Türk devleti, Ortadoğu’da uzun yıllardır hegemonik bir güç olma iddiasıyla, yayılmacı bir politika izliyor. Hamas’ın 7 Ekim 2023 tarihinde İsrail’e dönük saldırısı ve hemen ardından İsrail’in karşılık vermesiyle, bölgesel konjonktür ters yüz oldu. Uluslararası güçlerin Ortadoğu planı ile Türkiye’nin hegemonik planları çatıştı. Bunu Türkiye’nin geleceği için tehdit gören Türk devlet aklı ise MHP lideri Devlet Bahçeli’nin öncülüğünde düğmeye bastı ve geçtiğimiz Ekim ayında Önder Apo’ya PKK’nin feshedilmesi ve umut hakkından yararlanması için çağrı yapıldı.
Fakat süreç Bahçeli’nin tarif ettiği ve başlangıçtaki dinamikliği ile sürmüyor. Özellikle PKK’nin 12. Kongresinden sonra devlet ve hükümet süreci yavaşlatmaya, zamana yaymaya başladı.
Sürece dair, atılmayan adımları, uluslararası ve bölgesel konjonktürü, sürecin beklemeye alınmasının risklerini, demokratik toplumun inşasını, demokratik komünleri ve Önder Apo’nun politik perspektifini Gazeteci Ferda Çetin ile konuştuk.
İki bölüm halinde hazırladığımız röportajın ilk bölümü şöyle:
Türkiye’de devam eden süreç ve diyalog tartışmaları Devlet Bahçeli’nin Ekim ayında yaptığı çağrı ile başlamıştı. Bu beklenmeyen ve ardından gelen hızlı adımlara rağmen devlet tarafının meseleyi yavaşlattığını hatta bir oyalama yaptığın görüyoruz. Hızlı bir şekilde sürece giren devlet veya hükümet neden meseleyi yavaşlatmaya başladı. Bunun sebebi nedir sizce?
Sadece Devlet Bahçeli’nin açıklaması değil hem Türkiye’de hem de Ortadoğu’da çok hızlı ve önemli değişiklikler yaşandı. Son 20 yılda özellikle Ahmet Davutoğlu'nun Dışişleri Bakanlığı tarihinden itibaren Türkiye Dış Politikası stratejik derinlik adıyla bir yayılmacılık politikası yürütmeye başladı. Bunu hayata geçirmek için de ciddi bir biçimde de pratikleştirme çabaları içine girildi. Orta Doğu'da, Kafkasya'da, Osmanlı Devleti’nin hakim olduğu bölgelerde yeniden güç elde etmek ve aktör olmak istediler. Bunun hem teorisini yaptılar hem de pratik bazı müdahaleler yaptılar. 2019 yılında Libya’da yapılan Münhasır Bölge Anlaşması buna örnek gösterilebilir. Türk Devleti bununla neredeyse Akdeniz’in tamamını kendi egemenliğine alacak kadar bir cüretkarlık içine girdi. Türkiye bu politikayı Kafkasya'da, Balkanlar'da her tarafta yürütüyordu. İki kutuplu ve çok aktörlü dünya bu duruma olanak tanıdı. Türkiye denge pozisyonunda zaman zaman Rusya'ya, zaman zaman Avrupa Birliği'ne, Amerika'ya yaklaştı. Zaman zaman da bu güçlerin karşısında pozisyon aldı ve bu durum 20 yıl boyunca devam etti. Fakat öte taraftan Amerika, İngiltere ve Avrupa'nın da kendi ajandaları vardı ve kendi politikalarını yürüttüler. Burada da Saddam'ın devrilmesinden tutalım. Hüsnü Mubarek’in, Kaddafi'nin devrilmesi, Suriye'deki rejimin değişmesi, Hamas ve Hizbullah'ın neredeyse tasfiye edilecek duruma gelmesi... Bütün bunlar Türkiye'nin Orta Doğu'da geliştirmek istediği aktif rol alma ve aktör olma, durumunu engelleyen ve tersine çeviren bir durum yarattı. Nedenlerden birisi bu. Yani Türk Devletini ve AKP hükümetini daha realist davranmaya zorlayan uluslararası bir konjonktür oluştu.
