunu olan, bunu Kürt sorununun çözümünde gören herkese bir kere daha fırsat ve imkan sundu. Bu yönlü çalışma noktasında onlar cesaret, moral ve güç aldılar. Bu, 3 Mart görüşmesinin önemli sonuçlarından biriydi. Önder Apo’nun verdiği mesajların temelini, birincisini oluşturdu. 

Diğer önemli bir mesaj ise; Önder Apo geçmişte böyle bir noktada çözüm bulmak için Kürt sorununu yaratan, çözümsüz kılan çevreleri hep uyarıyordu. Bu sefer de onları kısmen tekrar uyardı fakat bir farklılık gördük. Kürt sorununu var eden ve çözümsüz kılan çevreleri uyarmak, kendilerini değiştirmelerini istemekten çok bu kez Önder Apo onların dışında olan, Kürt sorununun çözümünü isteyenlerin, dolayısıyla Kürtlerin özgürlüğünü, Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesini isteyenlere hitap etti, onların ne yapması gerektiğini ortaya koydu. “Eğer bu isteğinizde, talebinizde ısrarlıysanız o zaman bunun gerektirdiği günlük ideolojik, siyasi, eylemsel çalışmayı yapacaksınız” dedi. “Ben 24 saat bu halimle bu yaşta böyle bir hücrede tek başına tutuluyor olmama rağmen çalışıyorum, çözüm üzerinde yoğunlaşıyorum, araştırıyorum, 24 saat çözüm arayışındayım, çalışma içerisindeyim. O halde gerçekten çözüm istiyorsanız, sizler de benim gibi 24 saat bu doğrultuda çalışacaksınız, imkanlarınız, fırsatlarınız daha fazladır. Dolayısıyla bunları kullanıp kendinizi bilinçlendirerek, örgütleyerek gerçek bir çözüm gücü haline getireceksiniz. Çözümsüzlüğü dayatan, çözüm önünde engel olan güçleri aşacaksınız, yeneceksiniz, iradenizi gücünüzü arttıracaksınız” dedi. Bu önemliydi. Herkesi bu temelde İmralı tecridine karşı mücadeleye, böylece herkesi kendi özgürlüğü ve demokrasi için daha çok mücadele etmeye çağırdı. “İmralı tecridi herkes için tecrittir. O halde herkes kendi tecridini kırmak için mücadele etmelidir. Kendi özgürlüğü ve demokrasisi için mücadele etmeli, o zaman İmralı işkence ve tecrit sistemi kırılır, Kürdistan’a, Türkiye’ye, Ortadoğu’ya özgürlük ve demokrasi gelir” dedi ve böylece özgürlük, demokrasi, Kürt sorununun çözümünü isteyenleri, İmralı işkence ve tecrit sistemine karşı olanları, bunu sözde bırakmamaya, daha çok bilince, örgütlülüğe ve ortak eyleme dönüştürmeye, daha büyük güç ortaya çıkartmaya çağırdı.

Halk eylemlerinin yanında Hareket olarak AKP hükümetine sert uyarılarınız oldu. Bu görüşmeyi, bu tutuma yönelik bir cevap olarak anlamak mümkün mü, bu görüşme kaygılarınızı sonlandırdı mı?

İmralı, savaşın en yoğun ve şiddetli verildiği yerdir. Günün 24 saatinin her anında faşist-soykırımcı özel savaşın, psikolojik savaşın saldırıları vardır. Yaşamın hepsi bu saldırılara karşı direniş olarak gerçekleşiyor. En sert ve derin mücadele İmralı’da yaşanıyor. Bu nedenle bir yangın çıkması, bir olumsuzluğun olması, bir zarar görmenin yaşanması, bunların hepsi bilinçli, planlı, örgütlü gerçekleştirilen saldırılar olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle PKK ve KCK yönetimleri yaptıkları açıklamalarla olabilecek her şeyden Uluslararası Komplo’yu örgütleyen güçlerin ve TC devletinin sorumlu olduğunu net olarak belirtti. ABD önderliğindeki uluslararası komplocu gücü, yine TC devletini, onu yöneten Tayyip Erdoğan yönetimini her şeyin sorumlusu olarak bir kere daha açıkça ifade ettiler. Bu dikkate alınması gereken çok önemli bir durum olmaktadır.

Demek ki karşımızda gerçekten de her türlü yalan ve hileye dayalı, kendinden başka hiç kimseye yaşam hakkı tanımayan bir özel savaş sistemi var. Uluslararası Komplocu güç var. Faşist sömürgeci-soykırımcı bir zihniyet ve siyaset var. Her zaman saldırabilir, hiçbir ahlak ve hukuk kuralı dinlemez, her türlü katliamı yapabilir. Kendi çıkarı dışında hiçbir şeyi düşünmez. O halde her türlü saldırıya karşı her zaman uyanık ve hazırlıklı olmak lazım. Saldırıyla karşılaşınca hemen tepki vermek gereklidir. Öyle basite almamak lazım. Kendine göre yaklaşmamak gereklidir. Faşist özel savaş tehlikeli bir savaştır. Psikolojik savaş, tamiri zor olan ağır etkiler yaratır. Bunların etki yaratmasına ve sonuç almasına asla fırsat vermeyecek bir tutum ve karşı koyuş içerisinde olmayı her zaman bilmek gerekir. Nitekim Kürt halkı, Özgürlük Hareketimiz ve devrimci demokratik güçler, İmralı’da yangın var çığırtkanlığı temelinde oynanmak istenen özel savaş oyununa anında ve yeterli tepkiyi vermeyi bilmiştir. Bu da planı bozmuş, saldırıyı kırmış, oyunu boşa çıkartmış, psikolojik savaş sahibini vurmuştur. 

Faşist özel savaşçı şef Süleyman Soylu’nun ‘İmralı’da yangın var’ çığırtkanlığıyla geliştirdiği psikolojik saldırıya halkımız ve dostlarımız anında ve çok büyük bir tepki vermiştir. Dört parça Kürdistan’da ve yurt dışında kadınlar ve gençler öncülüğünde insanlar binler, on binler, giderek yüz binler ve milyonlar halinde sokaklara dökülmüştür, meydanları terk etmemiştir, sokakları boşaltmamıştır. Günlerce böyle bir eylemlilik kesintisiz bir biçimde sürmüştür. Her alandaki eylemciler ‘aile ya da avukatlar tarafından somut bilgilendirme yapılmadan sokaklar terk edilmeyecek, meydanlar boşaltılmayacak, evlere geri dönme olmayacaktır’ diyerek doğal taleplerini dile getirmişlerdir. Gerçekten böyle de yapılmıştır. Süreç devam ettiği müddetçe milyonlar halinde Kürtler ve dostları sokaklarda ve meydanlarda oldular. Rojava’nın tümü sokağa çıktı, Avrupa’nın her tarafı Kürtler ve dostlarıyla doldu. Başûr, Rojhilat, Bakur her yerde çok farklı biçimlerde tepkiler ortaya kondu. Sonuçta, belirttiğim eylemlilik İdlib yenilgisiyle de birleşince AKP-MHP faşizmi aileleri İmralı’ya götürmek, Önder Apo ve diğer tutsak yoldaşlarla görüşme yaptırtmak zorunda kaldı. Nasıl ki İmralı’da yangın var açıklaması bir özel savaş oyunuydu ve psikolojik savaş saldırısı idiyse 3 Mart günü yapılan görüşme de tamamen böyle bir plan çerçevesinde, aslında ortaya çıkan halk tepkilerini Kürtlerin ve dostlarının ortaya koyduğu öfkeyi ve tepkiyi azaltmaya, dindirmeye dönük bir girişimdi. Bunu böyle görmek lazım. 

Şunu gördük: Direniş kazandırıyor, mücadele kazandırıyor; faşizmi ve gericiliği direniş yeniyor. Devrimci demokratik direniş karşısında hiçbir gericilik, faşist sömürgeci-soykırımcı saldırganlık dayanamıyor. Hiçbir özel savaş oyunu başarıya gidemiyor. Mazlum Doğan yoldaşın ifade ettiği gibi “direniş zafere götürüyor.” Bunu bir kere daha çok net ve somut bir biçimde yaşadık. Yoksa AKP-MHP faşist yönetimi, kendi iyi niyetiyle ya da anlayışı değiştiği için 3 Mart tarihli görüşmeyi yaptırdı denilemez. Tamamen zorlandığı, halkımızın ve dostlarımızın gösterdiği tepkiden ve öfkeden korktuğu, bunun daha da büyüyüp kendisini yıkabileceği endişesini taşıdığı, buna ihtimal verdiği, bundan dolayı derin bir korkuyu yaşadığı için söz konusu görüşmeyi yaptırmak zorunda kaldı. 

Diğer bir nokta ise 3 Mart’ta görüşme oldu diye tecrit kırılmadı, İmralı tecrit ve işkence sistemi devam ediyor, hem de ağırlaştırılarak sürdürülmeye çalışılıyor. Bunu net bir biçimde görüyoruz. Yapılan, bir tecrit kırılması değil, içine düştükleri zor durumdan kendilerini kurtarmak için geliştirdikleri bir taktik girişimdi. 

AKP-MHP faşizmi, 3 Mart görüşmesini, Süleyman Soylu’nun yaptığı gafı düzeltmek ve o söz üzerine ortaya çıkan büyük öfke ve tepkilerin daha da büyümesini ve süreklileşmesini önlemek için yaptırıldı. Nitekim ondan sonra da bir çok kez başvuru yapılmış olmasına rağmen ne avukat görüşüne ne de aile görüşüne devlet izin vermiyor. Dikkat edilirse normal koşullarda görüşme olmuyor. Ancak büyük açlık grevleri yaparsan, büyük direnişler içinde olursan, etkili tepki verirsen, yani mücadele edersen ancak sonuç alabiliyorsun. Mücadelenin gücüyle kazanıyorsun, yaşanan olaylar bize bu gerçeği net bir biçimde gösterdi. 

Kürt Halk Önderi, ‘Türkiye’de iki ayaklı bir masa var. Siz de bir ayak olmak zorundasınız. Orada güç olacaksınız. Masa üç ayaklı olursa düşmez. İki ayaklı masayı, sistem onu ne kadar korumaya çalışırsa da o sürekli yıkılmaya mahkumdur. Bunun için bizim oluşumumuz Kürtler, üçüncü ayaktır. Bu üçüncü ayağın oluşumu da büyüme ile olur’ dedi. Bunu biraz açar mısınız?

