Işık Türk devletinin Kürdistan’daki saldırılarına ilişkin, “Yok edilen yalnız Mezopotamya ve Kürdistan tarihi değil. Yaşamın ilk kez yeşerdiği, insanın ilk tarımı yaptığı, ilk yerleşim alanlarının oluşturulduğu dünya tarihi de yok ediliyor” dedi.
FERHAT ARSLAN
AMED / ANF
Salı, 22 Aralık 2015, 07:05
Amed’in Sur ilçesinde 19 gündür devam eden sokağa çıkma yasağına karşı halkın direnişi sürerken, UNESCO Dünya Miras Listesi’ne alınan otantik kent, tanklarla saldırıya uğruyor. Sur’da yaşanan direniş, tarih katliamı ve Kürtlerin statü talebi ile ilgili gazeteci yazar Fehim Işık, ANF’nin sorularını yanıtladı.
Ortadoğu’da statüsüz yaşama karşı 40 yıldır farklı evrelerde mücadele eden Kürtler, bulundukları kentlerde öz yönetim ilanında bulundu. Buna karşı on binlerce asker ve polis gücü ile Kürtlere yönelik başlatılan operasyon kentler harabeye dönüştürüldü. Amed’in tarihi Suriçi’nde aralıklarla aylardır devam eden kuşatma ve sokağa çıkma yasaklarına karşı Kürt gençleri ve ilçe halkı direnişini sürdürüyor. Kimilerine göre ‘Kürdistan’ın Stalingrad’ı, kimilerine göre de Rojava’nın ‘Kobanê’si olan Suriçi, modern teknolojiye karşı ferdi silahlarla Türk ordusunu kadim kente girmesine izin vermiyor.
Binlerce yıllık tarihi mekanların tarihi mekanların tank atışları sonucu yakılıp yıkılması ve buna karşı kenti terk etmeyen halkın verdiği mücadelenin gerekçelerini Gazeteci Yazar Fehim Işık ile konuştuk.
Kimileri Sur’un bu yönüyle bir Kobanê, kimileri de bir Stalingrad olacağını söylüyor. Kadim kentin kalbi olan Sur'da yaşanan bu direnişe nasıl bir tanımlama getirilir?
Doğrusu, Stalingrad’dan sonra tarihi yeniden yazan en büyük direniş olan Kobanê direnişi döneminde bile Kobanê’yi bir başka direnişle özdeşleştirecek öznel bir tanımlamaya girmeyi doğru bulmadım. Bilirsiniz, o dönem Kobanê’yi çokça Stalingrad direnişine benzetirlerdi. Stalingrad’ın faşizmin yayılmasını önleyen, dünya tarihinin yeniden yazılmasında etkili bir direniş olduğu yadsınamaz. Ama yine de Kobanê bir Stalingrad direnişi değildi. Her biri kendi dinamikleri üzerinden yükselen ve belki de dünya var oldukça konuşulacak iki ayrı direnişti. Aynı yaklaşımı Sur direnişi için de düşünmek gerekir. Sur, kendine özgü, devletin çözümsüzlük girdabına soktuğu Kürt meselesini şiddetle bastırarak yok etme politikalarına karşı gelişen devrimci bir direniştir. Daha da ötesi, çok az sayıda gencin devletin binlerce asker ve polisine rağmen aylardır sürdürdüğü bir direniştir.
Stalingrad’da devletler karşı karşıyaydı. Kobanê’de birçok devletin desteklediği DAİŞ çeteleri bölge halkına saldırıyordu. Sur’da ise bizzat devlet, kendi vatandaşlarına saldırıyor. Başka ayrı yönler de var. Örneğin Stalingrad ve Kobanê’de yayılmacı hedefleri olan işgalciler ele geçirebildikleri tüm alanları ele geçirmek istiyorlardı. Sur’da ise, temel felsefesini ortak yaşam üzerinden kuran ve bunun için demokratik özyönetimi statü olarak benimseyen bir siyasal anlayışa karşı sürdürülen acımasız bir savaş var. Bu direnişler, özü itibariyle güçlünün kendini haklı sayarak karşıdakini yok etme isteği ile buna karşı efsanevi direnç gösteren az sayıda direnişçinin varlığı noktasında benzer olsalar bile, kabul edelim ki her biri içerikleri itibariyle diğerinden farklıdır. Bir başka deyimle, her biri kendisidir ve inanıyorum, Stalingrad ve Kobanê’de olduğu gibi Sur da kendi adıyla tarihe geçecektir. Elbet, devletin dayatmacı ve ceberut yönelimlerine karşı, Sur’un yanı sıra Cizre’den Kerboran’a her direniş de kendi adıyla tarihin onurlu sayfalarında hak ettikleri yeri alacaktır.