Yani Devlet Bahçeli’nin ‘Türkiye’yi bekleyen riskler ve tehlikeler’ diye tarif ettiği durumdan mı bahsediyorsunuz?
Evet, ne kadar risk ve tehlike? Siz yayılmacılık politikası veya başka ülkeleri, başka toprakları işgal ettiğiniz zaman, başka güç odakları da eğer orada hak sahibiyse bir karşılaşma, bir rövanş durumu ortaya çıkacaktır. Belki de bunu Suriye üzerinden çok rahat söyleyebiliriz. Yani Türkiye uzun süre 'güvenlik, sınır güvenliğimiz, biz sınır güvenliğimizi Avrupa'ya veya Amerika'ya bırakmayız gerektiğinde kendi göbek bağımızı kendimiz keseriz' politikasını güderek, sürekli Suriye'nin tamamını olmasa da Kürtlerin diğer topluluklarla birlikte oluşturduğu Özerk Yönetimi baskı altında tuttu. Yani 'Bir gece ansızın gelebiliriz' politikaları, her gün dronlarla bölgenin bombalanması, hatta Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın 'Bütün alt ve üst yapı kurumlarıyla birlikte vurulacaktır' diyecek kadar cüretkar olması, Suriye'de tam hakimiyeti sağlama, tam denetim sağlama politikasıydı. Suriye'deki Beşar Esad rejiminin değişmesi Türkiye'nin bu yayılmacı politikasına karşı çok radikal bir değişimi ifade ediyor. Sınır güvenliği bahanesinin arkasına sığınan Türkiye, şu anda veya Suriye'deki rejim değişikliğinden sonra İsrail'in komşusu oldu. İsrail Suriye topraklarındadır ve oradaki askeri harekatları, askeri düzeni kontrol ediyor. Bundan iki buçuk yıl önce Kürtleri tehdit unsuru olarak gören Türkiye, Kürtler gibi veya Kürtlerin oluşturduğu Özerk Yönetim’i bir ara komşuya, sorun yaratmayan, en azından işgal, veya yayılmacılık politikası olmayan yeni bir komşuya çok acil ihtiyaç duyuyor ve bu durum birdenbire oluştu. Yani Türkiye şu anda yeni komşularıyla nasıl geçineceklerinin hesabını yapıyor. DAİŞ'i veya Suriye Milli Ordusu'nu ya da HTŞ'yi desteklese dahi İsrail ile komşudur. Bu bir tahmin ya da ileriye dönük bir durum değerlendirmesi değil. Şu andaki pozisyon böyledir. Yani İsrail'in Suriye'deki veya Orta Doğu'daki yeni yayılma politikası ki İsrail bunu tek başına yapmıyor, Amerika ve İngiltere’yle birlikte yapıyor. Türkiye'nin stratejik derinlik veya eski Osmanlı egemenlik alanlarını yeniden kontrol etme politikasını bütünüyle ters yüz etti. Türkiye, Orta Doğu'da iyi geçinebileceği, sorun yaşamadan geçinebileceği komşulara, halklara ihtiyaç duyuyor bu dönemde. Buna en çok ihtiyacı olan ülkeler Türkiye ve İran’dır. Yani kendi iç sorunları, bu uluslararası planlamaların, projelerin odağındaki ülkeler bu iki ülkedir. Dolayısıyla da Bahçeli'nin açıklaması aslında realist davranma ya da yeni komşuların oluşturduğu, yeni komşuların dayattığı bir yeni hamle, yeni bir siyaset tarzı olarak değerlendirebiliriz. Durup dururken ortaya çıkmadı.
Sizin çizdiğiniz bu fotoğraf ile Bahçeli realist bir politikayla Ekim ayındaki o çağrıyı yaptı ve bu süreç başladı. Ancak başlatıldığı gibi sürmediği de görülüyor. Değişen şey nedir? Hükümet ya da devlet neden bir yavaşlatma veya oyalama taktiğine girdi? Neden başladığı gibi devam etmiyor?
