Türkiye benim için ikinci bir hayat niteliði taşıyor. 1978 yılında Ýstanbul'da dünyaya gözlerimi açtıðımda, askeri cuntanın gelen ayak sesleri tüm ülkede yankılanıyordu. Çok geçmeden babamın vur emri ile devlet ve onun faşist unsurları tarafından aranması ve polis tarafından basılıp talan edilen evimizde büyük harflerle duvara anneme yönelik yazılan tecavüz tehditleri nedeniyle soluðu Avrupa da almak zorunda kaldık. Babam başka yollardan sınırları geçerken, annem havaalanında bana ve ablama sahte pasaportlarımızdaki isimleri ezberletmekle meşguldü. Böylece Ýsveç başta olmak üzere Avrupanın bir ülkesinden diðerine savrulurken, yolculuðumuzun son duraðı Fransanın banliyölerinden biri oldu.
6 yaşında gönderildiðim Ýnternationalın sadece tabeleda kaldıðı okulda Fransızcadan önce ırkçılıðın ne anlama geldiðini ögrenecektim. Ýsmimden, kelimeleri söyleyiş biçimimden dalga geçilmesinden tutun, tecrit edilmeye, ögretmen ve okul müdürlerinin, pis türk, pis kürt, pis arap, pis zenci gibi aðır hakaretlere varan söylemleri herşeyden önce biz göçmen çocuklara savunma mekanizmamızı kullanmayı ögretti. Dışa dönük bu aşırı savunma mekanizmasının tabii ki psikolojik yansımaları da vardı. Bendeki durumda, önce hiç yıkanmamakla, sonra çok yıkanmakla ve nihayetinde her yeri ateşe vermekle kendini gösterecekti. Artık istenmediðimiz her yer hedefteydi. Tahmin edersiniz ki bu hedeflerden biri de gittiðim okul oldu. Bu ırkçılıðın ve tahammülsüzlüðün bir örneði de oturduðumuz mahallenin her sokak başında Fransanın çevik kuvveti olan CRSlerin kuşatmasıyla kendini gösteriyordu. Çoðunlukla Cezayirli, Faslı ve Afrikalıların yaşadıðı mahallemizde hergün atraksiyon vardı. Polis ile çatışma kovalamacalar her birimizi karakollarla çocuk yaşta tanıştırdı. Bir taraftan şehrin kuytu bir köşesinde, okul çıkışlarında Jean Marie Le Pen yanlısı dazlak ırkçı faşistlerle kavga ederken, diðer bir taraftan onların bürokrasi kılıðına bürünmüş ve rutinleşen, karte de sejour silvouplai oturma izni lütfen repliðiyle kara kafa avına çıkmış polislerle çatışırdık. Bu düşmanca yaklaşıma karşı ateş topu gibi yükselen öfke kimi zaman polis kurşunuyla, hapse atılmalarla ve ya kendini uyuşturucuya vermiş olan bazı mahalle arkadaşlarımızın kollarımızın arasında ölmesi ile son bulurdu. Bu okul kovulmaları ve karakollar arasında alışagelmiş mekik dokumalarımın karşısında iyi bir eðitim almamız için çırpınan ve Türkiyedeki devrimi düşlerken sürgün de kendisi de polis kovalamalarıyla geçiren babamı çileden çıkartırdı. Bizim bu ayanmamızı lünpenlik olarak deðerlendirerek, saatlerce volta atıp bana nasihatler ederken, kendisi de bu ırkçılıktan nasibini almış olacaktı ki, tepkisini tek bir kelime Fransızca ögrenmeyerek ortaya koymuştu.
Bu ırkçı ve ötekileştirme politikalarının sadece Avrupaya özgü olduðunu sanarken yanıldıðımı 1990ların sonunda geri döndüðüm Türkiyede ögrenecektim. Bunun en önemli göstergelerinden birini Alibeyköy'de marş sesleriyle uyandıðım bir sabah yaşadım. Bir şey mi oldu diyerek heyecanla dışarı çıkıp sesin geldiði yöne doðru ilerlerken kendimi bir ilkokulun önünde buluverdim. Gördüðüm manzara karşısında şaşkına uðradım. Tek tip giydirilmiş küçücük çocuklar asker gibi sıraya dizilmiş, donuk bakışlarla ögretmenden çok bölük komutanına benzeyen bir şahsın karşısında, Türküm doðruyum
diye ant içiyordu. Anlamadım etrafımdakilere sorduðumda aldıðım, Önemli bir şey deðil sen nerede yaşıyorsun? Burası Türkiye burada böyle cevabı da olayın kendisi kadar sarsmıştı beni. Daha sonra Kürt, Ermeni, Alevi ve Rum halklarına yapılan soykırım, katliam, inkar ve asimilasyon politikalarına karşı da yine aynı alışılmış tavırlarla karşılaşınca öfkem ateş topu gibi içimi kavuruyordu. Özellikle de aynı coðrafyada Kürt halkının dili, kimliði inkar edilip, katledilirken bazı sosyalist fraksiyonlar dışında genelde sosyalistlerin bu durumu görmezden gelip muhafazakarlarla bir olup Ýsrail kuşatması altındaki Filistin halkı için özgürlük mitingleri yapmasına anlam veremiyordum. Bu nedenle yaşanan zulme karşı, umarsamazlıða inat, prangalarla doðan, topraklarından daha kırk günlükken arkasında infaz edilmiş bir baba, bir akraba, bir abi, bir abla bırakıp, kül kokan köylerinden zorla sürgün edilen, Türkiye batısındaki metropollerde Kürt oldukları için aşaðılanan, ötelenen, okullarda ırkçı politikalara maruz kalan ve hergün polisin nefesini ensesinde hisseden Kürt çocukları-gençlerinin başkaldırılarını ve tepkilerini hep haklı bulmuşumdur.
Özgür Gündem gazetesinde Ö. K. isimli çocuðun kaldıðı Pozantı Cezaevinde yaşadıðı vahşeti okurken, dışarda olduðu kadar cezaevlerinde Kürt çocuklarına reva görülen bu alçakca saldırılar karşısında nasıl sessiz kalınır? Üstelik devletin tıpkı senelerce Kürt halkına uyguladıðı katliamcı politikaları ört bas etme çabaları gibi, çocukları oldu bitti derecesine Sincan F Tipi cezaevine sürgün etmişken, şimdi de serbest bırakılan bazı Pozantı maðduru çocuklarının tekrar tutuklandıðını, A.E. isimli bir gencin yaşadıðı yoðun tramva nedeniyle dördüncü kez intihara teşebbüs ettiðini ögreniyoruz.
Ekranda Başbakan Erdoðan yine baðırıp çaðırıyor. Bu kez gündeminde kimse tarafından üstlenilmeyen Antepdeki bombalı saldırıda yaşamını yiriren bir buçuk yaşındaki Almina var. Son dönemlerde olduðu gibi artık yerel seçimler yaklaşıyor da ondan mı bilinmez, hedefinde yine BDP var. Alminanın kanının BDP milletvekillerinin üzerine sıçradıðını söylüyor. Peki sorarım size başbakan Erdoðan, ısrar ettiðiniz savaşta polis tarafından ve ya askerlerce döşenen mayınlarla yaşamını yitiren 600 Kürt çocuðunun kanı hiç üzerinize sıçramadı mı? Ya Pozantı Cezaevinde işkence ve tecavüz vahşetine tabi tutulan çocukların dramı ve çıðlıkları hiç mi uykularınızı kaçırmadı? Suriyede kalaşnikoflarla poz veren çocuklar için, Onlar terörist deðil, Esatın zulmüne karşı kendilerini savunuyorlar derken, sizin zulmünüz altında polis terörüne karşı taş atan çocuklar mı terörist oluyor? Tıpkı Uludere Roboskide bedenleri askeri uçaklarınızın attıðı bombalarla paramparça olan 34 cana fügüran dediðiniz gibi
12 Eylül darbesi döneminde idam edilen gençler için grup toplantılarında gözyaşı döküyorsunuz. Oysa ABDnin komünizme karşı yeşil kuşak projesi olarak palazlanan sizlerin özünde o çok eleştirdiðiniz cuntacıların zulüm politikalarını devralarak uyguladıðınız baskı ve terör 12 Eylül ruhuna rahmet okutuyor.
Yıl 1984. Yılmaz Güney'in hapisten firar ederek geldiði Avrupada hastalıðına inat 12 Eylül darbe döneminde tutuklu bulunduðu Ýzmit cezaevinde çocuklara yaşatılan vahşeti aktardıðı Duvar filmi ilk kez sinemalarda gösterime girmişti. 6 yaşında olmama raðmen karanlık salonda filmden çok hafızamda yer edinen filmin başlamasından kısa bir süre sonra insanların teker teker sinema salonunu terketmeleriydi. O zaman bu davranışa anlam veremedim. Biz babamla birlikte benimde küçük bir rol aldıðım Yılmaz abinin bu filmini sonuna kadar güçlü duygularla izlemiştik. Yıllar sonra anlayacaktım ki sözde çok özenilen bir demokrasi mirasına sahip Avrupa insanları sanat diliyle anlatılan bu gerçekliðe tahammül edememiş, iki yüzlü ve aşaðılayacı anlayışlarını tekrarlamıştı.
Duvar filminin kamera arkası görüntülerinde Yılmaz abi, çocuk oyuncuların gözlerine limon sıkarken Bakın bu filmde yaşanan gerçekleri olduðu gibi aktarmassam tarih benden hesap sorar diyordu. Sen hiç merak etme abi öyle bir yansıttım ki gerçekleri kendiyle yüzleşmekten korkan devlet senelerce filmi yasakladı.
Şimdi ise filmde deðil gerçekten cezaevindeyim ve yine devletin hedefinde çocuklar var. Toplum mu? Sessizlik hüküm sürüyor ama sormak gerek şimdi: SÝNEMADAN ÇIKANLARDAN MI OLACAKSINIZ YOKSA...