Sur’da yakın tarihe kadar da Kürtlerle birlikte yaşayan birçok kadim halk vardı. Bunlar Osmanlı’nın son yıllarında büyük katliamlara maruz kaldılar. Önceden diğer halklara dönük yapılan katliamların sırası şimdi Kürtlerde mi geldi?
Sur’da yaşayıp katledilen kadim halklar, öncelikle Ermeniler ve Süryanilerdir. Osmanlı’nın son çeyreğinde Türk siyaseti Müslüman olmayan halkların tehciri ve katliyle, bölgeyi Müslümanlaştırmanın yanı sıra onların tüm tarihlerine de el koydu. Bu durumun yansımalarını Sur’da net bir biçimde görmek mümkün. Sur’da İslamiyet öncesine ait birçok tarihi doku özünden koparılıp İslami bir dokuya kavuşturuldu. Kalanlar ise tam anlamıyla harap haldeydiler. Kürt siyasetinin yerel yönetimleri almasıyla birlikte bu durum değişmeye başladı. Harap edilen tarihi dokular restore edilip özüne uygun bir şekilde yeniden yaşama kazandırıldı. Süryanilerin, Ermenilerin kiliselerinde yeniden çan sesleri duyuldu. Bunun yanı sıra yıkık dökük camilerden yeniden ezan okundu, cem evlerinden semah sesleri gelmeye başladı. Bir de bu bölgede, birçok eser tarihi şahsiyetlerin, Amed’e değer katmış insanların adıyla yeniden düzenlendi. Sur, giderek önemli bir kültür kentine dönüşüyordu. Belki bugün Sur’a çok daha hınçla saldırmalarının bir nedeni de budur. Çünkü Cumhuriyet tarihinin katlederek, yıkarak, yakarak yok ettiği değerler yeniden insanlığa, yaşama kazandırılıyordu. Sokaklara, yeni isimler veriliyordu. Dedim ya! Belki de bunu hazmedemediler. Kürtlere gelince; kuşkusuz yönetenlerin aklından Cumhuriyet tarihi boyunca geçen bir şey de, Kürtleri yok etmekti. Cumhuriyet’in ilk yıllarında bunu yaptılar. 1924’ten 1938’e kadar on binlerce Kürt’ü katlettiler. Bir dönemden sonra öldürerek bitiremeyeceklerini görünce Kürtlere beyaz ölümü, asimile ederek yok etmeyi reva gördüler. Kürtlere, dillerini, edebiyatlarını, tarihlerini yasakladılar. Kürtlere, ‘Türksünüz’ dediler. Bir yere kadar başarılı da oldular. Kürt, Kürtçe, Kürdistan artık yok olmakla, unutulmakla yüz yüzeydi. Kürt halkı siyasal mücadelesiyle bu makus talihi tersine çevirmeyi başardı. Tüm zorluklarına, onca yakma, yıkma, işkence ve ölüme rağmen Kürtler özellikle 90’lardan sonra tüm kaybettiklerini bedeli ağır da olsa teker teker geri almaya başladılar. Bu süreç, egemenlere bir şeyi gösterdi ki artık onlar da Kürtleri yok edemeyeceklerini anladılar.
Egemenler, AKP ile birlikte Kürtlerin varlığını yarım ağızla da olsa kabul etmek zorunda kaldılar. Bu kez istemedikleri, Kürtlerin bir statü sahibi olmasıydı. 2013 yılında başlayan ve 28 Şubat Dolmabahçe mutabakatına varıncaya kadar önemli merhaleler kat eden diyalog ve müzakere sürecinin birden sonlandırılmasının başka izahı yoktur. Kürtler, Kürt siyasi hareketi, KCK ve diğer tüm muhataplar sorunun çözümü için statünün olmazsa olmaz olduğunu belirtince, AKP zihniyeti masayı devirdi. Bugün Sur başta olmak üzere birçok yerde kazılan hendekler, barikatlar da esasen egemenlerin statüsüz çözümü zorlama siyasetinin bir sonucudur.