Türkiye Suriye'de böyle hızlı bir değişim beklemiyordu. Türkiye ve AKP hükümeti aslında Amerika, İngiltere, İsrail'in geliştirdiği bu politikanın Türkiye'yi de devre dışı bırakacağını düşünüyordu. Korkunun sebebi buydu. Yani yeni Suriye oluşurken Suriye Milli Ordusu, HTŞ veya işte orada daha evvel desteklediği çeteler tümüyle tasfiye olduğunda Türkiye'de tasfiye olacaktı. Dolayısıyla da büyük bir kaosla bilinmezlikle karşı karşıya kalacaktı. Ama bunu engellemek için de Kürtlerle iş birliği yapmak ya da Kürtlerle birlikte eski ilişkileri aşan yeni bir ilişki momentine girmek Türkiye için daha akıllıca göründü. Türkiye'yi bu yöne iten aslında bu tutmayan öngörüsüydü. Ama bu planı gerçekleştirenler Suriye Milli Ordusu'nu ve Türkiye'yi de Suriye'deki planın bir parçası haline getirdiler. Dolayısıyla Türkiye, Bahçeli ya da Tayyip Erdoğan o kadar da korkulacak bir durum olmadığını, sürecin yavaş yavaş ilerlediğini, Türkiye'nin bütünüyle devre dışı bırakılmak istenmediğini pratik düzenden okudular, anladılar. Bunun için de bu süreçte ağırdan alan bir tutum içine girdiler.
Fakat sahada Türkiye-İsrail ilişkisinin gerildiğini görüyoruz. Hatta İsrail Türkiye’nin üs kurmak istediği bölgeleri bombaladı ve karşılıklı tehditler yer yer Hamas üzerinden yer yer Suriye üzerinden gözlemleniyor. Bu ne anlama geliyor?
Türkiye yıllardır bu politikayı sürdürüyor. Özellikle Kürtler Özerk Yönetim oluşturduktan sonra Türkiye'nin saldırgan politikası, yani Kürtleri hedef alan, Kürtlerin Suriye'de eşit bir partner olmasını engellemek isteyen bir politika yürütüyordu. Bu bir biçimde bugün de devam ediyor. Fakat Beşar Esad rejiminin devrilmesi ile İran ve Rusya'nın Suriye'den çıkmasından sonra Türkiye doğrudan Amerika'yla, İngiltere'yle, İsrail'le karşı karşıya kaldı. Fakat Türkiye İran ve Beşar Esad rejiminin kendi kendisini koruyamayan, kendi otoritesini kuramayan politikası nedeniyle Suriye’de bir güç haline gelebildi. Hem askeri olarak hem de siyasi olarak. Yani esas aktörlerden biriydi. Esad rejimi devrildikten sonra Amerika, Britanya ve İsrail aktif olarak yer aldılar ve Suriye'nin geleceğine ilişkin tartışmalar ve planlamalar yapmaya başladılar. Yani bunlardan biri de Suriye'de askeri güçlerin kurulamayacağı, HTŞ'nin veya başka yabancı güçlerin askeri güçleri kuramayacağı, bu askeri güçlerin kurulmasının izninin veya fiili durumunun, bu planı yapan güçlerin iznine, onayına ihtiyacı olduğunu söylediler. Onun için de İsrail’in bombalaması, sözünü ettiğiniz engelleme politikası yürüyor. Zaten Türkiye de burada artık ısrar etmiyor. Yani eskiden olduğu gibi reste rest çekerek veya karşı tutumu tahrik ederek değil, mümkün olan en esnek, en yumuşak, İsrail ile karşı karşıya gelmeyecek politikalar geliştirmeye çalışıyor. Öyle bir politika yürütüyor. Türkiye'nin sadece ısrarla karşı çıktığı, Suriye'deki yeniden yapılanmayı planlayan ülkelere de dayattığı tek şey, Kürtlerin statü sahibi olmaması, yeni oluşacak Şam yönetiminde eşit paydaş, ortak bir paydaş haline gelmemesidir. Bunun üzerine pazarlık yapıyor. Yoksa oradaki yönetimi kontrolü altına alma, Suriye'deki yeni yönetimi Türkiye'nin dizayn etmesi gibi bir pozisyonu şu anda da söz konusu değil. Bu gücü de zaten yok.
Ama bu süreç başlarken Devlet Bahçeli ‘Kürt-Türk ittifakı’, ‘Yenilenen paradigma’, ‘Kürt-Türk kardeşliği’ gibi kavramlar kullandı. Yani ‘Türkiye yeni yüzyıla Kürt-Türk kardeşliği temelinde hazırlanacak’ denildi. Fakat sizin değerlendirmelerinizden öyle anlaşılıyor ki; Kürt kazanımlarına dönük Türk devletinin saldırıları sürüyor. Suriye özelinde bakarsak, Türkiye hala Kürt karşıtı pozisyonda mı duruyor?
