Dr. Herdi: Acının önlenmesine odaklanmalı

Dr. Çoman Herdi: Biz daha çok mağdur olan, acı çekene odaklanıyoruz. Acıyı aşana odaklanmıyoruz. Kurban olmaya odaklıyız, aşmaya değil. Tekrarı engellemek için yoğunlaşmalıyız.

Yahudilerin soykırım sonrası aynı zamanda kültür, sanat, edebiyat, sinema, roman, müzik, felsefe, siyaset entellektüel sahada haklarına sahip çıktığını hatırlatan Dr. Çoman Herdi, “Toplumun, soykırım saldırısına nasıl cevap verdiğini görmüş oluyoruz. Biz bunun çok çok gerisindeyiz. Bizim bölgemizde yaşadığımız trajedi, hayal gücümüzü yok etmiş. Neden topraklarımızda halen uçak sesleri geliyor? Irak askerinin postalları, topları, tanklarını anlatacak, onun karşısında bilinçlendirecek bir sanatımız olmadı. Kürt sanatı, toplumsal bilinçlenmeyi geliştirecek bir atmosfere girmedi. Bence her şeyi ahlaki olarak görmek durumundayız. Enfal görsellerinin hepsinde siyah elbiseli kadınlar kendilerini dövüyor. Acıdan kıvranan kadınlar görünüyor. Benim yaptığım röportajlarda Enfal’i yaşayan kadınlarda gördüğüm; misafirperver, güçlü değerlendirmeler yapan, güçlü konuşan kadınlardı. Yaşam mücadelesinde başarılı olan kadınlardı ama bizim aklımızda kalan Kürt kadını bu olmuyor” dedi.

Çoman Herdi, Başûrê Kurdistan’ın Süleymaniye kentinde doğdu. Enfal soykırım saldırıları döneminde (1988) birçok aile gibi İran’a kaçmak zorunda kaldılar. Oradan da 1993’te Britanya’ya iltica etti. Oxford ve University College London'da psikoloji ve felsefe okudu. Doktora derecesini Kent Üniversitesi'nde, zorunlu göçün Kürt kadınlarının hayatlarına etkilerine odaklanarak yaptı. Üç şiir kitabı bulunuyor. Bazı şiirleri Britanya’da okul müfredatlarında da yer alıyor. Doktorasını tamamladıktan sonra ülkesine dönüyor. Ülkeye dönüşünü toplumsal cinsiyetçiliği aşma çalışmaları ile tamamlamak istiyor. Enfal döneminde kendi yaşam deneyimleri, tanıklıkları ve Kürt kadınlarının yaşadıklarını anlamlandırmak için çalışmalar yürütüyor. Şimdi Süleymaniye’de özel bir üniversitede eğitimci. Aynı zamanda Toplumsal Cinsiyetçiliği Araştırma ve Gelişme Merkezi yönetiminde yer alıyor. Çoman Herdi ile kendi yaşam hikayesi, Enfal ve Şengalli kadınların yaşadıklarını, toplumsal travmaların nasıl aşılabileceğini konuştuk.

Enfal üzerine bir kitap hazırladınız. Aynı zamanda Enfal’i siz de yaşadınız. Biraz yaşadıklarınızı anlatabilir misiniz?

Enfal’in yaşandığı dönem Süleymaniye’deydim. Annem ve babamla birlikte yaşıyordum. Ağabeyim pêşmergeydi. Kız kardeşim de Musul’da tıp fakültesini okuyordu. Halka saldırı haberleri 1987’den itibaren gelmeye başlıyordu. Tam olarak neler yaşandığını bilmiyorduk. Ardından kimyasal saldırıların haberleri geldi. Bu saldırılardan etkilenenlerden bazıları Süleymaniye’deki acil servislere getiriliyordu. İnsanların başlarına nelerin geldiği bilinmiyordu. Bazılarının Irak’ın güneyine götürüldüğü, bazılarının öldürüldüğü söyleniyordu. 1988’de Halepçe saldırısı oldu. Aslında ilk kez 1983’te İran-Irak savaşında kimyasal silah askerlere karşı kullanılmıştı. BAAS yetkililerinden biri olan Ali Hesen Mecid (Kimyasal Ali), ilk kez sivillere karşı kimyasal silahı Balisan Vadisi’nde kullandı. Amacı uluslararası güçlerin bu kimyasal saldırıya karşı reflekslerinin nasıl olacağını ölçmekti. Balisan Vadisi saldırısından sonra kimseden çok ciddi bir ses çıkmayınca hükümet bundan güç olarak yeni bir süreç başlatmış oldu. Behdinan’da yaptıkları saldırıların ardından halk Kuzey sınırına doğru göç etmek zorunda kaldı. Behdinan halkı orada kamplarda yaşamaya başladı. Kampta yaşayan ve kimyasaldan etkilenenlerle yabancı gazeteciler röportajlar yapınca durum hakkında kamuoyunun bilgisi oldu, yoksa yaşananlardan kimsenin haberi yoktu.