Kürtler günümüz koşullarında mevcut teknolojiye karşı kendilerini koruyabilirler mi? Şu an Kürtler alanlarda mevcut sistemi haykırarak reddettiği için büyük bir öfkeyle katlediliyor?
Direnenler, egemenler karşısında teknoloji, araç-gereç, para ve benzeri olanaklar açısından hep eşitsizdi. Eğer böyle olmasaydı egemenleri devirip yerine yeni bir yaşam koymak için ağır bedeller ödemek gerekmezdi. Ne yazık ki bu eşitsizlik, ancak ağır bedeller ödenerek dengeleniyor. Örneğin 80’li yıllardaki cezaevi direnişlerini hatırlayın. Cezaevindeki tutsakların tek araçları bedenleriydi. Deyim yerindeyse, egemenlere boyun eğmemek için kullanabilecekleri tek silah ölmekti. Bunu yaptılar. Tutsaklar, şehadete ererek egemenlere ölümden korkmadıklarını, yüreklerindeki direniş ışığıyla onları yenebileceklerini gösterdiler. Mazlum Doğan hücresinde bir Newroz günü yaşamına son verirken, aslında bir ömür boyu sürecek yeni bir yaşamı da müjdeliyordu.
Necmettin Büyükkaya’dan Remzi Aytekin’e, Yılmaz Demir’den Ferhat Kurtay’a her tutsak Kürt halkının ölerek de var olacağını gösterdi. Bugün olan da budur. Egemenlerin elindeki devasa güce rağmen, az sayıda insan direnerek onları sokaklara sokmuyor. Düşünsenize, onlarca tanka, onca ağır silaha, havadan milimetrik çekim yapan İHA’lara rağmen devlet güçleri aylardır sokaklara giremiyor. Girebilirler mi? Ola ki girerler. Buna rağmen bilmek gerekir ki yenilen egemenlerdir. Onların efsanesi yerle bir edilmiştir. Kobanê’de olan da buydu. Varsayalım ki DAİŞ Kobanê’yi tamamen ele geçirdi. Buna rağmen DAİŞ’in başarılı olduğunu kim iddia edebilir? DAİŞ’i Arin Mirkan, Miştenur Tepesi’nde bedenini tanka siper ederek yenmişti zaten. Bunu görmemek mümkün mü? Şimdi Sur’da, Kürdistan’da yaşanacak olan da budur. Kürtler ölümden korkmamayı öğrendi. Onları yeniden köleleştirmek ne mümkün.
Bazalt taşlı sokakları, mistik taş evleri, medreseleri, kilise ve camileri ile bilinen UNESCO Miras Listesi’ndeki Sur, şu an tanklarla dövülüyor. Bu saldırıyı aynı zamanda Mezopotamya halklarının tarihi mirasına yönelik imha operasyonu olarak da değerlendirmek mümkün mü?
Sur, dikkat çekici yönleriyle öne çıkan tarihi bir yerleşim yeri. Karacadağ’ın sönmüş volkanının ürünü olan bazalt taşları ile yapılmış eski Amed evleri, her kesitinde siyah bazaltın dokunuşlarını gördüğümüz Ahmet Arif Müze Evi’nden, Dört Ayaklı Minare’ye, Meryem Ana Kilisesi’nden Saint George Kilisesi’ne, Surp Giragos Kilisesi’nden On Gözlü Köprü’ye, Kervansaray’dan Hasanpaşa Hanı’na, Ulu Cami’den adını ilçeye veren Çin Seddi’nden sonra dünyanın en uzun ikinci surlarına kadar her yerinden tarih fışkırıyor Sur’un.