Bu çözüm süreci tartışmalarına Türkiye’nin iç dinamikleri, sivil toplum, siyaset yani Türkiye’nin toplumsal kesimlerinin mücadelesi veya onların çabası ile girilmedi. Bu tespiti yapabiliriz. Hükümetin veya Bahçeli ise konjonktürün ya da rasyonel durumun ortaya çıkardığı sonuçlar üzerinden tutum aldılar. Yani Kürtlerle eski ilişkileri, savaş, çatışma ve gerilim ilişkilerini sürdürmenin Türkiye'ye bir faydası olmayacağını, bu yeni düzen, Orta Doğu'nun yeniden paylaşılması, yeniden bölüşülmesi noktasında çatışmanın, gerilimin Türkiye'nin zararına olacağını, bu noktada da Kürtlerin güçlü bir pozisyonda olduğunu, en azından bu yeni süreçte aktör pozisyonda olduğunu, yeni oluşacak Orta Doğu'da bir yer sahibi olduklarını gördüler, bunu anladılar ve dolayısıyla da böyle bir süreci başlatma ihtiyacı duydular. Yoksa alttan gelen bir dalga toplumun baskısıyla oluşan bir barış, kardeşlik, birlikte yaşama ortamı veya zemini üzerinden gelişmedi.
Rasyonel durum tespitiyle dahi olsa Kürtlerin Suriye'deki kazanımları neden rahatsız ediyor Türk devletini?
Şimdi çatışan taraflar, çatışan devletler arasında da her zaman barış görüşmeleri veya müzakere koşulları, her iki tarafın barışı ve kardeşliği istediği anda ortaya çıkmıyor. Bu da tarafların galip gelme yani zafer kazanma veya muhatabı yenilgiye uğratma pozisyonunu kaybettikleri anda yeni bir arayış olarak ortaya çıkıyor. Yani problem olan da budur zaten. Yani Türkiye'deki demokratikleşme ve barış havası, barış atmosferi, Türkiye'deki dinamiklerin, Türkiye'deki halkların kendi talepleri olarak ortaya çıkmadığı için böyle oldu. Türkiye aslında eski politikasından bir dönüş yapmadı. Ama şöyle bir dönüş yaptı; Kürtlerle savaşma, Kürtlerle çatışma, Kürtlerle sürekli karşılık pozisyonda olmanın, Türkiye'nin çıkarlarına uygun olmadığını düşündü. Onun için bu yola girdi. O nedenle de barış, kardeşlik veya demokrasi tartışmalarında hep tökezleyen, tekrar eden, eskiyle yeni arasında gidip-gelen bir pozisyonda kalıyor. PKK ile Türk Devleti veya PKK ile AKP hükümeti, barış ve demokrasi başlıklarındaki mutabakatlarda anlaştıkları için bir araya gelmediler. Çatışma ve savaşın bu sorunları derinleştirdiği, her iki tarafa zarar verdiğini ve müzakere etmenin doğru olacağı sonucuna vardılar. Bu konuda ortak bir konsensüs oluştu. Bahçeli'nin çağrısı ve Kürt Halk Önderi Öcalan'ın ona cevabını böyle okumak gerekiyor. Dolayısıyla da demokrasi veya demokratik zeminin gelişmesi ancak bu süreçten sonra olabilir. Yani ikisini birbirine karıştırmak da çok doğru değil. Bu mücadeleyle gelişecek bir zemindir. Yani barış demokrasi Türkiye'nin, Devlet Bahçeli'nin, Tayyip Erdoğan'ın söz vermesiyle oluşacak bir zemin değil. Bunun aşama-aşama gelişmesi ve örülmesi gerekiyor.
Bu yavaşlatma veya oyalama hali süreç açısından hangi riskleri barındırıyor veya bu sürdürülebilir bir durum mu?