Benim kişisel hikayem de bu saldırılarla bağlantılı olarak farklılaştı. Kamuoyu rejimin bu saldırılarını duyduktan sonra farklı baskı yöntemlerini geliştirdi. Pêşmergelerin aileleri özel olarak takibe alınıyordu. Biz de ablamın tıp fakültesini bitirmesini bekliyorduk. Okullar tatil olur olmaz İran’a geçmek zorunda kaldık. Tabi yol hikayemizde hem biz hem de başkalarının yaşadığı ağır yükü gördüm. Bir defter almıştım. Yaşadıklarımı gördüklerimi anlatmaya çalışıyordum.

Böylesi durumlarda yaşanan haksızlıkları kayıt altına almak da önemi. Bunların hepsi hukuksal süreçleri işletmek için gerekli. Büyükler bunu düşünmezken siz o yaşlarda bunları yazmayı nasıl düşündünüz?

Babam şairdi, yazı konusunda bizi teşvik ediyordu. Ben de insanların yaşadıklarını görüp anlatmaya ilgiliydim. Örneğin; pazara gittiğimde yaşlı birisi tespih satıyorsa ilgimi çekiyordu. Acaba neler yaşadı, nasıl bir hayat hikayesi var, diye. Bu sorular hep aklımı kurcalardı. Tabi Enfal insanların yaşadığı sıradan acılardan değil. Ben bir hükümetin ya da bir insanın başka bir insana bu kadar ağır saldıracağını, inciteceğini düşünemiyordum. Aklım almıyordu. Anlamak istiyordum; ne yaşanıyor, nasıl yaşanıyor; insan bu kadar vahşi olabilir mi? Babam bazen anlatıyordu, biraz karamsardı. Annem daha çok umut doluydu. Ben daha çok annemi düşünmeye çalışıyordum. Kendime bir defter bulmuştum. O deftere yaşadıklarımı, gördüklerimi, bana anlatılanları yazmaya çalışıyordum. Benim ki bir tür hayatın kaydıydı.

Yıllar sonra Britanya’ya gittim. İki yıl eğitimden kopmuştum. Yaşadıklarım çok ağır ve trajikti. İki yıl eğitime ara vermiştim. Fakat trajik yaşamdan sıyrılmak istiyordum. Zaten yaşamımızın her tarafını üst siyaset işgal etmiş, yaşadığımız travmadan bir türlü kurtulamıyorduk. Bu yaşadığım psikolojiden kendimi kurtarmam gerekiyordu. Atlatmak için uzun bir çaba harcadım. Okulu bitirmek için emek verdim. Ardından doktoramı “Kürt mülteci kadınlar” üzerine hazırladım. Artık yaşadığımız travmaya daha güçlü anlamlar verebiliyordum.

Kitap çalışmam için ise en önemli etki 1990’lı yıllarda kurulan ilk Kürt televizyonu MED TV oldu. İlk kez kadınlar ve erkekler ekranlarda Nugle Selman’dan, toplu mezarlardan, Enfal’den bahsediyordu ama Britanya’da normal insanların bu katliamlardan haberdar olduklarını görmedim. Kürdistan’ı tanımıyor, yaşananları bilmiyorlardı. Birçok insan Halepçe Katliamı’nı biliyordu ama Enfal’ı hiç duymamışlardı. Neden yakın tarihte kimyasal silahlarla yapılan bu soykırımı bilmiyorlar, diye dert ediyordum.

BAAS da Naziler gibi oldukça bürokratikti. Her şeyi kayıt altında tutmuştu. Tek tek kişilerin isimleri, kullanılan araçlar; her şey sistematik olarak listeler halinde tutulmuştu. Bu belgelerin büyük bir bölümü MED TV’de yayınlandı. Genel olarak BM’nin oluşturduğu yasa çerçevesinde belirlenenler üzerinde anlatıyorlardı. Nasyonalist yönetim soykırım yapmış, 4 bin köy boşaltılmış, yurttaşlar topraklarından sürülmüş. Daha çok bunlar anlatılıyordu. Onları izlediğimde daha çok etkilendim. Doktoramı tamamlamıştım. Travmatik durumu da aştığımı söyleyebiliyordum. Dolayısıyla konu hakkında çalışma yürütme imkanım da oluşmuştu. Anlatılan hikayeler bana yeni bir çalışmanın fikrini verdi.

Kadınların 4-6 ay kadar hükümetin denetiminde kaldıklarını anlıyorduk. Yaşadıklarını ayrıntılı anlatmıyorlardı. Daha çok kadınların bedensel, ruhsal olarak yaşadıklarını anlatmak istedim. Örneğin, regl dönemini nasıl geçirdiler, hamilelikleri nasıldı, çocuk düşürdüklerinde neler yaptılar, acaba herhangi bir cinsel şiddete maruz kaldılar mı? Bu soruların karşılıklarını almak istedim. Gelip saha çalışması yapmaya başladım. Germiyan’da köy köy dolaşıp görüşmeler yapmaya çalışıyordum. Görüşmeye gelenlerin hepsi erkeklerdi. Baktım kadınlar gelmiyor. Önce erkekleri ikna edip sonra kadınlarla tartışmaya başladım. Erkekler ve kadınların yaşadıkları bir birinden oldukça farklıydı. Bu nedenle erkeklerin hikayelerini kitabımda kullanmamaya karar verdim. Toplumsal ilişkiler ve kadınların yaşadıkları farklıydı. Biraz daha çalışma ilerleyince bu farkı ortaya koyabilmek için erkeklerin hikayelerine de yer vermek istedim.

Siz aynı zamanda psikoloji alanında uzmanlık yaptınız. Neler gözlemlediniz?

Kadınların Enfal’den kaynaklı travmasına ilişkin yürüttüğüm çalışma 2005’teydi. Enfal 1988’de yaşandı. Soykırım yaşandıktan 17 yıl sonra bu çalışmayı yürüttüm. Travma ve psikolojik sorunların başka bir aşamaya taşındığı süreçtir. Böylesi durumlarda ilk yıllar biraz daha etkili olur. 1988 ve 1991-92 yılları arası önemliydi. Çünkü halen Irak devletinin yönetimi altındaydı. Kadınlar ve yine yaşlı insanlar akrabalarının yanında kalıyorlardı. Daha çok çiftçilikle ilgilenen insanlar olarak biliyoruz. Erkek evin reisi olarak görülüyordu. Okuma yazmaları da yoktu. Kadınlar evin büyük yükünü alıp çocuklarının, yakın akraba yaşlıların ve engellilerin sorumluluğunu kaldırmak zorundaydı. Köyde doğmuş oldukları için de bir çoğunun Irak kimliği yoktu. Babaları ya da eşleri de savaştan kaynaklı kayıp ya da öldükleri için tek başına evleri idare etmek zorundaydılar. Kendi imkanlarıyla kadınlar evlerin beslenme ihtiyacını sağlayamıyorlardı. Herhangi bir yerden de yardım alamıyorlardı. Bunun için çocuklar da çalışmak zorunda kalıyordu. Tabi korku da hakimdi. Çünkü halen devletin kontrolünde yaşıyorlardı.

Güney Kürdistan’ın her yerindeki kadınların yaşadıkları travma da farklılık taşıyordu. Hükümet, Behdinan’da Enfal’den sonra sürgün edilen ailelerin kendi topraklarına geri dönüşüne izin vermedi. Hepsini Hewlêr yakınlarında Baharka mıntıkasına kadar getirilmelerine izin verdi. Şimdi bu mıntıka çok güzel bir yer olarak biliniyor. Ancak o zaman ne su, ne ev ne de farklı sığınılacak bir yer vardı. Sadece akrepler ve dikenler vardı.

Hükümet sürgünden getirdiği insanları Baharka’ya attı. Hewlêr halkı Baharka’ya getirilen halka yardım ederek hayatta kalabilmelerini sağladı. Kimisi su getirdi, kimisi çadır getirdi. Rizgarî, Çemçemal gibi yerlerde ise kafalarını sokabilecek bir çatı bulabildiler. Bazılarının akrabaları vardı, yanlarına yerleşti.

BAAS Hükümeti halkı sürgün ederek aslında yaptığı soykırım suçunu örtbas etmek istiyordu. Kürt toplumunun bir kısmını kıyımdan geçirdi ama bir kısmını da öldürmek yerine topraklarından sürdü. Behdinan halkı bu konuda daha fazla zorlandı. Hükümet hiçbir yardımda bulunmadı, esas amaçları göç yollarında insanların ölmesiydi. Bunu bir özür olarak da görüyordu. İnsanlar hapisten kurtarmıştı. Onları azad ettiğini söyledi. Biz herhangi bir zarar vermedik, dedi. İnsanlar yollarda öldüyse bu bizim suçumuz değil, diyordu. Tüm amacı BM’nin soykırım suçları standartları dışında kalmaktı.

İlk yıllar sürgün yıllarıydı. Bu nedenle kadınlar için oldukça zorluydu. Kimi bölgelerde kadınlar bir araya gelerek ‘Kürt olduğumuz için zülüm görüyoruz’ diyor ve bir birlerine yardımcı oluyorlardı. Bazı kadınların hikayeleri de var ki, ekili tarlaların etrafında sabahın erken saatlerinde toplanıp iş almaya çalışıyorlardı. Toprak sahiplerinin seçtikleri kadınlar genç ve güzel kadınlardı. Kadınları cinsel olarak da sıkıştırmaya çalışılıyordu. Kadınlar buna karşı da yöntemler bulmuşlardı. Toprak sahipleri geldiğinde genç kadınlar seçildiklerinde ben tek işe gitmem mutlaka yanımda başka kadınlar da olmalı biçiminde bir savunma geliştirmişlerdi. Gruplar halinde işe gidiyorlardı.

Bu yıllar oldukça zorlu geçen yıllardır. 1992 sonrasında birçok sivil toplum örgütü geldi. Köylerin inşası için yardım ettiler. Yaşam malzemeleri getirdiler. Köylerin yeniden inşası için malzemeleri kendileri verip, çalışmayı da insanların kendileri yapması için çabaladılar. Kadınlar kendi köylerini kendileri inşa etmek için çaba sarfetti. Erkekler tarımla ilgilenmişlerdi, kadınlar ve çocuklar kalmıştı. Artık erkekler de olmadıkları için kadınlar ve çocuklar tek başlarına ekip biçmeye başladı.

Bu durum devam etti mi?

Maalesef hayır. Çemçemal’de yeni kurulan bir köy vardı ve köyün adı ‘Meyine’ydi (Kadınca). Kadınlar epey bir mücadele ettiler ama BM’nin 1998’deki petrol programları vardı. Köylülerin ürettiklerini almak yerine bölgenin petrolünü alıp karşılığında daha ucuza satılan yerlerden gıda maddeleri getirerek halka ücretsiz dağıtıldı. Dolayısıyla halkın ürettiği ürünlerin pazarı olmayınca üretimin de bir anlamı kalmadı. Tam üzerine bir de 1999’daki kuraklık da gelince tarıma daha büyük bir darbe vurulmuş oldu. Yağmur yoksa tarım üretimi için sulama kanalları vb. alt yapıya ihtiyaç vardı. Bu alt yapı da olmadığı için durum giderek daha da kritikleşmiş oldu. Artık köyler giderek boşaldı. İşin ekonomik boyutu buyken diğer taraftan büyüyen çocukların eğitim ihtiyaçları ortaya çıkmış oldu. Köylerde sadece ilkokul vardı. Kadınlar köylerde kalmak istiyordu ama çocukların okuması da gerekiyordu. Zaten önce kadaxlardan kendi köylerine, oradan şehirden biraz daha küçük yerleşim birimlerine, ardından da şehir merkezlerine aşamalı olarak gitmek zorunda kaldılar. Kadınlar kendi topraklarında ortak yaşamak için oldukça mücadele ettiler. Bilindik aile çöktüğü için kadınlar bir araya gelip kendi komünalitesini oluşturmuştu.

Bir radyo programında Enfal’i bir dakikalık saygı ve ölülerimizin fotoğraflarını yayınlayarak anamayız, demişsiniz. Ne yapılmalı?

Avrupa’nın bir çok ülkesindeki Yahudileri kapsayan bir soykırım politikası uygulandı. 6 milyon insan katledildi ama Yahudiler bunun karşısında kültür, sanat, edebiyat, sinema, roman, müzik, felsefe, siyaset entellektüel sahada haklarına sahip çıktılar. Enfal, tabi Yahudi soykırımıyla kıyaslandığında küçük kalıyor. Toplum soykırım saldırısına nasıl cevap verdiğini görmüş oluyoruz. Biz bunun çok çok gerisindeyiz. Bizim bölgemizde yaşadığımız trajedi, hayal gücümüzü yok etmiş. Neden topraklarımızda halen uçak sesleri geliyor? Irak askerinin postalları, topları, tanklarını anlatacak, onun karşısında bilinçlendirecek bir sanatımız olmadı. Kürt sanatı, toplumsal bilinçlenmeyi geliştirecek bir atmosfere girmedi. Bence her şeyi ahlaki olarak görmek durumundayız. Enfal görsellerinin hepsinde siyah elbiseli kadınlar kendilerini dövüyor. Acıdan kıvranan kadınlar görünüyor. Benim yaptığım röportajlarda Enfal’i yaşayan kadınlarda gördüğüm, misafirperver, güçlü değerlendirmeler yapan, güçlü konuşan kadınlardı. Yaşam mücadelesinde başarılı olan kadınlardı ama bizim aklımızda kalan Kürt kadını bu olmuyor.

Biz daha çok mağdur olan, acı çekene odaklanıyoruz. Acıyı aşana odaklanmıyoruz. Kurban olmaya odaklıyız, aşmaya değil. Tabi ki doğru bir tarih anlayışını da oturtmak için BAAS rejiminin ne yaptığını bilmek lazım. Ben şimdi Enfal ve Halepçe anma resimlerini topluyorum. Hepsinde siyahlar giyinmiş bir kadın, mezarlık içinde tek başına, simsiyah giyinmiş bir kadın toprağa kapanmış tek başına ağlıyor. Bunlar trajedinin hiç de ahlaki olmayan yönlerini açığa çıkarmaktır. Şimdi çok normal görülüyor ama toplum bile bunları izlemek istemiyor. Bu görüntüler toplumsal bilinç oluşturmuyor, toplumsal bunalımı derinleştiriyor. Böylesi bir durumu anmak, tekrarlanmasını engellemek için yoğunlaşmak gerekiyor.

Peki toplumsal mağduriyeti sürekli gösteren bu yaklaşımlar nasıl aşılacak? Çünkü sadece medya bunu yapmıyor, medyanın bu uygulaması Kürt toplumsallığında da karamsarlığa kapılmaya neden olmuş. “Mağdurum” psikolojisi nasıl aşılacak?

Bir konferansta ben de bir psikologa benzer bir soru sormuştum. Bana verdiği yanıt şöyleydi: Bir yöntemim de şu; bir avuç taş mağdurum diye düşünen insanın önüne koyuyorum. Çocukluk oyunların için bir tane taş al, ilk sevgilin için bir taş al. Okulda yaşadığın güzel anıların için bir taş al, yine yaşamındaki birçok güzellik için birer taş al, diye sayıyorum. Bir de yaşadığın taciz, ölüm ya da soykırım saldırısı için bir taş al. Taşların hepsine baktığında birçok iyi ve güzel şey için topladığın bir sürü taşın var. Hayatın sadece yaşadığın kötü olaylardan ibaret değil. Bir dünya güzellik var. Sadece kötülüğe odaklanmak insan yaşamına zulümdür. Hayatın sadece o tek bir taş değil. seni sürekli o noktada tutmak yaşamı da kısaltır.

İnsan psikolojisinde nasıl bir şey var. Kadınlar başarılı olsalar da toplumsal baskı ‘kadınsın, iraden yok zayıfsın, yapamazsın, olamaz’ dedikçe kadınlar da buna ikna oluyor. ‘Evet, ben kurbanım, iradem yok. Ben yapamam, hiçbir şeyim yok, gücüm yok’ diyor. Doğru değil. Ben de yaşadım. Bu tanımı aşmak için uğraştım, çabaladım. İşçilik yaptım, okul okudum, erkek işleri diye tanımlanan işleri, ağır güç gerektiren işleri yaptım. Evimi yönettim, çocuklarımı büyüttüm. Ama bizim toplumumuzda eğer bir kadının eşi yoksa, bir kızın babası yoksa sahipsizim, diyor. Kadınlar kendisine ait bu kadar çabalayıp yaşama tutunmalarına rağmen güçleri olsa da toplumsal baskı o duruma ikna ediyor.

Cinsiyet Eşitliği ve Kalkınma Merkezini kurdunuz. Teorik anlamda çok iyi çalışmalarınız var. Toplumsal cinsiyet eşitliğine ilişkin konferanslar, atölyeler, forumlar yapıyorsunuz. Yürüttüğünüz bu çalışmalar tüm toplumla buluşuyor mu, yoksa sadece kendi sınırlarınız içinde mi kalıyorsunuz?

Bir sorun var ki bunu unutmamak gerekiyor. Esas siyasal iradenin çalışma yürütmesi lazım. Benim şimdi yürüttüğüm bir araştırma var; 1976-1991 yılları arasında Güney Kürdistan devriminde kadının rolünü araştırmaya çalışıyorum. Temel sorularım şunlar; neden kadınlar daha büyük bir rol oynayamıyor, neden hep zayıf rolü var? Örneğin Komaleya İran örgütünün kadın pêşmergeleri var. Irak Komünist Partisi’nde yine bazı kadın pêşmergeler var. Neden Iraklı Kürt örgütlerinde kadınlar yer almıyor. 1980’li yıllarda YNK, PDK’de kadınlar yer almıyor ama aynı yıllarda PKK kuruluyor ve PKK’ye katılımlar oluyor. Neden Güney Kürdistanlı kadın örgütlerinde kadınlara yer yok. İşte bu nedenle toplumsal yaşamda siyasi öncülerin rolleri oldukça önemli. Yaşanan bu durum anlayabilmemiz için doğru bir okumaya ihtiyaç var. Kadın özgürlüğü konusunda alacakları tutumlar ve kadın katılımları toplumsal yaşamı belirliyor. Kadın öncülüğü bu anlamda çok önemli. Bizim öncülerimiz, kadının siyasal/toplumsal yaşama katılımında kadın iradesinin oluşmasını istememiş. Farklı gündemleri olmuş, Kürtlük, köylüler, dinin etkisini görmüşler. Bu çevrelerin tepkisini almamak için tek bir adım atmamışlar. Ben kendi kendime soruyorum; devrim ve devrimci kimdir? Devrimci sadece BAAS hükümetine karşı savaşan mıdır? Eğer sen toplumsal sorunlarla mücadele etmezsen çok dar bir devrim mücadelesi yürütmüş olursun. Bu kadar toplumsal adalet sorunları ile mücadele etmezsen, ekonomik sorunları görmezden gelirsen bu yetersiz bir devrimcilik olmuş olur. Fransız Devrimi, hem hükümeti hem de yaşam biçimini değiştirmek için mücadele etti. Sorun sadece siyasal sistemi değiştirmek değil, toplumsal ilişkileri değiştirebilmek önemli.

Çalıştığınız bir sivil toplum örgütü var. Yürüttüğünüz bu çalışmaları biraz paylaşabilir misiniz?

Uzun yıllar yurt dışında yaşadım ama artık Kürdistan’a dönmek istedim. Eğitim benim için çok önemliydi. Bu nedenle burada üniversitede toplumsal cinsiyet üzerine çalışmak istedim. Yine sivil toplum çalışmalarımızı da biraz daha bu konuda yürütmeye çalıştım. Ağustos 2014’te Güney Kürdistan’a geldim. Bir yıl sonra merkezimizi açtık.

Burada hükümete bağlı olmayan sivil toplum örgütleri var. Daha çok sorunlar üzerinden, yine kadına karşı işlenen suçlara, olaylara dönük eylemler yapıyorlardı. Ben daha çok eğitim konusu üzerine çalışmak istedim. Toplumsal bilinçlenme ve bilinçlendirme sorunlarına eğilmeyi daha doğru buldum. Tek tek olayları görüp yama yapmak yerine daha köklü çözümler üretmeyi tercih ettim. Araştırma ve sorunların çözümü için toplumsal güç sunmak. Amacımız, toplumsal bilinçlendirme. Edindiğimiz bilgiyi toplumsal sorunların çözümü için değerlendirmenin önemli olduğunu düşünüyoruz. Ne yapabiliriz, bu konuda ihtiyaçlar neler, siyaseti mi değiştirmeliyiz, basın yayında işlenen konuları mı değiştirmeliyiz? Bunların hepsini sorgulamaya çalışıyoruz. Edindiğimiz bilgileri de toplumla paylaşmak istiyoruz. Paylaştıkça bilginin toplumsal çözüm gücü olacağına inanıyoruz.

Toplumsal çalışmalarda hemen sonuç alamazsın, sonuç almak için zamana ihtiyaç vardır. Sabırlı ve sebatlı olmalıyız. Ben de bazen çok umutsuz oluyorum. Neden hızla değişmiyor, diye. Yine çevremdeki insanlar da böyle şeyler söylüyorlardı. İşte uğraşıyorsun sonuçsuz kalıyor, ne diye bu kadar uğraşıyorsun, diyorlardı. Hayır, bu konuda sabırlı olmam gerektiğini düşünüyorum.

Savaşın Ortadoğu’da yükseldiği, tam da DAİŞ’in Êzîdî soykırımını yaptığı süreçte Kürdistan’a geldiniz. Enfal araştırma çalışmalarını da yürütmüştünüz. Benzerlikler gördünüz mü?

Şengal Êzîdî soykırımından iki hafta sonra geldim. Haberler korkutucuydu. Ne kadar kadının ve çocuğun kayıp olduğu bilinmiyordu. Toplu mezarların nerelerde olduğu bilinmiyordu. Kadınların pazarları satıldığının resimleri vardı. Kürtler, Şengal halkının kurtuluşu için bir koridor oluşturmuşlardı.

Benim üniversitede ilk seminerim, soykırım ve toplumsal cinsiyet üzerineydi. Enfal ve Êzîdî soykırımını da ele alarak, toplumsal cinsiyet ve soykırımda iki büyük Kürt kırımı isimli bir broşür de hazırladım. Kürdistan coğrafyasında iki grup, iki farklı zamanda soykırımla karşı karşıya kaldı. Bu iki soykırımda kadınların yaşadığı cinsiyetçi yaklaşımlar neydi? Cinsel şiddet Êzîdî soykırımında çok temel bir farktı. Çünkü Enfal’de böyle bir saldırı olmadı. Enfal’i yaşayan kadınlar cinsel şiddeten hiç bahsetmedi. Toplumsal bir anlaşma vardı. Cinsel saldırılardan hiç bahsedilmeyecek. Sessizlik tutumu vardı. Tersine Şengal ile birlikte DAİŞ saldırıları ardından birçok kadın yaşadıklarını anlattı. Birçok gazeteci Êzîdî kadınlarla konuşunca yaşadıklarını anlatmasını istediler ki kendi toplumları bu saldırılara karşı duyarlı olsun. Kadınlar bu konuda konuşmak ya da sessiz kalmak için karar aldılarsa bizler bu karara saygı duymak zorundayız. Her ikisin de de farklı toplumsal sonuçlar ortaya çıktı. Enfal saldırılarında toplumsal duyarlılık, Şengal saldırılarındaki gibi değildi. Sosyal medyanın da bir farkı vardı. Yine bu konuda sahada sivil toplum örgütleri de azdı. Şimdi bir sürü sivil toplum örgütü var. Kadın örgütleri bu konuda ciddi bir hareket içindeler.

Peki çok güncel ve tarihsel bir durum olarak Şengallilerin bu kadar yurt dışına götürülmesi konusunda neler söyleyebilirsiniz?

Bence bu konuda şöyle bir sorun var; kadınların bir çoğu, bizim komşularımız bize saldırdı, dedi. Dolayısıyla burada yaşamak istememelerine anlam vermek lazım. Belki Avrupa’ya gidişleri biraz bu açıdan anlamlı olabilir. Şengal’in yeniden inşası da uzun süreli siyasal bir sorun. Kolay kolay da çözülebilecek bir sorun değil. Kürdistan çok geniş bir arazi. Kürdistan’ın farlı yerlerinde, yaşadıkları sorunlar çözülebilirdi. Bu konuda daha fazla bilinçlendirme çabaları olmalı. Örneğin böylesi cinsel saldırıları maruz kalan kadınlar farklı bir durumda olsaydı toplum hiç kabul etmeyebilirdi. Şengalliler kendi toplumsal yasalarını çıkardı ve bu kadınları kabul etti. Şimdi bir konu daha var ki; bir kaç travma birden yaşamak zorunda kaldılar. Kadınlara tecavüz edildi ve hamile kaldılar. Bu kadınların kürtaj yapma hakkı olmalıydı. Kadınların kendi bedenleri hakkında karar verme gücü olmalı.

Örneğin Rojava’da Kobanê Kantonu kuruldu. Hemen ardından kadınlar lehine bir sürü yasa çıkarıldı. Bunlar çok hızlı devrimci kararlardı ama burada 1992’den beri bir yerel hükümet kurulmuş. Kadın lehine alınan karalara bakıyoruz, 2002’de kadının şeref ve namus adına öldürülme hakkı yasal olarak kaldırıldı. Kadın lehine değiştirilecek yasalarda siyasal iktidarın elinde güç var ama değerlendiremiyor. Gerçekten zamanı doğru değerlendirebilirse yeni bir sistem oluşturulurken bir sürü kararın alınmasında fırsatlar oluştu. Bu değişiklikler yapılmazsa fırsat elinden gider.

Düşünsel olarak bir değişim gerektiğini belirtiyorsunuz. Bilimin ve düşüncenin toplumsal dokuya nüfuz etmesi için entelektüellerin üzerine düşen görevler neler?

DAİŞ sonrası merkezi hükümet ve yerel hükümet arasında yaşanan sorunlar, ekonomik sorunlar, maaşların yarı yarıya düşürülmesi en küçük hakların bile toplumun elinden alınmasına neden oldu. Bu toplumsal ilişkileri de zorladı. Tabi yolsuzluk da yine toplumsal ilişkileri zorladı. Bunları değerlendiren bir yaklaşım olmadı. Entelektüellerin elinde oldukça güçlü imkanlar var. Sadece konuşmak değil, gerçekten işlevli olmak çok önemli.

Örneğin 500 sayfalık feminist edebiyatı Soranca ve Arapçaya çevirmek istiyoruz. Zaten teorik kitapların çevirileri oldukça zayıf. Bu nedenle biz de her hafta bir araya gelerek bazı kavramları farklı lehçelerden almaya, oluşturmaya çalışıyoruz. Mini sözlük hazırlamaya çalışıyoruz. Bir sorunu tartışacaksak onun kavramlarını da oluşturmamız gerekiyor. Bazı kavramlar hiç kullanılmıyor. Örneğin, pedofili durumu var ama kavram olarak yok. Bunları oluşturmaya çalışıyoruz.

Eğitim sahasında da birinci sınıftan başlayarak tüm ders kitaplarında kız ve erkek çocuklarının resimlerde nasıl anlatıldığına ilişkin bir araştırmamız var. Örneğin; “Leyla güzeldir”, “Ahmet akıllı ve yeteneklidir” cümlesini defalarca kullanırsan nesillerin aklında kadınların ve erkeklerin toplumsal yerlerini belirlemiş olursun. Bu konuda bir kaç ideolojik durumu ele almaya çalıştırıyoruz. Nasyonalizm, İslam merkezcilik, seksizim, hayvanlara karşı, engellilere karşı şiddet uygulamaya eğilim geliştiriliyorsa bunların hepsi incelenerek toplumsal adalet eğilimli bir nesil yetiştirmenin yöntemlerini tartışacağız. İlgili kurumlarla da birlikte tartışma yürütmeye çalışacağız.

Medya oldukça sorunlu bir dil kullanıyor. Doğru ama değişmesi için neler yapabiliriz? Şöyle bir proje yaptık; Irak ve Güney Kürdistan’da iki Arapça iki de Kürtçe kanalı ele alacağız. Reklamlarında ne kadar kadın karşıtı söylemlere yer verdiklerini bir hafta izleyeceğiz. Siyasi programlarda kaç kadın konuk alıyorlar, haberlerinde örneğin kadın temsillerini ne kadar yeterli görüyorlar, kadın temsillerini ne kadar zayıf gösteriyorlar; yine erkek ve kadın doktordur, erkeğe doktor diyor ama kadına adıyla hitap ediyorlar; başarılı kadınlar niye gösterilmiyor? Bu konuda ilgili kurumlara edindiğimiz bilgileri paylaşıp düzeltilmesi için uğraşıyoruz.

Kerkük’te bir haber sitesi, toplumsal cinsiyet eşitliğine göre bir dil oluşturmak istiyoruz, dedi. Biz de yayın politikanızı belirleyin, ona göre bir dil oluşturalım, dedik ve böylece haber sitesinin toplumsal cinsiyetten arınmış bir dil kullanması için yardımcı olduk. Bunlar tabi zamana ihtiyacı olan çalışmalar.

Sadece şikayet etmekle olmaz. Halkımız çok fazla şikayetçi, bu şikayetçi dilden kurtulmak gerekiyor. Şikayet yerine gerçekten iş yapmak gerekiyor.