Bu nedenledir ki UNESCO Dünya Miras Listesi’ne kabul edildi. Neredeyse yüzde 90’ı sit olan bir ilçeden söz ediyoruz. Sit, yani tarihten günümüze var olan çağların ve uygarlıkların kültür değerlerini temsil eden eser veya arkeolojik kalıntı... İşte bu durum öyle bir sorumluluk yüklüyor ki insana siz bu sorumluluğunuzu yerine getirmek için o alana tek bir çivi bile çakamazsınız. Şimdi olan ne? Tek çivi bile çakmanın mümkün olmadığı bir alan tanklarla, bomba atarlarla, kurşunlarla yok ediliyor, yakılıyor, yerle bir ediliyor. Hal böyle iken bu saldırı, Mezopotamya’nın, Kürdistan’ın tarihi dokularını, geçmişini yok etmekten bağımsız düşünülebilir mi? Evet, aynen öyledir? Bir taraftan Kürt hareketini bastırıp teslim almayı hedefleyenler, bu arada yok edebildikleri kadar Mezopotamya ve Kürdistan’ın kadim tarihini de yok etmeye çabalayacaklar. Elbet hiçbir şey insan yaşamından daha önemli değil. Ancak hepimiz yok edilmek istenen bu tarihe de dikkat çekmeliyiz. Dünyayı bu nedenle bile olsa sorumluluk almaya çağırmalıyız. Yok edilen yalnız Mezopotamya ve Kürdistan tarihi değil. Yaşamın ilk kez yeşerdiği, insanın ilk tarımı yaptığı, ilk yerleşim alanlarının oluşturulduğu dünya tarihi de yok ediliyor.
Sur’da Dört Ayaklı Minareye sahip çıkmak isteyen Tahir Elçi aynı minarenin ayakları önünde katledildi. Elçi’nin minarenin ayakları altında vurulması bir mesaj mıydı?
Tahir Elçi’nin katledilmesi başlı başına bir mesajdır. Onun, başından beri konuştuğumuz tarihi bir kente, o kentin sokaklarına, taşlarına, insanlarına sahip çıkması, verilmek istenen mesajı da bize ifade ediyor. Bugün Sur’da yaşanan çatışmaların müsebbibi olan açıktır ki devleti yöneten zihniyettir. Birileri hendek ve barikatları eleştiriyor. Oysa hepimizin bilmesi gereken şey şu ki hendek ve barikatlar, esasen devlet politikalarının bir sonucudur.
Devleti yönetenler, AKP hükümeti sorunu çözmek yerine provoke etmeyi, şiddeti egemen kılmayı yeğledi. Tahir Elçi, devletin bu zihniyetine karşı açık tutum alan biriydi. Amed’in önemli bir kurumunun başkanıydı. Aynı zamanda bu kadim coğrafyanın köklerine duyarlıydı. Bu nedenle Dört Ayaklı minarenin kurşunlanmasına da karşı çıktı. Onun bu duyarlılığı, görünen o devlet içine kümelenmiş birilerinin de rahatsızlığının gerekçesi oldu. Eğer bu rahatsızlıkları olmasaydı, onu apar topar Amed’den İstanbul’a götürüp hakim karşısına çıkarırlar mıydı?
Eğer bu rahatsızlıkları olmasaydı, onu siyasi bir linçe tabi tutmaları mümkün olur muydu? Onu siyasi linçe tabi tutanlar, akabinde hukuksal bir linçe tabi tuttular ve en nihayetinde fiziki olarak da katletmenin koşulları oluştuğunda katletmekten çekinmediler. Bunun Dört Ayaklı Minare’nin ayaklarının altında olması elbet bilinçli bir seçim değil ancak tarihin karşımıza çıkardığı bir ironidir. Şunu da biliyorum. Baro, Dört Ayaklı Minare’ye dönük saldırıyı protesto için açıklama yapma kararı aldığında bazı avukat arkadaşlar, Dört Ayaklı Minare’nin önünde basın açıklaması yapmanın riskli olacağını söylüyor. Tahir Elçi’nin bu arkadaşlara şakayla karışık verdiği yanıt ilginçtir. O, “Öleceksek Dört Ayaklı Minare’nin ayakları altında ölelim” diyor. Nihayetinde öyle oldu. Tahir Elçi, duyarlılığının, insan olmanın, ölümleri istememenin bedelini, nice isimli-isimsiz Kürt gibi canıyla ödedi. İnanıyorum ki bu mücadele zaferle sonuçlanacak ve Tahir Elçi’de bu mücadelenin en onurlu sayfasında yerini alanlar arasında olacak.