Hem Devlet Bahçeli'nin çağrısı hem de Devlet Bahçeli'ye karşı Başkan Öcalan'ın verdiği cevap, çok radikal adımlar. Yani 'Gelsin mecliste konuşsun' ile Başkan Öcalan'ın 'PKK'nin kendisini feshetmesini söyleyeceğim, kongre yapmasını söyleyeceğim' ifadeleri öyle rahatlıkla her an söylenebilecek, her an dile getirilebilecek adımlar değil. Bunların geri alınması da mümkün değil. Dolayısıyla henüz sonuçları yansımamakla birlikte çok önemli adımlar atıldı, çok radikal kararlar alındı. Eğer bu adımlara uygun bir gelişme, bu adımlara paralel bir seyir izlenmese bunun anlamsız kalması, başa dönülmesi veya işte bu yaratılmak istenen Kürt-Türk kardeşliği Türkiye'de demokrasinin yeniden gözden geçirilerek düzenlenmesi, eksiklerin, hataların düzeltilmesi vs. gibi başlıkların hepsi anlamsız hale geliyor. En büyük risk çatışma, gerilim, savunma pozisyonunda sürekli savaş ve düşmanlık politikalarıyla toplumu yöneten, yönlendiren politikanın tekrar etmesidir ki bu da ne Türkiye'ye ne Kürtlere ne de Orta Doğu'daki diğer toplumlara bir fayda sağlamaz. Böyle izah edebiliriz. Kürt toplumunda da Türk tarafında da daha önce olmayan bir şey oldu. Siyasi partilerin büyük bir kısmı neredeyse %80-90'ı bu süreci destekleyen açıklamalar yaptı. Bu konsensus her zaman oluşmaz. Kürtler de her zaman böyle yaklaşmaz. Sadece PKK değil, KDP, YNK, Goran Hareketi, Kuzey Kürdistan'daki partiler, örgütler ve bir bütün olarak Kürt kurumları bu sürecin umut verici olduğunu ama mutlaka ilerletilmesini, karşılıklı adımlar atılmasını talep ettiler. PKK'nin kongresi gerçekleştikten sonraki süreçte bir durgunlaşma var. Başkan Apo'nun çağrısı, PKK'nin kongre kararları aslında Kürt tarafının bu süreci ilerletme yöndeki niyetini veya pratiğini göstermiş oldu. Yani iki taraflı aksatma durumu söz konusu değil. Türk Devleti ve AKP tarafından bir yavaşlatma durumu var.
Öyleyse bir suistimal diyebilir miyiz bu duruma?
Suistimal diyebiliriz, oyalama diyebiliriz. Çok kullanılan deyimiyle ipe un serme diyebiliriz. Her ne dersek diyelim. Bunu ağırdan alan, ciddiyetle bağdaşmayan bir politikadan söz edebiliriz.
Atılmayan adımlar ve oyalamanın ötesinde bir durum da var. Gerillaya dönük saldırılar devam ediyor. Hala Erdoğan ve çevresi ‘son terörist kalıncaya kadar mücadelemiz sürecek’ ezberini tekrar ediyor. Yine bu süreci ele alırken ‘terörsüz Türkiye’ tanımı kullanılmaya devam ediyor. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
Bu konuştuğumuz konuların ismini bile koymaktan aciz, ondan korkan edilgen bir durum var. Fakat buradaki korku, AKP hükümetinin Türkiye'deki bu sürece karşı olanlardan korkusu değil. Yani AKP üzerinde böyle bir baskı yok. Tayyip Erdoğan, Devlet Bahçeli, bakanlar ya da Milli Güvenlik Kurulu dışında bu süreci ilerleten bir güç yok. Türkiye'de hep bir derin devletten bahsedilir ancak AKP tüm bunlara hakim durumdadır. Yani böyle bir korku yok. Ama AKP veya MHP iktidarı atması gereken basit, kolay ve olması gereken adımları atmada şu anda problem yaratan veya bu süreci akamete uğratan durumdadır. Bu adımlardan biri Başkan Apo'nun çalışabilir koşullarda olmasıydı. Bunun öncelikle olması gerekir ki örgütle gerillayla, silah bırakan güçlerle bir diyalog ve teması olsun. Bununla beraber veya bununla paralel, gerillanın ateşkes kararına karşı Türk ordusunun da ateşkes durumuna geçmesi. Bunu illa da basına açıklaması gerekmiyor. Fiilen bu saldırıların durdurulmasıydı. Bunu da yapmadılar. Yani hep siyasi korkulardan bahsederek, bazı şeyleri açık açık yapamadıklarını ve aşama-aşama yapacaklarını söylüyorlar. Gerillaya karşı veya Güney Kürdistan'a dönük saldırılarda böyle bir şey söz konusu değil. Türk savaş uçakları bombardıman yapmadığında Türkiye'deki bazı güçler 'Neden bombalamıyorsunuz?' diye feryat figan etmez veya bir ayaklanma olmaz. Demek ki bu hükümeti yönetenler veya bu süreci ilerletmek isteyenler de bu konuyu çok ciddiye almıyor veya bunu ciddi bir engel gibi görmüyor. Ama Kürt tarafı için, gerillalar için bu çok ciddi bir durumdur. Bu devletin, Türk askerinin, Türk ordusunun hükümetin başlattığı süreci tanımadığı, bunun gerçekleşmeyeceğinin işareti olarak algılanır ve böyle okunur. Daha temkinli olmak, bu süreci daha dikkatle izleme veya buna inanmama veya bunu şüpheli hale getirme gibi bir sonuç ortaya çıkar. En büyük tehlike budur zaten.
Bu saldırılarla birlikte hükümetin siyaset alanında da saldırıları devam ediyor. Kürt Özgürlük Hareketi'nden de bu yönlü eleştiriler de geldi. ‘İktidar muhalefeti bölmek istiyor’ denildi. CHP’li belediyelere dönük operasyonlar devam ediyor. CHP’nin bu süreçteki tutumu olumlu fakat bu saldırılarla CHP’nin bu sürecin dışına itilmek istendiği yönünde eleştiriler de geliyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Burada iktidarın hedefi, amacı nedir?
Devlet Bahçeli'nin 'Gelsin mecliste konuşsun' cümlesi veya gerillanın ve PKK'nin kendini feshederek silahlı mücadeleyi bırakmasının tartışılmayan bir tek koşulu var. O koşul, silahlı mücadele yerine siyasal alanın açılması. Gerillalar savaş meraklısı, sadece savaşan, silah kullanan, ya da iyi savaşan insanlar olarak dağda değiller. Gerilla aynı zamanda siyasi bir güç. Kürt halkının hakkını, hukukunu, siyasal taleplerini dile getiren, bunların gerçekleşmesini isteyen bir güç ve silahı da bunun için kullanıyor. Şimdi silah ortadan kalkacaksa bunun hukuki ve yasal zemininin oluşması lazım. Demokratik zemininin oluşması lazım. Daha doğrusu Türkiye'deki, bir demokratikleşme ortamının oluşması lazım. Yani eğer bu zemin oluşmazsa şu anda yürüdüğü gibi ‘Kürtlerle kardeşlik, birlik, beraberlik, tarihten gelen dostane ilişkiler’ gibi sözler çok anlam ifade etmiyor. Yani Türkiye'nin bir bölümünde baskı veya şiddet uygulanırken, gerçi şu anda öyle bir durum yok, esas olarak Kürtler hala baskı altında. Cezaevinde cezasını dolduran mahkumlar bile serbest bırakılmıyor. Fakat bir taraftan siyasi partiler üzerinde baskılar, belediyelere kayyum atamalar, gazetecilere dönük tutuklamalar, en küçük bir eleştiri veya tepki gösteren insanların gözaltına alınıp tutuklanması bu koşullar barış ve kardeşlik zeminini yaratmaz. Bunun tersini yaratır. Yani Türkiye'nin batısında baskı, devlet terörü, hapishane, yargılama, gözaltı, tutuklama, Kürtlerle de dostluk, kardeşlik veya iyi ilişkiler. Bu söz konusu değil, eşyanın tabiatına da aykırı, zaten oluşturulmak istenen sisteme de aykırı. Demokrasi gelişirse olur. Düşünce, ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, seçme ve seçilme hakkının son derece korunması ve saygın olması, kayyum sisteminin bütünüyle ortadan kalkması, kanun hükmünde kararnameler gibi bir sistemin ortadan kalkmasını sayabiliriz. Bunların tümü dururken kardeşlik, barış, demokrasi, ya da iyi ilişkiler mümkün olmaz.
Yarın 2. Bölüm; Ferda Çetin: Süreç sadece izlenerek sonuç alınamaz