Önder Apo, daha önce de demokratik siyasetin durumunu değerlendirirken ‘üçüncü çizgi’ ya da ‘üçüncü yol’ kavramlarını kullanmıştı. Şimdi bunu ‘üçüncü ayak’ biçiminde ifade ediyor. Türkiye somutunda bu durum mevcut iki iktidar blokuna dayalı sistem yanında üçüncü bir siyasi gücün örgütlendirilip ortaya çıkartılmasını ve Türkiye siyasetine yön verir hale getirilmesini ifade ediyor. 

Söz konusu iktidar blokları biliniyor. Bugün AKP-MHP faşist blokunun geliştirdiği cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi temelinde bu iktidar blokları daha çok somutluk kazandılar. Birisi AKP-MHP ve başka bazı küçük partilerin oluşturduğu ‘Cumhur İttifakı’, diğeri ise CHP-İyi Parti ve başka partilerin oluşturduğu ‘Millet İttifakı’dır. Dikkat edilirse cumhurbaşkanlığı sistemi iki bloklu, iki partili, tıpkı ABD sistemi gibi bir sistem olarak şekilleniyor. Zaten bu 12 Eylül faşist askeri rejiminin de temel hedefiydi. Kenan Evren cuntası, ABD gibi Türkiye’yi iki partili bir sistem haline getirme hayalini güdüyordu, bunun çabasını yürüttü. 12 Eylül Anayasası’ndan sonra böyle iki parti kurdurtup diğer partileri ortadan kaldırarak, sistemi bu iki partiye dayandırmak istemişti. Bunu o zaman Turgut Özal’ın başkanlığındaki ANAP bozdu, sonra başka partilerin kurulmasına da izin verilmek zorunda kalındı. Giderek 2015’teki AKP-MHP ittifakına kadar bu durum geldi. 

AKP-MHP ittifakı, aslında aynen Kenan Evren faşist cuntasının zihniyetini, siyasetini güdüyor. Onun başlattığı, fakat tam gerçekleştiremediği hedefleri gerçekleştirmeye çalışıyor. Devrimci demokratik direniş tarafından bozulanları yeniden tamir etmek istiyor. Aslında iki blok, iki ittifak halinde böylece iki ayak somutluk kazanıyor. 

Böyle iki temel iktidar bloku, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda vardır. Bir tarafta İsmet Paşa ve arkadaşları, diğer tarafta Celal Bayar ve arkadaşları olarak ayrışmıştır. Aslında bu İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne dayanıyor. Bu iki farklı iktidar blokunu Mustafa Kemal, Enver Paşa ayrışması olarak da görebiliriz. Kendilerine göre ortaklıkları da var ama bu blokların kısmen farklı anlayışları da var. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken burada uzlaştılar. Aslında Mustafa Kemal, İsmet Paşa, Kazım Karabekir uzlaşması bir yerde İttihat ve Terakki Cemiyeti içindeki iki bloku, Türkiye Cumhuriyeti içerisinde uzlaştırma girişimiydi. Bu başarılı da oldu. Ortak bir devlet kuruluşuna da gitti. Fakat bloklar tabi yok olmadılar, erimediler. Adı ‘Cumhuriyet’ olan ama cumhuriyetle çok fazla ilişkisi bulunmayan bu iktidar ve devlet sistemi içerisinde, bu iki iktidar bloku var oldular. 

Daha sonra 12 Eylül darbesi de aynı durumu biraz resmileştirmek, sistemin yasal yapısı haline getirmek istedi. Esas olarak bu bloklar var ama sistem tam olmuyor, ne Mustafa Kemal ne İsmet İnönü ne de Kenan Evren cuntası öngördükleri bu ikili sistemi kurabildi. İki bloku uzlaştırıp bir siyasi sistem kurmaya yöneldiler ama hep bozuldu, aşıldı. Üçüncü, dördüncü ayaklar ortaya çıktı. İdeolojik-politik çizgiler, anlayışlar, görüşler gelişti. Dolayısıyla sistem yürümedi. Şimdiye kadar ‘cumhuriyet’ denen sistemin kendi iç krizi buradan ileri geliyor. Krizin yapısallığı değerlendirmesi bu anlamda oluyor ve dikkat edilirse hep darbeye gidiyor. Askeri darbe, sivil darbe hep faşist darbelerle ayakta tutulmaya çalışılıyor. 

Önder Apo bunu “darbe mekaniği” olarak da tanımlamıştı. Darbe mekaniği de buradan ileri geliyor. Yani bu sistem iki ayaklı yürümüyor. İki iktidar blokuna dayalı olarak yürümüyor. Sistem içerisinde bir sürü kriz, kaos gelişip çöküş süreci hızlanınca çare olarak Tayyip Erdoğan-Devlet Bahçeli uzlaşması yeniden iki bloklu sistem oluşturmaya yöneldi. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi aslında bunu ifade ediyordu. Bu sisteme Devlet Bahçeli’nin destek vermesi, önayak olması da bu durumdan ileri geldi. Aslında İttihat ve Terakki ve 12 Eylül darbesiyle uyumlu olmasından dolayı destek verdi fakat daha kurulmadan ayakta kalamaz hele geldi. Cumhur ve Millet İttifakına dayalı olarak oluşturulmaya çalışılan sistem yürümüyor. Kriz ve kaosunu aşamıyor. İttifakların kendi içinde birlikleri pamuk ipliğine bağlı gibidir. Her an ittifaklarda yer alan partiler çatırdıyorlar. İşte AKP kendi içinden iki tane parti doğurdu. MHP bir tane parti doğurmuştu, İyi Parti oldu. Daha böyle giderse ne kadar çok doğuracakları belli bile değildir. 

Bu mevcut iki iktidar blokuna dayalı bir sistemin Türkiye gerçeğinde yaşayamaz olmasından kaynaklanıyor. Bunu görmek lazım. İki iktidar blokunun çıkarları farklı, çok cüzi anlayış farklılıkları var. Biri ‘cumhurbaşkanlığı sistemi, başkanlık düzeni’, diğeri ‘parlamenter sistem’ diyor. Çok kısmi bir anlayış farklılıkları var. Daha çok çıkar farklılıkları var. Demokratik muhtevaları yoktur. Birbirlerinden öz itibarıyla çok farklı değiller, bu farklı olmamaları, Kürtlere yaklaşımda, dini ve etnik gruplara yaklaşımda, kadına yaklaşımda çok daha somut olarak ortaya çıkıyor. Demokratik muhtevaları yok denecek kadar azdır. Dolayısıyla öz itibariyle birbirlerine yakınlar. Aslında iki ayaklı bir masa bile oluşturamıyorlar, bir buçuk ayak demek de lazım. Şimdi esas ayak Cumhur İttifakı’dır, AKP-MHP ittifakadır. Millet ittifakı, CHP’ninki bir koltuk değneği gibidir. Yani ortada doğru dürüst iki ayak bile yoktur. Bundan dolayı sistem yürümüyor. Bu iki ya da bir buçuk ayağın demokratik karakteri ve özelliği yoktur. 

Dolayısıyla böyle iki iktidar blokuna dayalı bu sistem yürümüyor, yeni ayaklar lazım. Mevcut iktidar bloklarıyla TC sistemini, Türkiye’yi yürütmek mümkün değildir. Türkiye’nin çelişkileri çoktur. Çözüm isteyen temel çelişkileri var. Öyle bir zeminde ve ortamdaki faşist zihniyet ve siyaset zorla, şiddetle, kısmen kendini ayakta tutabiliyor ama krizsiz ve kaosuz hiç olamıyor. Toplumu ezerek, çökerterek ancak ayakta kalabiliyor. 

Böyle bir ortamda toplumun var olabilmesi, istikrarlı bir düzenin gelişebilmesi kesinlikle demokratikleşmeye bağlıdır. Demokrasi, Türkiye için ekmek ve sudan daha fazla bir ihtiyaçtır, daha fazla bir yaşam gerçeğidir, yaşam maddesidir. Öyle görmek lazım. Demokrasisiz Türkiye’nin istikrar kazanması, toplumun yaşayabilmesi mümkün değildir. Bu noktada;

* Önder Apo, mevcut sistem iki ya da bir buçuk ayakla ayakta kalamıyor, sistemi biraz istikrara kavuşturabilmek için yeni bir ayak gereklidir, diyor, üçüncü ayak dediği odur. 

* Bu ayak, her iki ayağa benzemiyor, farklıdır. İdeolojik-siyasi ve felsefi olarak farklıdır. Bu bir demokratik ayak oluyor. Önder Apo, bunu, ‘devlet artı demokrasi çözümü’ diye tanımladı. Demokratik Özerkliğe dayalı, demokratik konfederalizm dediği de buydu. 

Demokratik siyaset bir yanı ifade edecek, diğer iki iktidar bloku devleti temsil ediyor. Devlet artı demokrasiyi yaratacak bir siyasi formül olarak görmek ve değerlendirmek lazım. Bunun için toplum olarak yaşayabilmesi, özgür, eşit yaşama ulaşabilmesi için demokrasi mutlaka gereklidir. Bu demokrasinin temel gücü de Kürtler oluyor. Üçüncü ayak Kürtleri ve demokratik güçleri temsil ediyor. 

HDP bunu örgütlemeye çalışıyor. Üçüncü ayak olmak istiyor, üçüncü ayağı oluşturacak demokratik ittifakı yaratmaya çalışıyor. Onun da gerçekten ayak olabilmesi için Kürt dinamiğini eğitip örgütlemesi lazım. Kürt sorununun özgürlükçü demokratik çözümünü öngörmesi gereklidir. Onunla birlikte toplumun diğer demokrasiye ihtiyacı olan kesimlerin, başta kadınlar olmak üzere işçiler, emekçiler, gençler, aydınlar bütün bu kesimleri kendi içinde toplayabilmesi lazım. Daha güçlü ve etkili bir demokrasi bloku haline getirebilmesi gereklidir. Üçüncü ayaktan kasıt budur. ‘Üçüncü çizgi’ ya da ‘üçüncü yol’ dediği de buydu. Bunun mutlaka doğru bir anlayış ve etkili bir çalışmayla yaratılması gerektiğini söylüyor. Hem devlet sisteminin biraz daha istikrar kazanabilmesi açısından ve esas olarak toplumun özgür ve eşit yaşama ulaşabilmesi, Türkiye’deki toplumsal farklılıkları bir arada özgür, eşit tutabilmek açısından böyle bir gelişmenin şart olduğunu ifade ediyor. 

