'Erdoğan IMF’ye anlaşma yapma mesajı veriyor'

Bahadır Özgür’e göre Erdoğan son dönemlerde konuşmalarında IMF’den bahsetmesi boşuna değil. Erdoğan, seçim sonrası IMF ile bir anlaşma yoluna gitmeyi tasarlıyor

Ekonomi yazarı Bahadır Özgür’le yaptığımız röportajın ikinci kısmında Erdoğan’ın içinde bulunduğu durumdan kurtulmak için neler yapacağı üzerine konuştuk. Özgür’e göre Erdoğan’ın sanatçılarla Efrin çıkarması yaptığında bile IMF’den bahsetmesi ya da altınla borçlanalım demesi boşuna değil. Şeker Fabrikalarının satılması ve bu hamleler gerek Batı’ya gerekse Dünya Bankası ve IMF’ye anlaşma sinyalleri anlamına geliyor.

Öte yandan Erdoğan yakın zamanda iş dünyasına ‘dışarı çıkışa izin vermeyeceğini’ söylese de Bahadır Özgür, düne kadar AKP’nin yanında yer alan sermayenin önünü göremediği için yurtdışına açıldığını kaydediyor.

-Ekonomik göstergeler çok kötü evet OHAL ve istikrasızlıkla birlikte dış yatırımcının çıkışı oldu, döviz yükseldi ama öte yandan da OHAL’de zenginleşenler var. Siz de bunun haberini yapmıştınız. Ekonomik tablo içerisinde bu durum bir tezatlık değil mi?

Evet, bu bir tezatlık gibi görünüyor. Biz bütün şirketler borçlu derken bir yandan da aşırı kârlardan bahsediyoruz. Bir kere şunu ayırmak gerekiyor, şirketlerin sahipleriyle şirketlerin yapısı farklı. Bu hukuki statüde de böyle. Yani şirketler batabilir ama sahipleri batmaz. Şu örnekle anlatabiliriz bunu örneğin sıradan vatandaş kredi çektiğinde bunu ödeyemezse o sorumludur, evindeki buzdolabına kadar haciz gelir. Ama böylesi bir durumda şirket kredi çekerse burada sorumluluk sahibinde değil şirkettedir. Evet, şirketler kâr ediyor ama bunlar nereye aktarılıyor, bu nokta önemli. Tekrar şirketin yatırımına mı dönüyor? Bilançolardan dönmediğini görebiliyoruz. Doğuş Holding’den örnek vereyim, bu şirketin 1 yıl içinde 6-7 milyar dolara yakın borç ödemesi var. O yüzden yapılandırmaya gitti. Peki, bu holding ne yapmış? Kamu bankalarından kısa vadelerde kredi almış, yetmemiş yurtdışından da borçlanmış. Ondan sonra yaptığı yatırımlara bakalım spa- termal merkezleri, oteller, Nusret et lokantaları, eğlence merkezleri, Zuma, Bomontiada gibi ve inşaat şirketleri var. Tamam, enerji ve otomotiv var Almanya’dan Volkswagen bayiliği onda ki zaten tek kâr eden de o. Peki ne yapmış başka gidip STAR TV’yi almış 150 milyon dolara. Bütün bunların gelirleri ne yaparsanız yapın aldığınız borcun giderini karşılayacak miktarda olmaz. Yani bir et lokantasında elde edebileceğin ciro ne olabilir? Ama o et lokantasını alırken kullandığı krediye bakıyorsun değil yıllık, birkaç yıllık ciroyla bile karşılanmayacak düzeyde. Hem de cirosuyla yani kârı ile bile değil. AK Parti zamanındaki esen rüzgârdan ve onun verdiği şevkle ve de zorlamayla sürekli yatırım yapmışlar, markalar almışlar. Bunu mesela Ülker’de gördük, Godiva’yı aldı. Bunlar her yatırım yaptıkça basında nasıl yer aldığını hatırlarsınız, siyasiler yaptı açılışlarını. Sürekli AK Parti zamanında Türkiye büyüyor diye gösterilen örnekler bunlar. AVM açılışları ya da yurtdışında bir marka satın alınması gibi. Bunlar hep kısa vadede siyasi hamleler olarak yansıtıldı. Yine kısa vadeli istihdam da sağladı. İş dünyası da açılan bu kredi musluklarında bol bol yararlandı. Ama işte gelip dayandığı nokta da burası. Doğuş Holding borçlarını ödeyemiyor ama Ferit Şahenk 2.4 milyar dolar kişisel servetiyle dünyada 1071’inci sırada, kardeşi 2 milyar dolar servetle aynı yerde, annesi 1.3 milyar dolarlık servetle yine sıralamada. Yani bu servetler toplandığı zaman zaten Doğuş Holding’in ödemesi gereken borç kadar bir rakam çıkıyor. Şirketlerin kârları yine şirketlere dönmüyor. Sahiplerine ya da ortaklarına gidiyor. Bir de şunu Ülker’de gördük ilk kez. Muhtemelen Doğuş Holding’de de böyle bir şey oldu.

-Neyi?

Kazançların büyük bir kısmı yurtdışına gidiyor gibi görünüyor. Bir takım hareketlere ve yatırımlara baktığımızda Türkiye’de elde ettikleri kârları yurtdışına transfer ettiklerini anlıyoruz. Ülker, Pladis diye bir şirket açtı Londra’da bütün buradaki varlıklarını hisse olarak oraya sattı. Yani İngiltere’de kurulu bir şirket, bugün burada Ülker’in varlıklarına sahip. Ama Ülker’in borçları burada. Doğuş Holding, Hırvatistan’dan Latin Amerika’ya, Dubai’ye onlarca restoran ve inşaat şirketi açtı. Tüm bunlara sermaye koyuyor.

-Bu sermaye akışının sebebi nedir peki?

Aslında ekonomisi sağlıklı büyüyen bir ülkede sermaye yurtdışı pazarına açılabilir. Çünkü bu pazar genişletme hamlesidir. Ama bizim ekonomimizde hele ki şu kriz zamanında bunların olması başka şüpheler ortaya çıkarıyor. Bu bir sermaye transferi, kişisel servetlerinin yanı sıra şirket mali kaynaklarını da götürme var. Belli ki sadece bizler değil, hükümetin arkasında durmuş, onun açtığı yoldan yatırım yapmış şirketler de ülkenin geleceği konusunda kaygılılar. Bu kaygı ekonomik kaygıdır. Hem de bence hukuki güvence kaygısı var ortada. Çünkü OHAL vatandaşları etkilerken şirketler açısından da şunu getiriyor: Bir kere iflas edemiyorsun. OHAL’de iflas etmek yasak. Birçok prosedüre bağlı. Bir şirket zora girdiği zaman yapabileceği hamleler de kısıtlı olabiliyor. Öte yandan yatırım yapsa OHAL’in ne zaman biteceğini bilmiyor. Yabancı ortak arasa OHAL’den dolayı onu da bulamıyor. Kredi almaya kalkıyor ama o da hem siyasi hem de iktisadi durumdan kaynaklı çok yüksek ona da yanaşamıyor. Zaten TÜSİAD kısa bir süre önce OHAL ile ilgili çok net bir açıklama yaptı.

-Geçen yıl da benzeri bir açıklama olmuştu ama daha cılızdı.

Bu defa seçim için de yaptı ve dedi ki bize yararı olması için “adil ve şeffaf bir seçim olması ve OHAL sürecinin de mutlaka bitirilmesi gerekiyor.” Bu şu demek çünkü biz yatırım yapacağız bunun için de yabancı ortağa ve sermaye ihtiyacımız var onlar da bu koşullarda gelmiyor. OHAL iş dünyası için öngörülmez bir durum. Yani düşünün ne için yapıldığı belli olmayan operasyonlar oldu. Büyükada bunlardan biri. Hepsi yabancı STK’ların yıllık yaptığı şeffaf olan bir toplantıda insanlar tutuklandı. Bir papaz ya da Yunan askeri de tutuklandı. Yarın yabancı bir sermayedarı ya da onun temsilcisini gözaltına almayacağının garantisi yok.

-Kayyum atanması ya da?

Evet, bir şirkete ya da kişisel servetlere el konulmayacağının garantisi yok. Bunlar için bir KHK yetiyor. Devlet işten attığı memurun, akademisyenin üç kuruşluk varlığına dahi el koyuyor. Bu servet transferi de benim anladığım kadarıyla geleceği öngörememe ve güvensizliği işaret ediyor. Mesela son örneklerden biri İnanlar İnşaat, 53 yıllık bir şirket. Türkiye’deki birçok yerde villalar yapmış, İnanlar otomotiv Reno’nun baş bayisidir. FETÖ operasyonları zamanında sahipleri gözaltına alındı, bırakıldı ve daha sonra yurtdışına kaçtılar. Oradan da ben iflas ettim, malı mülkü satın karşılarsa karşılar dedi. Biz bunu sadece bir FETÖ’cü olarak okuyamayız. Çünkü çok büyük bir inşaat şirketi bu hükmet zamanında iş yapmış, arsalar, teşvikler almış, binlerce konut inşa etmiş. Yani pek çok başka şirket de benzer bir yola girebilir. Sadece siyasi suçlama ile ilgili de değil. Zaten Doğuş ve Ülker gibi şirketler yapılandırmaya gidiyor ve hükmet de bunu sanki doğalmış gibi karşılıyorsa elbette bunların batmasına göz yumamaz. Ama bu da yapılandırmanın yolunu açar, en küçük işletmelerden KOBİ’lere kadar. En büyüklerin bunu yapıyorsa bütün şirketlerin de ister. Bunun yolu bir kere açıldı. Seçimden sonra 2019’da pek çok şirketin bu yol başvuracağını tahmin edebiliriz. Büyük bir çoğunluğunu iflas edeceğinin de şimdiden öngörebiliriz. TOBB’un kayıtlarında 1 yılda kapanan inşaat şirketlerinin oranı % 118 arttı, sadece 1 yılda. 2 milyona yakın konut birikti. Bugün bunların peş peşe olmamasının tek sebebi seçimdir. Seçim atlatılır atlatılmaz tek tek olacak bunlar.

-Peki, seçimden sonra tam olarak ne olacak, seçim AKP’yi kurtaracak mı?

İlk gün seçim açıklanınca dolar düştü dendi. Yabancı güçler, lobiler bunu yapıyor diyorlardı derken seçim açıklamasıyla düştü dediler. Demek ki dış kaynaklardan değilmiş. Öncelikle seçimden sonra faiz artırımı yapılmak zorunda. MB öyle küçük de değil, 100 puana ulaşabilecek bir artırıma gitmek mecburiyetinde. Seçimden sonra Türkiye’nin bu ekonomik faturanın altından tek başına çıkabilmesi mümkün görünmüyor. Misal Şeker Fabrikaları’nın satılmasına hakkında şöyle düşünüyorum, bu fabrikaların satışından elde edilen gelir, buraların arazilerinin değeri kadar zaten. Bu satışlar çok yüksek miktarda para girişi sağlamadı.

-Borç için değilse neden satıyorlar o zaman?

Çünkü hükümet Batı’ya ve yabancı sermayeye bence en önemlisi IMF ve Dünya Bankası’na şu mesajı veriyor: Ben senin kurallarına uyacağım. Özelleştirme bir mesaj burada. Özelleştirmelerle hiçbir ülkede öyle büyük gelirler elde edilmez. Yine kısa vadeli nakit girişi sağlar. Öyle olsaydı Telekom’u satmaman gerekirdi. Onların yıllık kârları satış fiyatlarına denk geliyor zaten.

-Ama gariptir ki Erdoğan “IMF’ye gelsin biz borç verelim” dedi. Öte yandan IMF de çok yakın bir zamanda Türkiye’deki krize ilişkin üç önlem maddesi sıraladı. Türkiye bir şekilde IMF’nin masasına yeniden oturacak diyorsunuz yani?

IMF ile bir anlaşmamız yok, anlaşmamız olmamasına rağmen yapılan mutabakatta 4. Madde vardır. Bu madde dolayısıyla IMF gelir anlaşman olsun olmasın senin ülkenle ilgili bir rapor hazırlar. Ama geçenlerde açıkladığı bu rapor anlaşmayla ilgili yani o sıradan rutini değil. IMF orada Türkiye’ye tasarruf yapmalısın, senin durumun kötü; bir borcun fazla, iki kamu maliyesinin dengesi bozuluyor. Reçete şu: Ücretleri törpülemen, borçlanmayı kısman, kamunun kaynakları oraya buraya dağıtmaman lazım. Bunu demesinin sebebi şu Türkiye’ye ‘senin çıkışının başka yolu yok. Sen gelecek krizin sarsıntılarını iç dinamiklerinle aşamazsın. Dolayısıyla sen siyaseten hamleni yaparsın ama daha sonra benimle masaya oturmak zorundasın.’ Zaten bence Erdoğan da son zamanlarda IMF lafını dillendirmeye başladı. Çünkü Erdoğan hiçbir zaman bu tarz çıkışları boşuna yapmaz. Afrin’le ilgili olarak sanatçılarla gittiği sınırda bile IMF’den bahsediyor. Yer ve zaman alakasız olsa da bunu yapıyor. Ve Erdoğan IMF’ye anlaşma mesajı veriyor. Hatta ikinci açıklaması daha önemli ‘altınla borçlanalım’ diyor.

-Erdoğan bunu söyledikten hemen sonra ABD’den büyük miktarda altın girişi oldu. Bunun nedeni ve bağlantısı nedir?

Her merkez bankasının dışarıda farklı merkez bankalarında altınları ve tahvilleri olur. Bu bir güvenlik önlemidir. Türkiye şuan 250 tona yakın altınını ABD’den buraya getirdi. Bir kısmını da İngiltere Merkez Bankası’na koydu. Oraya koymasının sebebi de Halk Bankası’na Zarrab davasından çıkabilecek para cezası. Amerika’da borca karşılık el konulmaması için. Bu benim ve birçok iktisatçının da tahmini. Erdoğan’ın altınla borçlanalım lafının altında aslında IMF’ye ‘ben seninle anlaşma yaparsam bunu altınla ödeyeyim’ düşüncesi yatıyor. Elbette bu kabul görür de Türkiye ile böyle bir anlaşma yapılır mı onu bilemiyorum. Ama önemli olan bir niyet var ve bunu da hükümet ortaya koydu. Zaten seçimin bu kadar erkene alınmasının bir nedeni de acil olarak bu yola girmeleri gerektiğini görmeleri.

-Peki, IMF ile anlaşmak Türkiye’ye bu noktada ne kazandıracak?

Daha önce IMF programlarında ne yaşadıysak aynısı olacak. Ama daha geniş kesimler etkilenecek. Çünkü reel sektörün aynı anda çok fazla borçlu. Devlet için aynı şey geçerli değil daha önce de söyledim. Hiçbir kamu bankası batmaz. Ama kamu bankalarının özel sektörün yükünü alması demek onun geleceğine temlik koymak anlamına geliyor. Bu da faturanın bize çıkmasıdır. Belki Halk Bankası borcunu direk bize çıkaramaz ama Ziraat’in faturasını çıkarır çünkü bizim birçok vergimizden, ödemelerimize, trafik cezalarına kadar bu fonlardan oralara para aktarılıyor.

Evet, Türkiye bir krize ilerliyor ama dünya da gidiyor. Dünyada bir kriz beklentisi var. Ama dünyadaki veriler şuan bir kriz yaşandığını ya da bunun eşiğinde olunduğunu işaret etmiyor. