Şerefkendi suikastının tanığı konuştu

Şerefkendi suikastının tanığı konuştu

PDK-İran Genel Sekreteri Dr. Sadık Şerefkendi ve 3 arkadaşı 17 Eylül 1992 günü Berlin'de İran istihbaratının ölüm komandolarının hedefi olmuştu. Dr. Şerefkendi can verirken, yanı başında olan İranlı Mehdi Ebrahimzade Berlin'deki kanlı 17 Eylül gecesini ANF'ye anlattı.

Nazi rejiminden bu yana Berlin belki de ilk kez böyle bir vahşete tanık olmuştu. Birkaç gün sonra afişler asıldı bütün istasyonlara, havaalanlarına, devlet kurumlarına. Robot resimli afiş şöyle diyordu; "17 Eylül 1992 gecesi saat 23.00 sularında Berlin'de Mykonos restoranında 4 Kürt öldürüldü. Katilleri yakalatacak bilgileri verenler 50 bin Markla ödüllendirilecek..."

Dr. Abdulrehman Qasimlo'nun 13 Temmuz 1989 günü Avusturya'nın başkenti Viyana'da İranlılarla müzakere masasında katledilmesinin ardından Kürdistan Demokrat Parti-İran (PDK-İ) 1991 yılının sonunda yaptığı kongrede genel sekreter olarak Dr. Sadık Şerefkendi'yi seçmişti. 1930 yılında Doğu Kürdistan'ın Bukan kentinde dünyaya gelen Dr. Şerefkendi siyasetçi, devrimci kimliğinin yanında aslında bilim insandı.

Dr. Qasimlo ile yolları ise 1973 yılında Paris'te kesişmişti. 1972'de Fransa'ya doktora tezini yapmak için giden Dr. Şerefkendi, bir yıl sonra Dr. Qasimlo ile tanışmış ve PDK-İ'ye sempatisi artmıştı. 1976'da Paris'teki Pierre ve Marie Curie Üniversitesi'nde analitik kimya üzerine kaleme aldığı doktora tezini bitirdikten sonra Kürdistan'a doktor unvanıyla dönen Şerefkendi, PDK-İ saflarına katıldı, 1980'de ise partisinin politbüro üyeliğine seçildi.

Ne acıdır ki Paris'teki bilim kürsülerini terk eden iki bilim insanı, iki pêşmerge komutanı (Dr. Qasimlo da Sorbon üniversitesinde doktor unvanını almıştı) üç yıl arayla Avrupa'nın iki farklı kentinde İran'ın "ölüm komandolarının" hedefi olacaktı. Dr. Şerefkendi, 15-17 Eylül 1992 günü Berlin'de yapılan Sosyalist Enternasyonal'in davetlisiydi. Berlin'deki son gecesini İranlı muhalif gruplarla bir araya gelerek geçirmek istemişti. Görüşme için İranlı Aziz Gaffari'nin sahibi olduğu Charlottenburg semtinde bulunan Mykonos isimli Yunan restorandı seçilmişti.

Ne garipti ki Dr. Şerefkendi'nin Berlin durağını İran istihbaratı haftalar öncesinden biliyordu. Bunun için 1992'nin ilk sonbahar günlerinde suikastın ön hazırlığı için Tahran'dan özel bir ekip Berlin'e gelmiş, ayrıntılarına bakıldığında dev bir organizasyon gibi duran operasyon için düğmeye basmıştı. Suikasttan bir gün önce ekip restorantta keşif bile yapmıştı. Ekibe Lübnanlı Hizbullah'ına yakın bazı isimler de yardımcı olacak, hatta onlardan biri tetiği çekecek, diğeri kapıda bekleyecek, biri de ekibin şoförlüğünü yapacaktı. Başlarında ise "Şerif" kod adlı İranlı vardı.

O gece Dr. Şerefkendi ile birlikte PDK-İ'nin Avrupa temsilcisi Fattah Abdoli, PDK-İ'nin Almanya temsilcisi Homayoun Ardalan ve İranlı muhalif Nuri Dehkurdi katledildi. Saat 23.00 sularında Mykonos restorandı kan gölüne döndüğü sırada, Dr. Şerefkendi'nin yanı başında Mehdi Ebrahimzade isimli bir İranlı muhalif oturuyordu. İran Halkın Fedaileri Örgütü (Çoğunluk)'nün üyesi olan Ebrahimzade, Berlin'deki kanlı 17 Eylül gecesini ANF'ye anlattı.

- Dr. Şerefkendi ve arkadaşlarını suikasttan önce de tanıyor muydunuz?

Hayır, daha önce tanımıyordum, ilk kez 17 Eylül 1992 gecesi gördüm. Tabii ki ismini duymuştum. Saldırıdan yaklaşık iki hafta önce Bonn yakınlarında örgütümüzün merkez komitesi, Dr.Şerefkendi başkanlığındaki PDK-İ heyetiyle bir araya gelmişti. Görüşmede iki heyet İran ve Kürdistan'daki gelişmeler tartışmış ve görüş alış-verişinde bulunmuştu. Hatta İranlı ve Kürt muhaliflerin bir platformda biraya gelmesi gündeme gelmişti. Çünkü Dr. Şerefkendi sadece Kürt hareketi için değil, İran demokratik muhalefeti için de önemli bir isimdi.

- 17 Eylül 1992 gecesi Mykonos restoranındaki görüşmeden nasıl haberdar oldunuz? Siz de oraya davetli miydiniz?

Aslında Berlin'deki İranlı muhalif gruplar olarak düzenli şekilde bir araya geliyorduk. Suikasttan yaklaşık bir ay önce ise Nuri Dohkurdi birkaç hafta sonra önemli bir toplantı yapacaklarını ve Dr. Şerefkendi'nin de buna katılacağını söyledi. Dohkurdi'ye görüşmenin içeriğini ve kimlerin katılacağını sordum. Dohkurdi, tüm ayrıntıları önceden Dr. Şerefkendi ile yapacağı görüşmede netleştireceğini söyledi.

"KÜRDİSTAN'A OTONOMİYİ KONUŞUYORDUK"

-Sizi de Dohkurdi mi görüşmeye davet etti?

Zaten daha önce haber vermişti. Suikasttan iki gün önce ise Mykonos restorantının sahibi Aziz Gaffari, 18 Eylül Cuma gecesi görüşeceklerini ve bundan Dohkurdi'nin de haberdar olduğunu söyledi. Fakat 17 Eylül Perşembe akşamı saat 20.00 sularında evime vardığımda telefon çaldı. Telefondaki Gaffari'ydi, 'İşler planladığımız gibi olmadı ve görüşmemizi bu geceye aldık, toplantımız başladı bile, hemen restoranda gelirsen çok iyi olur' dedi. Telefonu kapattıktan hemen sonra o gece orada olan başka bir arkadaş aradı ve o da muhakkak gelmem gerektiğini söyledi. Bu iki telefon görüşmesinden yaklaşık yarım saat sonra restoranda vardım.

-Oraya vardığınız da demek ki saat 21.00 civarındaydı, restoranda nasıl bir atmosfer hakimdi, dikkatinizi çeken sıra dışı bir şeyler var mıydı?

'Pragerstr.' caddesi boştu, zaten çıkmaz sokak olduğu için genelde sakindir. Restorandın ışıkları her zamankinden daha sönüktü. İçeriye girdiğinizde tezgah bölümü vardı. Kapıyı açar açmaz barda oturan Peter isimli bir Almanla karşılaştım, oranın sabit müşterisiydi. Girer girmez restorandın sahibi Gaffari beni karşıladı ve salonun arka tarafına götürdü. Tek pencereli, kesilmiş bölüm olan arka salonda uzun bir masa serilmişti, ortasında Dr. Şerefkendi oturuyordu. Onun sol tarafında ise Dohkurdi vardı. Dohkurdi'nin solunda bulunan boş sandalyeye oturdum. Oturur oturmaz da Dohkurdi sohbeti böldü, beni Dr. Şerefkendi'ye takdim etti. Bunun üzerine Dr. Şerefkendi ayağa kalkarak benimle tokalaştı ve yeniden yerine oturdu.

'BOŞ KOVANLAR DOLU GİBİ YERE YAĞIYORDU'

-Masada kaç kişiydiniz, hepsini tanıyor muydunuz?

Ben oturduğumda 8 kişiydik ve hepsini de tanıyordum. Fakat birkaç dakika sonra Esfandiar Sadikzade geldi, o da sağımda bulunan sandalyeye oturdu, böylece karşı karşıya dörder dörder oturmuş olduk. Gaffari gelip ne yiyeceğimiz sordu, siparişleri aldı ve o da Dr. Şerefkendi'nin solunda bulunan boş masaya oturdu. Sohbet kaldığı yerden devam etti. İlginçtir sohbet Kürdistan'a otonomi ve Kürtlerin haklarına dairdi. Dr. Şerefkendi masadaki birinin sorusunu sakin bir şekilde yanıtlıyor ve Kürdistan'a otonomi hakkının verilmesinin şart olduğunu söylüyordu.

Dr. Şerefkendi konuşurken karşımızda oturan Massoud Mirraşed'in yüzü birden bire değişti, sanki şok olmuşçasına bakıyordu. Mirraşed karşımda oturuyordu, önce anlam veremedim, herhalde doktorun sözlerine mı kızdı diye düşündüm. Bundan olmadığını tabii ki daha sonra anlayacaktım, kapıdan girenleri fark etmişti. Birkaç saniye sonra ise Farsça 'o... çocukları' diye küfredip bağıran birinin sesini duydum. Birden irkildim, bu sözün 'bu ortamla ne alakası var' diye düşünüp sesin geldiği yeri gözlerimle aramaya çalıştım. Bakmayın bunu böyle size uzun uzun anlattığıma, tüm bunlar birkaç saniye içinde yaşandı.

Bu arada Parviz Dastmalçi ve Massoud Mirraşed'in arkasında uzun boylu bir adamın gölgesi ile masanın ortasına vuran ışığı fark ettim. Ardından iki taraftan kurşun sesleri gelmeye başladı. Bir terör saldırısına uğradığımızı düşünerek solumda oturan Dehkordi ve sağımda oturan Esfandiar Sadikzade'yi ellerimle tutarak masanın altına çektim. Kurşunlar yağmur gibi yağıyor, boş kovanlar dolu gibi yere çarparak düşüyordu. O sesler hala kulağımda. Birkaç dakika sonra kurşun sesleri teker teker gelmeye başladı. Bunların kurbanlara sıkılan son kurşunlar olduğunu sonradan anlayacaktım.

'KATİLLER KİMİN NEREDE OTURDUĞUNU BİLİYORDU'

-Siz o sıra hala masanın altındaydınız?

Evet, son kurşunlardan sonra kısa bir süre sessizlik oldu. Masanın altında gözlerimi kapatarak doktor, Nuri, Parviz, Mesud ve diğer arkadaşların isimlerini teker teker söyleyerek bağırdım. Sadece Parviz ve Mesud'un seslerini duydum. Nuri Dehkurdi üstüme yığılmıştı, kanlar içindeydi ve hala nefes alışları geliyordu. Masanın diğer ucundaysa Homayon Erdalan ve Fatah Abdoli yere yığılmıştı, abartmadan söylüyorum; salonun o ucu kan gölüne dönmüştü. Katiller hedeflerini iyi seçmek için masaları köşelere çekmişlerdi. Zaten katiller kimin nerede, yani hedeflenen isimlerin masanın neresinde oturduğunu daha önce biliyorlardı. Bu yüzden de katledilen arkadaşların oturduğu masaları katiller ayaklarıyla sağa sola kaydırmışlardı.

Gözlerimi açtıktan sonra restorandın sahibi Aziz Gaffari'yi de gördüm, o da salonun bir ucunda kanlar içindeydi, ayağından ve karnından yaralanmıştı, fakat hala nefes alıyordu. Ayağa kalktıktan sonra ana giriş kapısına doğru koştuk. Kapıda birkaç Alman 'bu yöne kaçtılar' dercesine elleriyle çıkmaz sokağın biten tarafını gösteriyorlardı. Katilleri bekleyen otomobil yan sokaktaydı ve oraya doğru yürümüşlerdi.

-Tetikçilerden ikisini de gördünüz mü?

Hayır, sadece elinde makineli tüfek olanı, salona ilk giren kişiyi gördüm. Uzun boyluydu, tabii vücudunun bir tarafını gördüm. Kısa saçlıydı ama yüzünü tam seçemedim. Tabancayla ateş edeni ise hiç bir şekilde görmedim.

-O masada asıl hedef Kürt siyasetçiler miydi? İranlı Nuri Dohkurdi'nin öldürülmesi tesadüf müydü?

Kesinlikle şunu söyleyebilirim; öldürülen 3 Kürt asıl hedefti. Dohkurdi'nin de hedeflerden birisi olup olmadığı konusunda net bir görüşüm yok. Bence masadakilerin nerede oturdukları önemli değildi ve bu yüzden de kurtulmadılar, zira hedefler daha önce belirlenmişti. Ama yine de kurtulanlardan biri veya birkaç kişi daha seken kurşunlardan ölebilirdi. Çünkü İran İslam rejimi ve suikastı tertipleyenler için bir fazla ölü hiç sorun değildi.

'KATİLLERİN BİLGİ KAYNAKLARI SAĞLAMDI'

-Katillerin görüşme hakkında ve noktanın profiline bu kadar ayrıntılı bilgi sahip olması sizi hiç düşündürmedi mi?

Öncelikle şunu söyleyeyim; Görüşmenin cuma günü yerine perşembeye çekilmesi benim için hala büyük bir muamma. Ama sonuca bakarsak; Perşembe günü olduğu için belki de daha az insan öldü, çünkü görüşmenin öne çekilmesinden çok az insan haberdar oldu, onlar da benim gibi son dakikalarda gelebildiler. Bir başka ayrıntı ise restoran sahibi o gece bütün müşterilerini geri göndermişti. Normalde müşterisi olan bir mekan. Ama Peter ordaydı, onu hepimiz gördük. Mekanın profiline ilişkin katillerin bu kadar bilgi sahibi olması tabii ki bilgilerin yakın ve sağlam kaynaklardan alındığını gösteriyor.

-Sizin bir tahmininiz var mı, sizce bilgileri nereden almışlardı?

Şimdi çok sayıda tahmin ve teoride bulunabilirim. Bunların hepsi olasılık ve kesinleşmiş bilgiler değil, bu yüzden de söylemek istemiyorum. Berlin mahkemesinin kararına büyük saygı gösterdim, zaten söyleyemediğim tahminlerimden biri gerçek olsaydı, mahkeme ortaya çıkartırdı diye düşünüyorum. Çünkü soruşturma ve katillerin yargı sürecinde bütün ayrıntılar aslında gün ışığına çıktı.

-Peki 17 Eylül 1992 gecesi hayatınızı nasıl değiştirdi?

Bırakın bir devrimciliği, sosyalist dünya görüşünü, bir insan olarak Kürtlere, Kürdistan'a ve özgürlük mücadelelerine saygım sonsuzdur. Ama o gece ben ve Kürdistan arasında acı verici bir olayla da olsa bir bağ kuruldu. Ayrıca bir rejimin sivil, silahsız ve savunmasız bir grubu nasıl katlettiğine şahit oldum. Siyasi ve dünya görüşlerim değişti, dünya üzerinde daha uyanık olmam gerektiğini öğrendim. Kendi içimde radikalleştim. Tabii ki bu olay özel hayatımı da etkiledi. Bakın, bu size anlattıklarımı 21 yıldır neredeyse her gün çevremdeki insanlara anlattım. Hatta eski eşim anlattıklarımdan gına gelmişti ve her seferinde 'Yeter artık, devamını biliyoruz' diyordu.

-Anlattıklarınızı mahkeme heyeti ve soruşturma birimlerine de ayrıntılı anlatmışsınız, hiç korkmadınız mı?

Daha ilk gecede bütün ayrıntıları polise aktardık. Fakat onlar bütün ayrıntıları not alıp, kimin doğru veya yanlış söylediğini de çıkartmaya çalışıyorlardı. Olayın şahidi Peter (polis kayıtlarına göre soyadı Böhn diye geçiyor) dışında hiç kimse özel korunmaya alınmadı. Ama biz de izlendiğimizi biliyorduk, aslında polisin takibi çift yönlüydü. Bir şekilde bizim yalan söyleyip söylemediğimizi inceliyorlardı. Kendimizi güvende hissediyorduk. Çünkü kısa bir süre içinde tekrar böyle bir saldırının yaşanacağına ihtimal vermiyorduk. Zira İran rejimi büyük baskı altındaydı.

BERLİN SUİKASTI DA VİYANA EKİBİNİN İŞİYDİ

Dr. Şerefkendi ve 3 arkadaşını katleden ekibin üyeleri 3,5 yıl boyunca Berlin'de hakim karşısına çıktı. Duruşma izlenimlerini "Berlin'de hala bir mahkeme var" adlı kitapta toplayan İranlı Mülteciler Derneği Başkanı Hamid Nowzari, suikast ekibinin yargı sürecini ANF'ye anlattı. Nowzari'ye göre Berlin suikastı da Viyana'daki ekibin işiydi.

11 Şubat 1979'daki İran İslam Devrimi'nden sonra yeni Tahran rejimi, yurt dışındaki ilk suikastını Paris'te 7 Aralık 1979'da gerçekleştirdi. Devrik İran şahının yeğeni Şahriar Hafiq, kimliği belirsiz birinin kurşunlarına hedef olmuştu. Bu cinayetin ardından dünya çapında muhaliflere karşı peşi sıra suikastler dizisi başladı. 1979'dan 1990'ların başına kadar 162 cinayet işlendi. Operasyonlar için İran istihbarat bakanlığına bağlı bir de 'Özel İşler Komitesi' kuruldu. Suikastler öncesi ve sonrası bütün işleri bu komite, büyük bir titizlikle yerine getiriyordu.

Kimi kaynaklara göre Tahran'ın 'ölüm listesinde' 400-500 muhalifin ismi vardı. Latin Amerika'dan Avrupa'ya; İsviçre'ye, Fransa'ya, Avusturya'ya, Türkiye'ye geniş bir yelpazede ölüm komandoları aldıkları 'siparişleri' eksiksiz yerine getiriyordu. Sırada Berlin vardı. Hedefteki isim Kürt lider Dr. Sadık Şerefkendi'ydi. Berlin, İran istihbaratı için deyim yerindeyse mumla arasaydı bulamayacağı bir yerdi. Çünkü Berlin'de yaşayan İranlılar arasında fevkalade bir haber ağı kurulmuştu. İran istihbaratının parasıyla marketler, küçük cafeler, restrontlar açılıyordu, buralardan toplanan İran karşıtı faaliyetler hakkındaki bilgiler Tahran'a aktarılıyordu.

Berlin'deki istihbaratı örgütleyen isim ise Kazım Darabi adlı İranlıydı. 1980'lerin başında Almanya'ya okumak için gelen Darabi'nin İran için yaptığı ajanlık faaliyetleri o yıllarda Batı Berlin'de bulunan İngiliz istihbaratı M16'nın ağına da takılmıştı. İngilizler, onun İran için çalıştığını Almanlara bildirmişti. Ama buna rağmen Darabi'ye dokunulmuyordu. PDK-İ Genel Sekreteri Dr. Şerefkendi'nin Sosyalist Enternasyonal için 15-17 Eylül 1992 tarihleri arasında Berlin'e gideceği bilgisinin Tahran'a ulaşmasıyla Darabi'ye 'saha çalışması' yapılması için yaklaşık 2 ay önce talimat verildi.

Darabi, Berlin'deki Hizbullah çevresiyle temasa geçti, onlardan en az 3-4 kişiyi operasyon ekibinin içine kattı. Yaklaşık 2 ay süren Berlin-Tahran trafiğinin ardından 7 Eylül 1992 günü asıl tetikçi Abdul Rahman Banihashemi İran'dan geldi. Kod adı Şerif'ti. 1980'li yılların başında Lübnan'da gerilla eğitimi almıştı. Suikastlarde de tecrübesi vardı. 1987'de İsviçre'ye sığınan İranlı pilot Ahmed Moradi Talebi, onun silahından çıkan kurşunlarla can vermişti.

Şerif, Berlin'e gelir gelmez Kazım Darabi'nin aracılığıyla Hizbullah üyesi gençlerle buluştu ve operasyonun pratik sürecine start verdi. Peş peşe yapılan toplantılar, keşifler ve provaların ardından 17 Eylül 1992 gecesi saat 22.50 gelip çattığında Şerif, makineli tüfekle, Farsça sağa sola küfür ederek Mykonos restoranına daldı. Hemen arkasında Lübnanlı Abbas Rayyal vardı. Bir başka Lübnanlı genç Yusuf Amin kapıda nöbetçiydi, Muhammed Atris ise arka sokakta bir Mercedes'in içinde onları bekliyordu. Restoranın arka bölümünde PDK-İ'nin Avrupa temsilcisi Fattah Abdoli, PDK-İ'nin Almanya temsilcisi Homayoun Ardalan ve İranlı muhalif Nuri Dehkurdi can verirken, ekip planı harfi harfine yerine getirmişti.

Ertesi gün ekibin üyeleri robot resimlerle arandı, Federal Kriminal Dairesi (BKA) bilgi verenler için 50 bin Mark ödül koydu. Birkaç gün sonra bir BND muhbiri Yusuf Amin ve Abbas Rayyal'ın yerini ihbar etti. İkisi Berlin'e 460 km mesafedeki NRW Eyaleti'nin Rheine kasabasında bulunan bir iltica kampında gözaltına alındı. Kazım Darabi ise kendini güvende hissediyordu, o ara İran'a gitmiş, birkaç hafta sonra yakalanmayacağından emin şekilde tekrar Almanya'ya gelmişti.

Darabi'nin yakalanmasıyla geriye diğer tetikçi, Şerif kod adlı Abdul Rahman Banihashemi kalıyordu. Banihashemi, Türkiye üzerinden İran'a kaçmıştı. Alman istihbaratının kaçışına göz yumduğu iddia edildi. Ekibin yakalanan üyeleri ise Berlin Eyalet Mahkemesi'de hakim karşısına çıktı. 10 Nisan 1997 gününe kadar süren 246 duruşmanın ardından Kazım Darabi ve Abbas Rhayel'e müebbet, Yusuf Amin'e 11 yıl, Muhammed Atris'e ise 5 yıl hapis cezaları verildi.

Alman yasalarında ömür boyu hapis olmadığı için Darabi ve Rhayel'in cezaları 23 yıla çevrildi, Atris'in cezası cezaevinde tutulduğu süreye sayıldı. İran istihbarat bakanı Ali Fallahiyan hakkında İnterpol aracılığıyla tutuklama kararı çıkartıldı. Kürdistan'ı işgal eden bir rejim ise ilk kez bir ülkenin adaleti tarafından 'devlet terörü' uygulamakla suçlanıyordu. 3,5 yıl süren Mykonos duruşmalarını takip eden İranlı Mülteciler Derneği Başkanı Hamid Nowzari izlenimlerini yıllar sonra "Berlin'de hala bir mahkeme var" adlı bir kitapta topladı. Nowzari, "Mykonos günlerini" ANF'ye anlattı.

"BERLİN SUİKASTINI DA VİYANA EKİBİ HAZIRLADI"

- Mykonos davası sizin için neden önemliydi?

Mykonos sürecini cinayetin işlendiği 17 Eylül 1992'den bir gün sonradan mahkemenin sonuçlandığı güne kadar yakından izledim. Tabii bunun birçok nedenleri vardı, birincisi; siyasi muhalif kimliğiminden dolayı, ikincisi; olay çalıştığım alan olan İranlı mültecileri ilgilendiriyordu. Üçüncüsü de katledilen Nuri Dehkordi arkadaşımdı, o da İranlı mülteciler alanında aktif bir isimdi. En önemlisi davanın başlangıcında federal savcının iddianamesinde İran rejimini terörist faaliyetlerde bulunmakla suçlamasıydı. Bu bizim için çok önemliydi, çünkü İran İslam Cumhuriyeti'ne uluslararası arenada ilk kez böyle bir suçlama yöneltiliyordu. Ayrıca suikasttan üç hafta sonra yani Ekim 1992'de Almanya'ya gelen İran'ın istihbarat bakanı Ali Fallahiyan, Alman makamlarına davanın geri çekilmesi için baskı yapmaya başlamıştı. Şüphesiz bu faktör davayı daha önemli kıldı.

- Bütün duruşmaları izlediniz mi? Mahkeme salonunda nasıl bir katil profili ortaya çıktı?

Evet, ben ve bir arkadaşım 3,5 yıl süren bütün duruşmaları izleyen tek kişiyiz. Hatta ara sıra savcı ve avukatlar 'bizden daha çok geldiniz' diyordu. İran güvenlik birimlerinin suikastın merkezinde olduğu aşikardı. Berlin Hizbullah örgütü de işin içindeydi, suikast operasyonun aktörlerinden birisi onlardı. Suikasttan birkaç hafta önce yani Eylül 1992'nin ilk günlerinde İran istihbaratı, Muhammed Hadi Mukkadem isimli üst düzey bir yetkilisini Berlin'e gönderdi. Mukkadem, Dr. Qasimlo cinayeti öncesi de Viyana giden ekibin başındaydı. Onun görevi Berlin'de de ön hazırlıkları yapmak, bilgi toplamak, yani her türlü alt yapıyı oluşturmaktı. Mukkadem, İran istihbaratında Kürdistan masasının şefiydi. Kürtleri iyi bilen bir isimdi.

Aslında Mukkadem'den birkaç ay önce, Temmuz 1992'de istihbaratın üst düzey yetkililerinden iki isim; Eşker Arşad ve Ali Kemali operasyon için Berlin'e gelmişti. İkisi de Ali Falahiyan'ın sağ kolu olarak biliniyordu. Bu ekip operasyonun bütün ayrıntılarından haberdardı. Bu arada Kazım Darabi ile temas kurdular. Almanya'da yaşayan ve İran istihbaratına çalışan Darabi, ekip için Hizbullah çevresinden bazı isimler ayarladı. Suikasttan 10 gün önce, yani 7 Eylül 1992 günü asıl operasyonu yapan ekip geldi. Ekibin içinde saldırıda makineli tüfeği kullanan Abdul Rahman Banihashemi da vardı.

- Hizbullah üyesi Lübnanlıların rolü neydi?

Tetikçilerden birisi Lübnanlı zaten, tabancayla ateş eden kişi. Kapıda bekleyen, ekibi olay yerinden uzaklaştıracak otomobili kullanan ve bu aracı kiralayan da Lübnanlılardı. Ölüm timinin yanında birkaç Lübnanlı ismi daha eklemek gerekir ki, cinayetin asıl alt yapısını sağlayanlar onlardı.

"BİLGİ KAYNAĞI ŞEREFKENDİ'NİN YAKIN ÇEVRESİYDİ"

- Peki ekip Dr. Şerefkendi'nin Berlin'e gelişini, hatta o gece Mykonos'a gideceğini nasıl öğrenmişti? Duruşmalarda sır perdesi aralandı mı?

Dr. Şerefkendi'nin Berlin'e geleceği daha yaz aylarında biliniyordu. Çünkü Sosyalist Enternasyonal toplantısının 15-17 Eylül tarihleri arasında Berlin'de gerçekleşeceğinden haberdardılar. Dr. Şerefkend de PDK-İ'nin Genel Sekreteri olarak bu toplantıları kaçırmazdı. Ayrıca yargılama sürecinde İran istihbaratının dolaylı yollardan Dr. Şerefkendi'ye yakın çevresinden bilgi aldığı ortaya çıktı. Özetle söylersem; değişik kaynaklardan istihbarat Dr. Şerefkendi'nin Berlin'e geleceğine emin gözüyle bakıyordu.

- Suikast ekibi Dr. Şerefkendi'yi Berlin'e ayak basar basmaz yakın markajı mı almıştı?

Evet, böyle diyebiliriz. Dr. Şerefkendi ve beraberindeki heyet geldikleri ilk gece 14 Eylül Pazartesi akşamı "Unten den Linden" caddesinde bulunan bir otelde konaklamıştı. Bir gün sonra yani Salı sabahı ekibin şefi iki kişiyle birlikte otelin önünde beklemişlerdi. Aynı gün bütün ekip otel civarında biraraya gelmişti. Suikast ekibi Mykonos'taki görüşmenin otelde gerçekleşme olasılığına karşı otel civarında da keşif yapmıştı. 15'i 16'ı Eylül'e bağlayan gece ise Nuri Dohkurdi, Mykonos restoranının sahibi Aziz Gaffari'yi arayarak, bir gün sonra için 9 kişilik masa ayarlamasını istiyor.

'EKİP OLAY YERİNDE 24 SAAT ÖNCE PROVA YAPTI'

- Saldırıdan kurtulan restorandın sahibi Gaffari mahkeme heyetine neler anlattı?

Gaffari, Dohkurdi'nin kendisine görüşmenin Cuma akşamı olacağını söylediğini aktardı. Fakat buradaki karmaşa şundan olabilir, 'Cuma akşamı' derken Perşembe'yi kast etmiş olabilir. Ama Cuma mı, Perşembe günü mü karmaşasına rağmen operasyon ekibi, Perşembe günü öğlen saatlerinde görüşmenin o gece gerçekleşeceği bilgisini almıştı. Bu da bize gösteriyor ki; kaynak Dr. Şerefkendi veya Dohkurdi'ye çok yakın biri veya birileri.

Şimdi size mahkemeye yansıyan bir belgeden başka bilgiler vereyim; Tabancayı kullanan Abbas Ryael ve şoför Ebu Cafer saat 14.00'de Mykonos'a yakın bir yerde buluşuyorlar ve 'yeri gördük, tamamdır' diyorlar. Suikasttan 24 saat önce ise bütün ekip Mykonos restoranında saldırının provasını yapıyor. Yani saldırı gününde olduğu gibi 2 kişi içeriye giriyor, biri kapıda, biri de arabanın içinde bekliyor.

'MAHKEME ALMAN HÜKÜMETİNİN BASKISI ALTINDAYDI'

- Duruşmalarda unutamadığınız ayrıntı hangisiydi?

Mahkeme, tahmin edemeyeceğiniz ölçüde İran'ın baskısıyla karşılaştı. Sadece mahkeme ve Alman hükümetine değil, tanıklara da baskı vardı. Çok sayıda tanık polise verdikleri ifadeleri mahkemede değiştirdi. Ayrıca İran rejiminin rolünün görünmezden gelinmesi ve 'devlet terörizmi' kavramından vazgeçilmesi için Alman hükümeti de dolaylı veya direkt federal savcıya baskı yapıyordu. Daha duruşmanın başında savcılar asıl tetikçilerin arkasındaki isimlerin önemli olduğunu, katillerin maktullerle hiç bir meselesinin olmadığını söyledi ve bunda ısrar etti.

- Duruşmalardaki güvenlik önemleri nasıldı? Yargılananlarla hiç göz göze geliyor muydunuz?

Önlemler en üst düzeydeydi, salona girenler didik didik aranıyordu. Duruşmanın olduğu günlerde arabaların salona yakın park edilmesine izin verilmiyordu. Damlarda sürekli keskin nişancılar vardı. Savcılar özel koruma altındaydı, birkaç ay sonra mahkeme başkanına da koruma verildi. İkinci sorunuza gelirsem; göz göze geliyorduk, aramızda bazen küfürleşmeler ve bağrışmalar da olmuyor değildi. Üstelik Kazım Darabi'yi daha önce tanıyordum. 1980'lerin ortasında aynı Almanca kursuna gitmiştik.

"MYKONOS, İRAN'IN DİŞ POLİTİKASINI ETKİLEDİ"

- Mykonos suikastı, İran rejiminin muhaliflere yönelik saldırılarını nasıl etkiledi?

Mykonos, Almanya'yı etkilediği kadar İran'ın dış politikasını da etkiledi. Bildiğim kadarıyla Mykonos'tan sonra İran, batı Avrupa'da hiç bir suikast girişiminde bulunmadı. İran'ın büyükelçilikleri ve temsilciliklerinin önünde güvenlik önlemleri artırıldı. Mykonos'tan sonra bir Alman istihbarat görevlisi şöyle diyordu; "İran, Mykonos'tan sonra cinayet işlememesi, cinayetleri işlemek istememesinden kaynaklanmıyor, istiyorlar fakat artık eskisi gibi yapamıyorlar."

- Peki sizce Mykonos davasında adalet yerini buldu mu?

Berlin Eyalet Mahkemesi'nin kararı sadece yerinde bir karar değildi, aynı zamanda oldukça cesaretli bir karardı. Bakınız savcı, Kasım 1996'daki talebi, yani ana kararın çıktığı Nisan 1997'den 6 ay önce İran rejimini devlet terörünü yönetmekle suçladı ve İran'da Almanya karşıtı protesto gösterileri başladı. Savcı için ölüm fetvası çıkartıldı. Alman yetkililer kadar Alman vatandaşları da tehlike altındaydı. Çünkü İran'ın misilleme yapılmasından korkuluyordu. Fakat tüm bunlara rağmen Alman yargısı geri adım atmadı.

(Aldıkları cezaların üçte ikisini yatmaları halinde yabancıların ülkelerine iade edilmesini ön gören Almanya; Abbas Rhayel ve Yusuf Amin'i Lübnan'a sınır dışı etti. 2007 yılında ise İran'da tutuklu olan Alman balıkçı Donald Klein'in serbest bırakılması karşılığında Kazım Darabi İran'a teslim edildi. Darabi, ülkesinde çiçekler ve kalabalık bir grubun sevgi gösterileriyle karşılandı. Mykonos restoranının sahibi Aziz Gaffari de İran'da yaşıyor.)