“Kişiler kendine değil, şahsiyetler kendilerine değil, kurumlara ve halka hizmet etmeliler” değerlendirmesi oldu. Kürt Halk Önderi Öcalan’ın daha önce de demokratik kurumlara ve demokratik belediyecilik anlayışı çerçevesinde eleştirileri vardı. Bu bağlamda neler belirtebilirsiniz?

Demokratik siyaset alanını doğru tanımlamak, anlamak ve pratikleştirmek gerekiyor. Demokratik siyaseti, iktidar ve devlet siyasetine benzetmemek lazım. Kurumlaşmalarını, seçilmeyi, yönetim olmayı onlar gibi ele almamak gereklidir. Onlara benzememek, onları taklit etmemek lazım. Ne yazık ki böyle benzeşen, taklit eden yaklaşım var. Çok fazla sistemin de zorlamasıyla hemen bakıyorsun ki, demokratik anlayıştan, yaklaşımlardan uzaklaşılıyor, iktidar ve devlet siyasetinin özellikleri neyse, partileşmesi nasılsa, ölçüleri nelerse onlara yaklaşan, onlara benzeyen anlayış ve tutumlar gelişme gösteriyor. Bu yanlıştır, bu hem de ciddi bir durumdur. 

Bu noktada şunu söyleyebiliriz: Önder Apo çok duyarlı, Hareket olarak biz de izliyoruz, takip ediyoruz. Demokratik siyasette görev almak, sorumluluk üstlenmek bir göreve seçilmek hizmet içindir; halka ve topluma hizmet içindir. Yoksa kendi kişisel yaşamını örgütlemek, aileyi büyütmek, kesinlikle zengin olmak için değildir. Demokratik siyaset değerlerini halkın emeği ve şehit kanıyla var ediyor. Şimdi milletvekillerinden ve belediye eşbaşkanlarına, parti yönetimlerine kadar seçilenler belli bir güç, iktidar, yönetim sahibi olanlar bilmeliler ki, kendi güçleriyle oraya seçilmiyorlar, kendi marifetleri değildir. Kendilerinin katkısı çok azdır. Dikkat edelim, tümünü inceleyelim, bireysel katkılar kuşkusuz hiç yok değildir ama çok azdır. Esas olan ise bu 50 yıllık büyük özgürlük ve demokrasi mücadelesinin, devrim mücadelesinin yarattığı değerlerdir. Bu, Mahirler, Denizler ve İbrahimlerle başladı. Günümüzde PKK’nin, HBDH’nin her gün verdiği kahraman şehitlerin emeği, çabası, kanı üzerinde bu değerler var oluyor. Bu büyük devrimci direnişin 50. yılına girdik. 50 yıl az değildir, bu büyük direniş ortaya belli değerler çıkarttı. Şimdi onun gücüyle bir yerlere seçiliniyor. Demokratik siyaset böyle bir devrimci mücadelenin üzerinde var oluyor. Yoksa öyle Türkiye’de demokrasi filan yoktur, TC’nin demokratik karakteri filan yoktur. Niye 1990 öncesi demokratik siyaset yoktu, bilmem milletvekili olunamıyordu, belediye başkanı olunamıyordu da 90’dan sonra oldu. Gerilla mücadelesinin, kahramanlıklarının sonucunda bu oldu. 1965’ten 70’e TİP var oldu. Neyin üzerinde var oldu? Türkiye’deki devrimci mücadelenin üzerinde var oldu ve demokratik siyaset böyle bir devrimci mücadeleye dayalı olarak varlık gösterdi. Neye dayandığını iyi bilmesi lazım. TC sistemine dayanmıyor, o iktidar bloklarına dayanmıyor. O halde dayandığı gücün özelliklerini bir biçimde almak, temsil etmek durumundadır. Bu da dikkat edelim, az kişisel katkıyla, daha çok böyle büyük bir mücadelenin, binlerce şehidin kanı üzerinde yaratılan devrimci demokratik gelişmeler temelinde insanlar şu veya bu yere geliyorlar, yönetim oluyorlar. Aslında bir tür görev ve sorumluluk üstleniyorlar, öyle demek lazım. Niçin? O değerleri temsil etmek, o değerler temelinde bir hizmeti gerçekleştirmek için, böyle olması lazım. Böyle olmaz da ben bireysel çıkarımı, ailemin çıkarını geliştiririm, zenginlik elde ederim, buraya dayanarak zengin olmak isterim, denilirse olmaz. 

Böyle eğilimler şu veya bu biçimde görülüyor. Aslında biz de izliyoruz. Biraz sert mücadele süreci var fakat herkes bilmeli ki; buna müsamaha edilmez, maddi imkan, mevki sahibi olunmaz. Demokratik siyasette o yoktur. Tekrar ediyorum; hizmet, görev ve sorumluluk üstlenmek var. Üzerinde yükselinen değerleri temsil etmek, bu temelde halka hizmet etmek için seçiliyor. Bütün seçilenler böyle bir anlayışa sahip olmak durumundadır. Kendi içlerinde böyle bir ortak anlayışı geliştirmek durumundadırlar. Ters düşenler olursa mücadele etmeliler, izin verilmemelidir. Yoksa toplum müdahale etmek zorunda kalır. 

Öcalan’ın yaratılan değerlerin halkın değerleri olduğu, şahısların değil, bedel ödemiş halkın değerleri olduğu belirlemesi oldu. Bu değerlere halk nasıl sahip çıkacak, halkın bu sürece katılımı sizce nasıl olmalı?

Evet, bir de seçenler, emek verenler; bu değeri, imkanı yaratanlar var. Şimdi halk iyi niyetle seçiyor, kendi değerlerine bağlı olduğu için seçiyor. Değerleri temelinde hizmet edilmesini istiyor fakat dikkat edilirse bu yetmiyor. Burada iyi niyet her şeyi kurtarmıyor. Sadece birilerini seçmek, özlenen özgür, eşit, yaşama ulaşmak için yeterli olmuyor. Denetim gereklidir. Halk nasıl büyük bedeller ödeyerek, hizmet ederek bu değerleri yaratıyorsa, nasıl birilerini ortaya çıkan imkanları halka hizmet etmesi için kullansın diye seçiyorsa, üçüncü olarak da seçtiklerinin amaca uygun iş yapıp yapmadıklarını denetler pozisyonda olması lazım. O halde denetim aygıtları geliştirmelidir. Bu da örgütlenmeyle olur. Halk örgütlenecek, örgütlü olacak, yani sadece oy verme örgütüyle olmaz. Örneğin parti sadece oy verme biçiminde örgütleniyorsa, ‘bana oy verin ötesine karışmayın’ diyorsa, parti ile ilişki o kadar olabilir ama halk onun ötesinde partiyi de denetleyecek örgütlerini kurmak durumundadır. Dernekler kurmalı, birlikler kurmalı, çeşitli biçimlerde ortak irade oluşturacak örgütlenmeler yaratmalıdır. Belediyelere, milletvekillerine, parti yönetimlerine dönük; demokratik siyaset alanında olan bütün yönetim mekanizmalarını denetleyecek, gerektiğinde görevi doğru yapmayanın kulağından tutup geri alacak, onun yerine yapanları seçecek iradeyi ortaya çıkartacak bir örgütlülüğe sahip olmalıdır. Şimdi en büyük kusur buradadır. 

Aslında geçen süreçte de biz zaman zaman buna dikkat çektik. Mesela böyle bir örgütlülük olmadığı için AKP hemen seçilmiş belediye eşbaşkanlarını hapse koydu, kayyum atadı ve belediyeleri ele geçirdi. Halbuki öyle değil de halk örgütlülüğüne dayalı olsaydı, devletin belediyesini kayyumla AKP ele geçirirdi ama halkın belediyesi devam ederdi. Dikkat edelim kayyum atanan yerlerde devam eden bir belediye var mı, hayır yoktur. O halde demek ki halk örgütlü değildir, o belediyeler toplum yönetimi değil, topluma dayalı yönetim olmamış, aşırı derecede devletçi olmuş, devlet ve iktidar sistemine bağlı olmuş. Aslında eşbaşkanlar seçilmiş, biraz halka yakın olunmuş ama sistem olarak AKP’den farklı değil, CHP’nin belediyeciliğinden farklı değildir. Böyle olmaz. Böyle olursa AKP kayyum atar, ele geçirir. Bir tane kurnaz çıkar el koyar, halkın emeğiyle seçilmiştir, kendini zengin eder, har vurup harman savurabilir. Büyük değerler, bedeller ödenerek ortaya çıkartılmış imkan ve fırsatları kendi bireysel kazancı yönünde kullanır. Halk örgütsüz olursa bunlara karşı bir şey yapamaz. O halde halkın örgütlülüğü olmalıdır. Hemşehricilik bile önemlidir, mahalle örgütleri olabilir, sokak örgütleri olabilir, belediye düzeyinde çeşitli kurumlaşmalar geliştirilebilir. Hem toplumun doğrudan yönetime katıldığı, karara dahil olduğu, işleri birlikte yaptığı bir yaşam sistemi kurabilmek hem de seçtiği yöneticiyi doğru yapıp yapmadığı yönünde denetleyebilmek için kesinlikle örgütlenmeler geliştirilmelidir, kurumlar oluşturulmalıdır. Küçük birimlerden, derneklerden, çeşitli farklı örgütlenmelere kadar bunlar geliştirilmelidir. Başka türlü olmaz. Halk duyarsız kalırsa bir şey yapamaz, ondan sonra, ‘biz oy veriyoruz yapılmıyor’ diye yakınmanın hiçbir anlamı yoktur. Tanrıdan inayet bekler gibi iyi niyet beklemek, birilerinden istemek, hep yönünü Önderliğe dönmek, partiden beklemek de doğru değildir. İnisiyatifini kendi kullanmalı, kendini örgütleyerek iradesini ortaya çıkartmalıdır. Halk bu biçimde katılabilir. Hem karara katılacak, hem uygulamaya katılacak hem de denetleyicisi olacak. Örneğin yerel yönetimler, belediyeler böyle bir yerel yönetim düzeyine getirilseydi, yerel seçimler bu temelde halk örgütlenmesi zemini olarak değerlendirilseydi kayyumlar çok fazla etkili olmayabilirdi. Şimdi ikili belediye sistemi var olabilirdi. Halkın kendi örgütlülüğü temelinde kendi işlerini yürüttüğü sistem ile AKP’nin arpalık yaptığı devlet hegemonyasındaki sistem. Para onlarda olabilirdi bu mesele değil ama halk da kendi örgütlülüğü temelinde kendi dayanışmasıyla kendi işlerini yapardı, hizmetini sürdürürdü, zorda kalmazdı. Birbiriyle dayanışma içerisinde olurdu, paylaşırdı. Bu daha güzel, daha ortak, daha paylaşımcı bir yaşamı ortaya çıkartırdı. 

Kürt Halk Önderi Öcalan, HDP’yi kastederek, “Parti emekle güçlenir. Emek vererek güçlenir. Lafla güçlenmez” diyor. Özellikle de halk siyaseti nasıl yapılmalı?

Önder Apo, sadece HDP için bunu söylemedi, bütün partiler için söylüyor. Daha önce PKK için de bunu söyledi. Türkiye’deki devrimci demokratik örgütler ve partiler için de bunu söyledi. Dünya sol, sosyalist hareketleri, örgütlenmeleri, partileri için de söyledi. Sadece partiler değil, Önder Apo’da her şey emekle üretilir. Bütün yaratımlar insan emeğinin ürünüdür. Yaratıcı insan emeği ve çabasıyla ortaya çıkar. Bunun en somut kanıtı Önder Apo’nun 50 yıllık çalışmalarının ortaya çıkardığı sonuçlardır ki, her şeyi yaratıcı insan emeği ile üretmiştir. Yoksa hiçbir yerden herhangi bir imkana sahip olmamış, hiçbir şeyi hazır elde edememiş, hiçbir kimseden kendisine yardım gelmemiştir. Hepsini yaratıcı insan emeğiyle, kendi emeğiyle, halkın gücüne dayanarak, halkı eğitip örgütleyip ortak gücünü açığa çıkartarak yaratmış ve geliştirmiştir. 

Şimdi HDP için somutta uyarı şu anlama geliyor: Kurulalı 7-8 yıl oldu. Belli bir gelişimi var, çok güçlü potansiyeli var, toplumun yüzde 95’ine hitap edecek bir çizgisi var ama dikkat edilirse gelişmesi zayıf ve sınırlıdır. Bu potansiyeli temsil eden bir düzeye ulaşamadı. Kuşkusuz hiçbir şey yok değil, hiç gelişme yaşanmadı da değil, dikkat edilirse belli bir gelişme var, bu gelişme Türkiye’yi de etkiliyor, dünyayı da etkiliyor. Onlar da önemlidir. Aslında ortaya çıkan gelişme, doğru ve yeterli bir çalışma yürütülmesi temelinde kazanılacak gelişmenin onda biri kadardır, beşte biri kadardır. Doğru çalışılsa bu var olanın beş katı, altı katı daha ileri düzeyde gelişme rahatlıkla yaratılabilir. Dikkat edilirse burada zayıflık var. Diğer yandan yakınmalar, şikayetler var, büyümüyor, gelişmiyor, siyasete fazla etkide bulunamıyor, diye. Dar kalmış bazı çevreler kendi içinde, ‘kim yönetim olacak’ biçiminde çekişebiliyorlar da. Halbuki büyük olsa herkes içinde olur ama dar ve küçük olunca tabi paylaşmak, bölüşmek bir çekişmeye, iç mücadeleye yol açıyor. 

Şöyle bir durum ortaya çıkıyor; bu pratiği ortaya çıkaranlara göre ancak bu kadar oluyor. HDP projesini zihniyet olarak somut düzeyde ortaya koyan ve geliştiren zihniyete göre, Önder Apo’ya göre ise bu bir kader değil, olabilecek sonuç bu değildir. Aslında kat kat ilerisi olabilirdi. Olamamıştır, o halde çalışma ve emek verme zayıftır. Yani partiyi büyütmek, örgütleyip geliştirmek için el ele vererek, kafa yorarak planlar ve projeler geliştirerek, eğitim ve örgütleme çalışmaları yeterince olmuyor. Serhildanlarla, 90’dan bu yana Ulusal Diriliş Devrimi ile ortaya çıkmış bir demokratik toplum düzeyi var. Bu HEP ile demokratik siyasete dönüştü, onun üzerinde kendini yaşatan bir duruş var. Halbuki planlı, projeli eğitim ve örgütleme çalışması yürütülse bu gelişme hızla kat kat artar. Kürdistan’da da daha çok derinleşir, Kürdistan’ı da aşar Türkiye’nin her tarafına yayılır. Karadeniz’i de, Marmara’yı da, Ege’yi de, Akdeniz’i de içine alır. Türkiye halklarının, kadınlarının, gençlerinin, işçi ve emekçilerinin hepsini kazanır. Demokrasi isteyen, mevcut baskıcı faşist zihniyet ve siyasetten rahatsız olan o kadar çok kesim var ki, zarar gören o kadar çok kesim var ki, onlara ulaşılsa, onlar eğitilseler, onlarla birlik olunsa tabi ki demokratik siyaset alanı çok daha büyür. Parti kendiliğinden var olmaz, çaba harcayarak, eğitim yaparak, ev ev, insan insan, sokak sokak, mahalle mahalle, şehir şehir örgütlü ve planlı çalışma yürüterek parti büyütülür, insanlar eğitilip partiye kazanılır. Parti projeler oluşturup birlikler ortaya koyarak insanlara gider, onları kendine kazanır. Parti çalışarak var olur ve çalışılarak büyütülür, örgütlendirilir. Çalışmadan olmaz. Böyle bürokratik, hazırcı bir eğilim var. 

Bu düzey zaten önceden vardı. Devrimci mücadelenin ortaya çıkardığı düzeydi, hani demokratik hareket kendisini niye büyütemedi? Çalışsa büyütebilir, örgütlü ve planlı çaba yürütse kat kat attırabilirdi. Dikkat edilirse mevcut durum yeterli değildir. Öyle şu AKP’nin kitlesi, bu CHP’nin kitlesi, ötekisi İyi Parti’nin kitlesi, bunlar kemikleşmiş, değişmezler dememek lazım, öyle söyleyen yanılıyor. Öyle kemikleşmiş bir kitle filan yoktur, o çok azdır. Dikkat edelim, bu kadar parti değişti, isimleri değişiyor, bu kitleler oradan oraya kayıyor. Hiç de bir yere çakılıp kalmıyorlar, belli bir bilinçleri var, herkes biraz da kendi çıkarını gözetiyor. O halde demokratik siyaset gücünü, kendisini iyi yansıtsa yoğun bir çaba harcasa, toplumun yüzde 90’ını kendine çekecek, etrafında toplayacak programa, ilkelere ve özelliklere sahiptir. Sadece onları ortaya koymak o insanları ikna etmeye yetmiyor. İnsanlarla birebir temas kurmak lazım. Evine, iş yerine gitmek gerekli, yüz yüze gelmek, konuşmak, toplantılar yapmak lazım. Şimdi var olan kadroların harıl harıl her gün 24 saat, haftanın 7 gününde her zaman çalışmaları gereklidir. Az çalışıyorlar, herkes çoğu zaman avaredir ya da bireysel yaşamıyla uğraşıyor. Partiyle, demokratik siyaseti daha fazla örgütleyelim, daha çok büyütelim diye uğraşılmıyor. Önder Apo bunları eleştiriyor. Herkes bunu bilmelidir. Önce de defalarca eleştiriyordu; yeterince çaba yürütülmüyor, diye. Bu haksız bir eleştiri filan değildir, herkes kendi durumuna dönsün ve baksın. Rahatlıkla somut durum görülebilir. Aslında toplum örgütlü olsaydı, örgütlü toplum bu konularda daha fazla denetleyici olabilirdi. O denetleme de azdır. Dolayısıyla HDP’nin iktidara gelememesi, birinci parti olamaması, çizgisinden değil, kader de değildir, mevcut çalışmanın zayıflığındandır. Zayıflık aşılsa ilk seçimde birinci parti olur, hatta bütün partilerin toplamını da aşan bir düzeye gelir. 

Önder Apo’nun “Medyayı güçlendirin” tespiti var. Sizce özgür basın ne durumda, nasıl daha güçlü kılınabilir?

Medya, günümüzde önemli bir mücadele alanıdır. Eskiden ‘dördüncü kuvvet’ alanı diye tanımladılar. Şimdi ise bazıları, ‘birinci kuvvet’ diye tanımlıyor. Bazıları buna itiraz ediyor. Şunu herkes bilmelidir; örgütlenildiği kadar siyaset alanı var oluyor, toplumsal alan var oluyor. Örgütlenme de eğitimle oluyor. Eğitimi de günümüzde medya, basın-yayın yapıyor. Basın-yayın, iletişim tekniği o düzeye ulaştı ki, artık onun dışındaki eğitim alanları çok daraldı. Mesela okul sistemleri eskiden çok etkiliydi,  şimdi eğitim kurumları, okullar, akademiler, ilk, ortaokul kurumlarının kuşkusuz belli bir eğiticiliği var, yasal sistemi var fakat onlar devlet gücüyle/örgütlülüğüyle oluyor. Buna rağmen hiç de devlet girişimiyle olmadan basının en az onlar kadar birey ve toplum eğitiminde belirgin rolü var. Bunu sağlıyor. Birçok bakımdan okulların eğitici düzeyini bir çok alanda geçiyor da. Bir defa bunu görmek lazım. Medyanın, basın-yayının birey ve toplum eğitimi ve örgütlenmesindeki, siyasi tercihlerindeki payını görmek lazım. Eğer siyasi temsilciler demokratik değilse demek ki basın demokratik değildir. Sosyalist, komünal değilse demek ki sosyalist ve komünal değildir. Siyasette faşist diktatörlükler gelişiyorsa demek ki basın-yayında baskıcı faşist zihniyetler hakimdir. Bir ara demokratik siyaset ortamında da basında da çok tartışılıyordu. Sağ eğilimler, sağ partiler gelişiyor diye, bunu basın tartışıyordu, biz onu duyunca ‘gülmüştük’ nereden kaynaklandığını bilmeden sanki başkalarını eleştiriyor gibi, eğer öyleyse herkesten önce bu basın-yayını ilgilendirir, medyayı ilgilendirir. Özgürlükçü, demokratik, ilerici medyayım diyen gücün etkisinin ne kadar az olduğunu kanıtlar, başka hiçbir şey değildir. Medyanın siyasi-ideolojik alandaki belirleyici rolünü görmek ve ortaya çıkan sonuçlardan sorumluluk duymak lazım. Bir defa bu durumu özgür basın geliştirebilmelidir. Özgür basında da böyle bir anlayışla kendisine böyle bir misyon yükleme, kendini bu temelde ele alıp eleştiri-özeleştiri geliştirmede zayıflık var. Kendisini nasıl tanımlıyor, bunu çoğu zaman insan bilemiyor, muğlaklık ve belirsizlik var. Ne dışını doğru ve etkili tam eleştirebiliyor, ne de kendinin sorumluluğunu görüp yeterli bir özeleştiri geliştirebiliyor. Bir düzeltme, doğru anlama ve pratikleşmenin yeterli olmadığı, yeterince gelişmediği gözleniyor. Şimdi bunu aşmak gerekiyor. 

Bu neyle aşılabilir? 

İki yönlü aşılabilir; 

* Nicelik, hacim olarak gelişme. Günümüzdeki basın-yayın araçları dikkate alınırsa özgür basın araçları ne kadar çok geliştirilse yeridir, çünkü artık on binleri bulmuş, 24 saat toplumların, insanların beynine çeşitli anlayışlar, yaşam felsefeleri, ilkeler bombardıman ediliyor. Propagandayla, ajitasyonla en büyük bombardıman, en büyük savaş propaganda-ajitasyon savaşı olarak yaşanıyor. İnsanları fiziki olarak yok etmeden, imkanlarını elinden alıp sömürmeden önce beynine saldırılıyor, düşüncesi değiştiriliyor, beyinsizleştiriliyor. Zihniyet kırımı, zihniyet asimilasyonu yaşanıyor. Toplum kırımın temelinde zihniyet kırımı var ve bu medya üzerinden yapılıyor. Kapitalist modernite sistemi, bütün zihniyet kırımı saldırılarını, medyaya dayandırıyor. Toplumsal kırımın temelinde de bu var.  O halde özgür basının tüm bu saldırıları kıracak bir düzeye ulaşması lazım. Bunun için de bu kadar yoğun nicelik saldırı var. Elbette nicelik olarak büyümesi lazım. Bunun için ne kadar büyüse azdır. İnsan daha fazla gerekebilir, diyebilir fakat her şey nicelik büyümesi de değildir. Mevcut durumda da bir nicelik düzeyi var, özellikle Kürdistan açısından ele alırsak gerçekten de Kürtçe diliyle yapılan yayında medya alanında özgür basın ağırlıktadır, öndedir. O halde daha çok etkili olması gerekirken öyle olduğunu göremiyoruz. 

* Kapitalist sistemin, baskı ve sömürü sisteminin saldırıları beyne yöneliyor, medya üzerinden geliyor. Buna karşı mücadele edecek, psikolojik özel savaşı yenilgiye uğratacak bir devrimci propaganda ve ajitasyon gücü ve düzeyi gereklidir. İçerik olarak, üslup olarak bu gerekiyor. O halde doğru çizgi de önemlidir, etkili propaganda da önemlidir. Dil önemli, üslup önemlidir, içerik önemlidir. Şimdi medya bir ayna değildir; aynaya tut hazır cisim yansısın. Hazırı yansıtan değil, hazırı görüp olması gerekeni ortaya koyan, var olanı eleştiren bir güçtür. Etkinliğini öyle sağlar, özgürlük bilincini, felsefesini öyle geliştirir, insanları o temelde eğitir. Çok fazla ayna gibi olma durumu var, sadece yansıtıcıdır. Değiştirici-dönüştürücü olamıyor, eleştirel gücü zayıftır. Verili olanı kullanıyor. Dili, üslubu zayıftır. Çok fazla etkilenmeye açıktır. Kuşkusuz dört bir yandan kuşatılmıştır. Onlardan kopamıyor, onlarla ilişki içerisindedir, bu zorunludur ama bu ilişkiyi sürdürürken kendisinin farklı olduğunu görüp yeterince ayrım koyamıyor. Etkilenmeye çok açıktır, şu veya bu düzeyde etki altına giriyor, içerik olarak etkileniyor, biçim olarak etkileniyor, doğruları değişiyor. Bir anda bakıyorsun amaçtan kopuyor, başkalarına benzemiş hale geliyor. O nedenle demek ki bu çalışmayı yürütmek önemlidir, çalışmayı yürütenlerin bilinçleri, eğitimleri, örgütlülükleri önemlidir. Felsefi, ideolojik bilinçleri çok çok önemlidir. Örgütlü komünal yaşam ve kolektif çalışma içinde olmaları çok önemlidir. Kendileri zihniyet ve yaşamlarıyla demokratik komünalizmi temsil ederlerse, özgürlüğü-eşitliği temsil ederlerse o zaman propaganda alanında, düşünce alanında kendilerine yöneltilen bireyci saldırılar karşısında kolay etkilenmezler, onlara karşı eleştirel durup mücadele etme gücünü her düzeyde gösterirler. Ruhu, düşüncesi ve yaşamıyla demokratik komünalizm çizgisinde bir kişilik, bütünlük kazanamamışsa bir propagandacı, medya çalışanı o zaman dıştan gelenden etkilenir, dışa çok açık olur, etkilenmeye açık olur, çok fazla değişir ve onlara benzer. 

Dikkat edelim medyada çok dalgalı bir durum var. Yeni şeyler olduğunda adeta ne yapılacağı bilinemiyor. Öyle taklitçi eğilimler çok gelişiyor. Şunu ifade edeceğim; Bundan dolayı etki gücü zayıflıyor. İnsanı şekillendirme, toplumu şekillendirmede etki gücü zayıflıyor. Bir yanlış anlayışı var. Özgür basın tarafsız basın değildir. Adı üzerinde ‘Özgür Basın’dır. O halde taraflıdır, hangi taraftan, özgürlük tarafından, özgürlük çizgisinin tarafındandır. Şimdi özgürlük çizgisini kim temsil ediyor? Önder Apo temsil ediyor, PKK temsil ediyor. Farklılıklara dayalı eşitliği esas alan özgürlüğü bu güçler temsil ediyor. Evet, herkes ‘özgürlük’ diyor. Trump da çoğu zaman özgürlükten söz ediyor. Onunki baskı özgürlüğüdür, sömürü özgürlüğüdür, yağmalama özgürlüğüdür, hükmetme özgürlüğüdür. Kendine onu istiyor. Ona  özgürlük diyemeyiz. Bir de kadın özgürlüğüne dayalı özgür birey, demokratik toplum çizgisi var. Medya çalışanlarının bu çizgiyi çok iyi özümsemesi lazım. Kendilerini çok iyi eğitmeleri gereklidir. Bunun militanı haline kendilerini getirmeleri gereklidir. Öyle gönüllü militanları haline gelmeleri gerekir. Böyle bir mücadele yürütmekten zevk duyan, şevk duyan hale kendilerini getirmeleri gereklidir. Özgür basıncılık, özgür basını güçlendirecek propaganda-ajitasyonluk memur yaklaşımıyla olmaz, zoraki olmaz, parayla olmaz. Bu bir aşk ile yürütülecek iştir, şevkle, istekle yürütülecek iştir. Bir amaç bağlılığı gerektirir. Eğer özgür basın örgütlülüğü, özgür basın çalışanları, propaganda-ajitasyon yürüten kadroları hepsi böyle bir bilinç ve örgütlülük düzeyine gelir, 24 saat komünal yaşam ve kolektif çalışma içerisinde olurlarsa işte o zaman nitelik güçleri artar. Sözleriyle, davranışları aynı oldu mu inandırıcı olurlar, etkinlikleri artar. Bakan, duyan, gözleyen insanlar inanırlar. Dolayısıyla etkilenirler, ona göre olurlar ve eğitici güçleri artar. Öyle olmazsa sözü farklı, davranışı farklı, örneğin bir küçük burjuva olduğu her türlü davranışından belli olan birisi özgürlükten, eşitlikten söz ederse karşı tarafta herhangi bir etki düzeyi olmaz. Kendisi cilalı, boyalı, en bilmem nasıl giyinmiş birisi kalkar yoksulların halinden söz ederse onun inandırıcılığı olmaz. Dolayısıyla propaganda-ajitasyonun gelişmesi açısından bilinç düzeyi önemli, bir de tutarlılık çok önemlidir. 

Kürt Halk Önderi Öcalan, özgür basını kutladı, başarılar diledi…

Özgür basının önemli bir rolü var. Önderlik başarılar diledi, kutladı, bunu doğru anlamak lazım, çünkü çok önemlidir. Rolü, misyonu, görev ve sorumluluğu çok ağır, çok öndedir. Önemli bir rolü var, ciddi bir çalışma, zorluklarla yürüyen bir çalışmadır. Hiç öyle basit ele alınacak, kolay yapılacak bir çalışma filan değildir. Kimse öyle görmemelidir. Bu anlamda selamlanacak düzeyde ortada büyük bir emek kahramanlığı var fakat hataları, eksiklikleri de çoktur, iç çelişkileri nedeniyle kendi etki düzeyini zayıflatıyor. Olması gerekenin çok gerisindedir. Bunun onlarca kat ileri düzeyinde olabilir, etkinlik düzeyini geliştirebilir, toplumu etkileme, eğitme dolayısıyla örgüte ve eyleme yönelmesini sağlamada onlarca kat daha ileride rol oynayabilir. Bunu görmek, anlamak, kabul etmek gerekiyor. Böyle oldukça toplumun örgütlenmesi ve eyleme yönelimi gelişir. Örneğin Devrimci Halk Savaşı çizgisinde her türlü direnişi geliştirmeye yönelir. Demokratik Ulus inşasını her düzeyde geliştirir. Bütün bunlar örgütlü insanın yapacağı iştir. İnsanlar eğitildikçe örgütlü hale gelir. Dolayısıyla örgütlenme ve eylemden en çok eğitimi yürüten güçler sorumludur. Ne kadar güçlü, doğru, etkili, yeterli eğitim yaparlarsa örgütlenme ve eylem de o kadar çok gelişir. Bunu görmek, propaganda-ajitasyon çalışmalarına bu temelde sahip çıkmak, yönelmek gerekiyor. 

Öcalan, Kürtlerin birliğinin yanı sıra bütün halklarla birlikte mücadele edilirse başarının geleceğini belirtiyor. Halkların ortak mücadelesi, Ortadoğu’nun demokratizasyonu açısından neden bu denli önemli?

Şöyle izah edeyim;

* Kürdistan’a ve Ortadoğu’ya dışarıdan müdahale var. 200 yılı aşkın süredir Avrupa kapitalist modernitesinin çeşitli dönemlerde felsefi, ideolojik, siyasi, askeri, ekonomik, örgütsel her düzeyde müdahalesi var. Ortadoğu köleleştirilmeye çalışılıyor; bölünmüş, parçalanmış, hakimiyet altına alınmak istenmiş böylece parçalanmıştır. Dolayısıyla dış güçler tarafından egemenlik altına alınmış durumdadır. 25 parçaya bölünmüş, kendi içlerinde halklar parçalanmış, Kürdistan’da olduğu gibi üçer, beşer parçaya bölünmüştür. Arabistan’da neredeyse 22 parçaya bölünmüş, birbiriyle çelişir, çatışır hale getirilmiştir. Onlara dayanılarak yabancı egemenlik her türlü baskı, sömürü sistemini icra ediyor ve sürdürüyor. Bir defa iş zordur, dıştan gelmiş bir saldırı, egemenlik var, buna karşı büyük bir mücadele gerekiyor. Bu anlamda Ortadoğu halklarının demokrasi mücadelesi kolay bir durum değildir. Öyle zorluklarla geçiyor. 

* Bir kader ortaklığı var. Az ya da çok halkların durumu birbirine benziyor. Birine zulmeden, baskı uygulayan diğerine de ediyor. Dolayısıyla kader ortaklığı denilebilecek bir durum var, yaşamları birbirine benzer hale gelmiş, iş içe geçmiştir. Bu boyutu görmek lazım. Öyle somut durumun somut tahlilini doğru yapabilmeliyiz. Böyle bir durumda mücadele etmede de PKK deneyimi ortaya çıkardı ki, dıştan gelmiş yabancı egemenliğin yarattığı sonuç olarak da iki ciddi zayıflık etkeni var. Örneğin; PKK, Kürdistan’da cesaret ve fedakarlığı en ileri düzeyde geliştirdi. Bu işi kahramanlık çizgisinde; zindanda yürüttü, dağda yürüttü. Gerilla dünyada hiçbir yerde uygulanmamış, tarihsel olarak benzeri görülmemiş bir fedai çizgisini geliştirdi. Büyük mücadeleler verdi, önemli sonuçlar da ortaya çıkardı fakat şunu gördü; Kürtleri ne kadar çok birleştirirse bu mücadelede kendi gücü o kadar çok artıyor, dolayısıyla karşıtlarını etkisiz kılma imkanı o kadar çok var. Birleştirdiği oranda gücü arttı, birlik yaratamadığı yerde de zayıf kaldı. Yani dış müdahale bölüyor. Emperyalist müdahaledir, ‘böl, parçala, çatıştır, yönet’ siyaseti izliyor. Kürt’ün bir tarafına destek veriyor. Dolayısıyla diğer Kürt’ün mücadelesini zayıflatıyor. KDP’ye ve diğerlerine destek ve güç veriyorlar, dolayısıyla PKK mücadelesi ne kadar kahramanlık çizgisinde yürüse de siyasi sonuç almasını zayıflatıyorlar, engelliyorlar. Burada mücadelenin başarı kazanmasının önüne takoz koyuyorlar. Kendi içinde vuruşturarak işbirlikçiliği/ihaneti, özgür iradenin önüne çıkartarak özgürlük mücadelesini zayıflatıyorlar. Benzer durum Ortadoğu için de geçerlidir. 

PKK kendi gücüyle mücadele etti ve şunu gördü; bu mücadele bir yere kadar gelişme sağlıyor ama tam sonuç alabilmesi için birlik yaratmak zorunda kalıyor. Birlik yaratamazsa bir parçaya birileri, dış güçler, düşman güçler destek verip PKK’nin sonuç almasını önlüyor. Diğer yandan Kürtler mücadele ediyor, gelişme sağlıyorlar, yalnız başına Kürtlerin yürüttüğü mücadele ile Ortadoğu’da yabancı egemenlik, hegemonya, kapitalist modernitenin bu baskı ve sömürü düzeni ortadan kaldırılamıyor. Yani belli bir gelişme yaratıyor ama diğer halklarla birleşmezse, ortak mücadele olmazsa ortak düşman yenilemiyor. Sadece Kürdistan’da yabancı egemenliği yok edip dış baskıyı, sömürüyü ortadan kaldırıp özgürlüğü ve demokrasiyi sağlamak mümkün değildir. Sadece PKK ile nasıl bir Kürt özgürlüğü kurmak mümkün, yeterli olmuyorsa sadece Kürtlerle bölgede bağımsızlığı, özgürlüğü, demokratik yaşamı kurmak da mümkün olmuyor. O halde birlik gereklidir. Kürtlerin de birliği gereklidir, Ortadoğu halklarının da birliği gereklidir. Birlikte mücadele lazım. Kürt sorununu çözebilmek için sorunu ortaya çıkartan sistemi yenilgiye uğratmak gerekiyor. Bu sistem bütün Ortadoğu üzerinde baskı, sömürü, egemenlik yürüten bir sistemdir. O halde bütün Ortadoğu halklarını böyle bir mücadele içerisine çekemezsen o zaman baskı ve sömürü sistemini yok edemiyorsun. Halklar kendi içlerinde birliklerini, kardeşliklerini, demokratik çözümlerini yaratmazlarsa faşist sömürgeci-soykırımcı dış baskı ve sömürüler karşısında onları yenilgiye uğratacak bir gücü ortaya çıkartamıyorlar. Bir partiyle Kürtler kurtulamadığı gibi, Kürtlerle de Ortadoğu yalnız başına demokratik olamıyor.

Ortaya şu çıkıyor: Bir parti doğru bir partiyse, etkili bir gelişme sağlıyorsa diğer patileri de örgütleyip etkileyip birliğe çekebilir. Kürtler etkili, tutarlı bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürütüyorlarsa Ortadoğu halklarını etkileyebilir, eğitebilir, halkların demokratik birliği ve kardeşliği içine çekerek ortak mücadeleye yöneltebilir. İşte olması gereken de budur.

Şimdi Önder Apo’nun vurguladığı ve üzerinde çok durduğu nokta da budur. Diğer türlü çözüme ulaşmak mümkün değildir. Bunların hepsi, 50 yıllık mücadelenin ortaya çıkardığı sonuçlardır. Pratik deneyimin sağladığı birikimlerin bize gösterdiği dersler oluyor. Bu oradan çıkartılıyor. Başlangıçta bu bilinç yoktu, eskiden bu vurgular bu kadar yoktu. Şimdi bu vurgular olunca soru işaretleri ortaya çıkıyor, ‘acaba neden şimdi bu vurgular çok yapılıyor’ diye. İşte pratik tecrübenin sonuçları bunu bu biçimde somut olarak gösterdi de onun için. Tek yanlı yürütülen mücadelelerle önemli sonuçlar ortaya çıktı ama görüldü ki, zafere gitmek yalnız olmuyor. Yalnız başına savaşabilirsin fakat birlikte zafer kazanırsın. Yalnız zafer kazanmak yoktur. Yalnız demokrasiyi kurmak yok, yalnız kardeşleşmek yok, demokratik birlik, demokratik kardeşlik, demokratik zafer ancak birlikte olur, birlikte yürür. Onun için de birlikte mücadeleyi önemsiyor. Bunu olmazsa olmaz kabilinden görüyor. 

Öcalan, “Rojava’da emek verenler çok değerlidir. Kutsal bir çalışma yürütüyorlar” diyor. Rojava’daki mücadelenin hem Kürdistan hem bölge açısından hem de insanlık için nasıl bir önemi var, nasıl bir kutsallığa sahip?

Bu, tamamen bundan önceki soruyla bağlantılıdır. Kürtlerin nasıl bir mücadeleyle zafere gidecekleri, Ortadoğu halklarının demokratik birliğe ve kardeşliğe ulaşacaklarıyla bağlantılıdır. Bunların nasıl Kürt birliğini, Ortadoğu halklar birliğini gerektirmesiyle bağlantılıdır. İşte Rojava Özgürlük Devrimi’nin önemli tarihi rolü burada ortaya çıkıyor. 

Kürtleri birleştiriyor. Şimdiye kadar başka hiçbir yerin birleştiremediği kadar Rojava defalarca Kürtleri en ileri düzeyde birleştirdi. Ne Bakur’daki mücadele, ne Başûr’daki mücadele, ne de Rojhilat’taki mücadele, Rojava’daki kadar Kürt ulusal birliğini gerçekleştiremedi. Kobanêdeki birlik, 9 Ekim 2019 AKP-MHP işgal saldırısı karşısında dört parça Kürdistan ve yurt dışında ortaya çıkan birlik, şimdi bütün Kürt toplumunda ulusal birlik istiyoruz diye her alanda gösterilen tutumlar, toplantılar, siyaset üzerinde oluşturulan baskıların hepsi, 9 Ekim 2019’daki soykırımcı işgal saldırısına karşı Rojava’da gelişen direniş etrafında ortaya çıktı. Bu ruh, bu duygu, bilinç öyle oluştu. Dikkat edelim Rojava’nın etkisi var. 

Şöyle oluyor; Kürtler varlıklarını, iradelerini, onurlarını, Rojava’daki gelişmelerde gördü, somutlaştırdı. Orada kendilerini temsil ediyorlar. Özgür yaşama kavuşuyorlar, onurlarını buluyorlar. Şunu da görüyorlar; Rojava’yı kaybederlerse diğer yerlerde tutunamazlardı. Rojava bu bakımdan önemlidir.

Diğer yandan Önder Apo’nun geliştirdiği Demokratik Modernite kuramının en somut, etkili, pratik uygulandığı saha oluyor. Ciddi bir deneyim, bu düzeyde bir ilk deneyim de oluyor. Ne kadar başarı sağlayacak, gelişme yaratacak, sorunlara çözümleyici olacak sorusuna burada cevap veriliyor. Dolayısıyla bu kuram, orada ne kadar başarı elde ederse Kürtler ve insanlık için o kadar çözümleyici ve etkili olacak. O bakımdan da Önderlik çizgisi ve PKK açısında da bu düzeyde önemlidir.

Diğer yandan ise dikkat edelim Kürt-Arap ittifakını yaratıyor. Kuzey-Doğu Suriye’de Kürtlerin, Arapların, Asurilerin, Türkmenlerin, Çerkezlerin, Ermenilerin demokratik birliğinden Demokratik Konfederalizm sistemini oluşturuyor. Halklar kendi güçleriyle bir arada nasıl yaşayabilirler, bu soruya en somut cevap oluşturuyor. En önemlisi temel halklar olarak Kürt-Arap çatışması, savaşı, düşmanlığı yerine demokratik birliği, dostluğu, kardeşliğini, ortak yaşamını yaratıyor. Ortadoğu birliğinin, halklar birliğinin önünü açıyor. 

Suriye açısından, Demokratik Suriye’nin, Suriye birliğinin önünü açıyor. Ortadoğu’da Kürt-Arap ittifakı temelinde tüm Ortadoğu halklarının demokratik birliklerinin yolunu gösteriyor, önünü açıyor. Hepsi için önemlidir. Dolayısıyla bir model deneniyor, bir laboratuvar gibidir. Bütün çelişkiler, Rojava laboratuvarında çözüme kavuşturuluyor. Rojava’da yürütülen mücadele, öyle dar bir alanda ama içerik olarak dar değil ki, çok yoğun ve kapsamlıdır. Neredeyse dünyanın çelişkileri Ortadoğu’da odaklanmış ve somutlaşmıştır. Ortadoğu’nun çelişkileri de Rojava laboratuvarında toplanmış, orada çözüm aranıyor. Eğer başarılı bir çözüme giderse Kürt’ün özgürlüğüne varacak, demokratik Suriye birliği olacak, Kürt-Arap ittifakı olacak, Kürt-Türk ittifakı olacak, Ortadoğu halklarının demokratik birliği ve kardeşliği olacak. Bunun önünü açacak, bunu imkan dahilinde kılacak bir çaba, arayış var. Başarı bunları yaratacak. Tabi başarısızlık da oldukça olumsuz olacak. Bu konuda baskı ve sömürü uygulayan, Ortadoğu’yu bu duruma getiren güçlere hizmet edecek. O nedenle Rojava’daki mücadele, kutsallık düzeyinde bir mücadeledir. Orada böyle bir laboratuvarda başarılı sonuç almak için yürütülen çalışmalar en değerli çalışmalardır. Deney yapılıyor ki, o deneyin bir titizliği, ustalığı gösterilmelidir. Laboratuvarda çalışan bir eleman nasıl duyarlı, titiz olur, her şeyi yerli yerine koyar, öyle olmazsa her şeyi bir anda kaybedeceğini bilerek 24 saat büyük bir duyarlılık, titizlik, disiplin içerisinde olursa Rojava’da devrimci çalışmaları da böyle bir duyarlılık ve disiplin içerisinde yapmak lazım. O nedenle çok dikkat ve duyarlılık istiyor. 

Çok büyük tarihi bir önem arz ediyor. Rojava’daki başarı bütün Kürdistan’ın, Suriye’nin ve Ortadoğu’nun başarısı olacak. Bunun tersi de geçerlidir. O halde bütün başarısızlıkların önünü almak, tarihte yaşanmış olanlara bir nokta koyup artık insanlığın özgür ve demokratik yürüyüşü açısından başarılarla dolu bir tarihi başlatacaksak bunun Rojava deneyiminin başarısına bağlı olduğu çok ortadadır. O halde Rojava’da yürütülen devrimci çalışmalar, kutsallık derecesindeki çalışmalardır. Herkesin böyle bir duyarlılık ve disiplin içerisinde olması gerekiyor. Öyle olduğu müddetçe dikkat edilirse başarı kazanılabiliyor, öyle olunmazsa tehlikeler var. Onu da bilmemiz ve ona göre de yaklaşmamız lazım. 

“Türkiye bir Amerika’nın yanında, bir Rusya’nın yanında. Bu çözüm değil. Çare olamaz. Çözüm çare şudur; Rojava’daki güçlerin, Suriye’nin bütünlüğü içinde daha geniş bir şekilde güç olmaları gerekiyor. Bu Suriye’nin bütünlüğü için gereklidir. Rojava’daki oluşum Suriye’nin bütünlüğü içindir. Oradaki oluşumlar Kürtler, Araplar, Ermeniler, Hristiyanlar güç olmazsa yarın Suriye’nin bütünlüğünü de sağlayamazlar” değerlendirmelerini nasıl anlamak ve neler yapmak gerekiyor?

Suriye’deki birliği, bütünlüğü en çok engelleyen güç TC’dir. Mevcut AKP-MHP iktidarıdır. Ortaya o çıkıyor, çünkü sorun oradan başladı. Suriye’nin birliğinde bitti. Türkiye’nin yaklaşımlarıyla başladı, o halde Suriye’nin birliğini engelleyen mevcut Türkiye politikalarıdır. En büyük engel budur. Bu politikaların değişmesi lazım. Peki bu politikalar nedir? Kürt düşmanı, Kürt karşıtı, Kürt’ü yok etmek isteyen politikalar onun için Suriye’de her türlü savaşı, çatışmayı geliştiren, çözümü engelleyen politikalar ve saldırılar oluyor. Dikkat edelim bunu görüyoruz. Kürtler herhangi bir şey elde etmesinler diye, bütün bu politikaları geliştiriyor. 9 yıldır AKP-MHP yönetiminin Suriye politikasının esasını bu oluşturuyor. Başka hiçbir şey değildir. Merkezinde kesinlikle şu var; Kürt soykırımını yürütmek. Kürtlerin herhangi bir hak elde etmesine kesinlikle izin vermemek. Öyle Arap düşmanlığı yok, Beşar Esad düşmanlığı filan da yoktur. ABD ile Rusya ile bir çelişki ve çatışma da yoktur. Her şey Kürt düşmanlığı üzerinedir. Bize gelen bilgilere göre bazı Amerikalılar da bunu ifade ediyorlar. Ortadoğu’nun çeşitli yerlerinde olan Amerikalılar, Avrupalılar yeni fark etmişler ve şaşkınlıkla ‘bu Türkler niye bu kadar Kürt düşmanı’ diyorlar. Bu düşmanlığı onlar yarattı. Niye bu kadar düşman? 19. yüzyılın ikinci yarısında yaratıldı. 20. yüzyılın ilk yarısında yaratıldı. İttihat ve Terakki oluşturuldu. Bunu Almanlar, İngilizler, Fransızlar ve Ruslar yaptı. Buralardaki devlet güçleri, egemen siyasetler bunu ortaya çıkardı. Kürdistan’ı böyle bölüp parçaladılar. Kürt düşmanı faşist soykırımcı bir milliyetçiliği Türkiye’ye egemen kıldılar. Şimdi de bazıları kalkmış ‘niye bu kadar çok düşman olmuşlar’ diyor. Kendi çıkarlarınız için Ortadoğu’da biraz sömürü yapacağız diye işte böyle ucube bir faşist soykırımcı zihniyet, her şeyini Kürt’ün yok olmasına vermiş, adeta Kürt kanı içerek var olan bir zihniyet ve siyaseti ortaya çıkardınız. Bunu görmek lazım. Bu çok tehlikeli bir durumdur. Sadece Kürtler açısından tehlikeli değil, Kürtlerden  daha fazla Türkler açısından da tehlikeli, insanlık açısından da tehlikelidir. Bunu şimdi Ortadoğu’da, Avrupa’da, Amerika’da insanlar derinden görüyor, hissetmeye başladı. Bunu DAİŞ şahsında, El Kaide şahsında, AKP-MHP şahsında görüyorlar. Böyle bir faşist milliyetçilik, Kürt düşmanlığı var oldukça DAİŞ çeteciliğinin yok olmayacağını, dolayısıyla Avrupa’da da Amerika’da da güvenlikli, istikrarlı bir yaşama ulaşılamayacağını hissediyorlar. Bu önemli bir gelişme ama daha derin ve yeterli olması lazım, henüz etkisi çok olmayan zayıf bir gelişme durumundadır. Bunu görmek gereklidir. 

Bu noktada AKP-MHP faşizminin, TC devletinin günümüzde geldiği nokta gerçekten de yürükler acısıdır. Bir Amerika’ya yalvar, bir Rusya’ya yalvar, bir Avrupa’ya koş, Tayyip Erdoğan top gibi bir oraya düşüyor, bir oraya. Bir gün bakıyorsun Brüksel’de bir gün Washington’a gitmeye çalışıyor, bir gün ise Moskova’da, bir sabah Washington ile konuşuyor, bir sabah Moskova ile konuşuyor, yani hepsini kendisinin Kürt düşmanı zihniyet ve siyasetine destek verir kılmaya çalışıyor. Bütün çabası budur. Bununla nereye gidecek? Amerika, Türkiye’ye ne verecek; Rusya, Türkiye’ye ne verecek; Avrupa, Türkiye’ye ne verecek? Bunlar vermezler, alırlar. Alıyorlar ve deyim yerindeyse inek gibi sağıyorlar. Bütün Türkler iyi baksınlar; mevcut Tayyip Erdoğan-Devlet Bahçeli siyasetinin sonucunda Türkiye, bütün dünya tarafından inek gibi sağılıyor. Bir Hollanda ineği daha fazla süt versin diye nasıl sağılıyorsa Ruslar da onu yapıyor, Avrupalılar da onu öyle yapıyor, Amerikalılar da öyle yapıyor. Herkese süt dağıta dağıta Kürtler üzerinde egemenlik kurmaya, katliam uygulamaya çalışıyor. Farz edelim ki Kürt’ü ezdin ve yok ettin, peki senin eline ne geçti? Yok olan Kürt, yok olan Türk oluyor. Her şeyini kaybeden Türklüğe dönüşüyor. Sen Kürt’ü katlediyorsun ama Türk’ün de bütün ürettiği değerleri başkalarına peşkeş çekiyorsun, pazarlıyorsun, veriyorsun. Kürt’ü, kendini başkalarına satarak yok ediyorsun. Kendine bir şeyin kalmıyor. Mevcut AKP siyaseti böyledir. Bunu insan çok net olarak görebilir.

Önder Apo bu konularda çok uyarılar yaptı. “Kürt, Türksüz; Türk, Kürtsüz olmaz” dedi. “Kürt’e dayanmayan bir Türkiye demokrasisi tek ayaklı olur” dedi. “Kürt’e vuran Türk, baltayı kendi ayağına vurmuş olur” dedi. Malazgirt’ten bu yana bin yıllık Kürt-Türk ilişkilerini çok çeşitli biçimlerde değerlendirdi. Özellikle Rojava ve Suriye politikası üzerinde de ABD, Rusya ve başkalarıyla değil de Kürtlerle, Suriye’de halklarla birlikte demokratik bir Suriye’nin kuruluşuna önayak olunarak sonuç alınabilir, dedi. “Eşme ruhu” diye bir tanımlama geliştirdi. Kabrin taşınmasında gösterilen ortaklığı, dayanışmayı Kürt-Türk ilişkilerinde, Kürt sorununun hem Türkiye’deki hem Suriye’deki çözümünde önemli sonuçlar yaratacak bir yaklaşım olarak değerlendirdi. Faşist milliyetçi Kürt düşmanı yaklaşım, bunu reddetti, geliştirmedi. Tersine ABD ve Rusya ile ittifak yaparak Kürtleri ezip başarılı olabileceğini sandı. Şimdi geldiği nokta yürekler acısıdır. Gerçekten bir top gibi bir o tarafa atılıyor, bir o tarafa atılıyor. Türkiye’nin her türlü değeri pazarlanıyor. Bunu görmek lazım. Böyle yaparak Rojava’daki Kürtlüğü darbelemeye çalışıyor. Oysa buna karşı çözüm nedir? Önder Apo Türkiye içinde çözüm gördü. Demokratik özerklik temelinde Kürt sorununun demokratik birlik çözümünü teorik, programsal olarak ortaya koydu, pratikleştirmeye çalıştı. Aynı çözümün Suriye’de de benzer bir biçimde geliştirilip gerçekleştirilebileceğini ifade ediyor. Bu çok önemli ve anlamlıdır. Zaten başka çözüm yoktur. Başka biçimde Suriye’nin birliğini sağlamak artık mümkün değildir. Ancak böyle bir çözüm sağlayabilir. O da Suriye’nin demokratikleşmesine bağlıdır. Kürtlerin ve diğer halkların demokratik haklarını kabul etmesine bağlıdır. Demokratikleşme olmadan birlik olmaz. 

Türkiye için de burada ifade etmek istediği şudur; Suriye’nin demokratikleşmesinden ve birliğinden yana olun. Suriye’nin birliğini istiyoruz, diyorlar. Birliğini istiyorsan bu Amerika’nın, Rusya’nın yanında yer alarak olmaz. Suriye’nin demokratikleşmesinin yanında olacaksın, o da Kürtlerle ve diğer halklarla, onların demokratik haklarını tanıma temelinde ilişki ve dayanışma içerisinde olmaktan geçer. Onun dışındaki birlik yaklaşımları, söylemleri yalandır. Birlik değil, parçalanmayı getiriyor. ‘Birlik’ diyorlar, bölüp parçalamaya çalışıyorlar. Oysa birlik ancak demokratikleşme, Kürtlerin demokratik haklarının tanınmasıyla olur. Türkiye’deki çözüm için Önder Apo “iki ayaklı masayı, üç ayaklı hale getirelim” dedi. Suriye’deki çözüm için de bunu öngörüyor. Türkiye’nin yanlış yerde durmamasını, demokratik birliği bozmamasını, dolayısıyla demokratik çözüm önünde engel olmamasını ifade ediyor. Böyle bir engel olma konumundan kendisini çıkartması gerektiğini söylüyor. Bu Türkiye’nin ve bütün bölge halklarının yararına da olandır. 

“Her şey sizin mücadelenize bağlı. Bir ilerlemeyi sağlarsanız her şey çözülür ama yapmazsınız da devam eder. Hem tecrit devam eder hem de kan dökülmeye devam eder. Herkes buna göre elinden geleni yapsın” seslenişi, Hareketinize, halklara, demokrasi güçlerine nasıl bir sorumluluk yüklüyor?

Dıştan bekleme, üstten bekleme yaklaşımına karşı bir uyarıdır. Bu bizim Hareketimiz, halkımız, Ortadoğu halkları, devrimci demokratik güçlerin bünyesinde de var. Aslında bütün ezilenlerin bünyesinde var. Zayıflığın bir sonucu olsa gerek, yani zayıflık nedeniyle kendi gücüyle çözüm bulamayanın bir başka güçlüde çözüm aramasıdır. Allah’tan inayet bekleme anlamına geliyor. İnsanlar tanrıdan da bu temelde inayet beklemişler. Şimdi kendi zayıflıklarını böyle başkasından inayet bekleyerek, çözüm bekleyerek aşmak istiyorlar. Aşabileceklerini sanıyorlar. 

Önder Apo, bu konuda uyarıyor. Böyle başarılı olamazsınız, diyor. Bu duruş, bu yaklaşım, bu tutumla hiçbiriniz başarılı olamazsınız. Hiç kimse size yardımcı olmaz. Sizin zayıflığınızı gidermez, sorunlarınızı çözmez, sizi demokratikleştirmez, size insanca yaşam vermez, sizi güçlendirmez. Tam tersine başkalarının en iyisi mutlaka bir şeyler alırlar. O halde başkalarından bekleme, çözümü kendi dışında görme yanlıştır. Önder Apo, “ne ararsan kendinde ara” dedi. Yine, “kendini çözüm gücü haline getirmek” dedi. Söz konusu sözler bu felsefenin ve anlayışın politik alanda pratiğe geçirilmesi oluyor. Yani; çareyi kendinizde bulacaksınız. Onun için de daha çok örgütleneceksiniz, daha çok kendinizi eğiteceksiniz, bilinçlendireceksiniz, eyleme geçireceksiniz. Eğitim, örgütlenme ve eylem bütünlüğünü iç içe kendinizde yaşayacaksınız, kendi gücünüzü açığa çıkartacaksınız. Kendi gücünüzle sorunlara çözüm bulacaksınız. Başkalarından isteyerek, bekleyerek bulamazsınız. Öyle olacakmış gibi görünüyor, bu mümkün değildir yanlıştır, yalandır, öyle bir çözüm yoktur. O tür beklenti yanlıştır. Bir yanılmadır, kendini kandırmadır. Dolayısıyla ondan mutlaka uzak durmak lazım. O halde çözüm yok mudur? Vardır. Nerededir? Kendi gücündedir. Kendi gücün nasıl ortaya çıkar? Kendini eğiterek, örgütleyerek çıkar. Eğiteceksiniz, örgütleyeceksiniz, birleşeceksiniz, mücadele edeceksiniz, diyor. Çözümü kendinizde yaratacaksınız. Eğer kendinizi doğru ve yeterli eğitirseniz, örgütlerseniz, her türlü eylemi yapmaya, her türlü sorunu çözmeye gücünüz vardır, o gücü ortaya çıkartabilirsiniz. Potansiyel olarak o güç sizde var, onu aktifleştirmek, eğitim ve örgütlenmeyle olur. 

Kendinizi eğitip örgütlemek yerine Amerika bize yardım etsin, bilmem Rusya’dan yardım gelsin, yok İran çözsün, Türkiye çözsün, şu devletten destek alalım, şu diplomasiyle iş yapalım yaklaşımları yanlıştır. Bunlar sahte beklentilerdir. Hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olan beklentilerdir. Büyük yanılgılardır. Buna küçük burjuva ruh hali ve zihniyeti, diyelim. Siyasete de oradan dönüşüyor. Orta sınıf eğilimleridir. Bu eğilim hiçbir zaman çözüm gücü olamamıştır. Kendini kandırmış, dolayısıyla elindeki imkanları, fırsatları da kaybederek yenilgiye düşmekten kurtulamamıştır. 

O halde küçük burjuva zihniyet ve siyaseti aşacağız. Küçük burjuva ruh hallerini kıracağız. Bu ne anlama geliyor, çareyi kendimizde bulacağız anlamına geliyor. Çareyi kendimizde bulmak da kendi gücümüzü açığa çıkartmaktır. Bu da eğitim ve örgütlenme demektir. Daha çok eğiteceksin, daha iyi anlayacaksan, daha doğru anlayacaksın, daha derin anlayacaksın, daha çok örgütleneceksin. Yani eğitim ve örgütlenme en büyük güç kaynağıdır. Daha fazla birleşeceksin, bütün Ortadoğu halklarının birliğini yaratacaksın, gerekirse bütün insanlığın demokratik birliğini yaratacaksın. Bunlar her türlü zorluğu yenecek, sorunu çözecek, demokratik gücü ortaya çıkartır. Çıkartmaz, dememek lazım. Buna güvenmek ve inanmak gereklidir. Böyle bir çizgiyi esas almak lazım. Önder Apo’nun vurgu yaptığı budur. Bunu her zaman da yapıyor. Daha önceki sorularda da belirttik, kendi gerçekliği budur. Her şeyi yaratıcı emeğinin ürünü olarak kendi çabasıyla yaratıyor. 

“Başkalarına gücüm yetmediği zaman kendime gücüm yetti, kendimi yoğunlaştırdım, daha derinden anlar, daha örgütlü davranır, daha çok birleşir, daha güçlü eyleme geçer hale getirdim. Dolayısıyla çözüm gücü yaptım, başarılar buna dayandı, gelişmeleri bununla sağladım. Her şeye sıfırdan başlayarak böyle bir tarz, üslup, tempo temelinde yürütülen mücadeleyle kazandım, ortaya çıkarttım” dedi. Bu, herkes için geçerli, her yerde geçerlidir. Böyle olmalısınız, bunun dışındaki yaklaşımlardan kendinizi kurtarmalısınız, diyor. 

Şimdi ifade ettim, bu gerçekten ciddi bir eleştiri, temel bir uyarıdır. Demek ki böyle ruh halleri, duygular, düşünceler ve davranışlar var. Pratiğimiz, Önder Apo’ya öyle yansıyor. Dıştan bekleyen biçiminde yansıyor. Kendi gücünü eğitip örgütleyerek gücünü açığa çıkartan, sorunları kendi gücüyle çözen değil de başkasından bekleyen durumumuz yansıyor. Onun için uyarı yapıyor, eleştiriyor, bunu tabi doğru anlamalıyız, kesinlikle hızla kendimizi düzeltmeli, yanlışlardan, yanılgılardan kurtarmalı, Önder Apo’nun belirttiği gibi çareyi kendinde bulan devrimciler, yurtseverler haline kendimizi bilinçlenerek, örgütlenerek, eyleme geçirerek getirmeliyiz. 

Böyle yaptığımız zaman her türlü sorunu çözecek, her türlü zorluğu yenecek, engeli aşacak, her türlü görevi başaracak devrimciler, yurtseverler haline geleceğimiz kesindir. Böylelikle de her yerde başarı kazanacağımız açıktır.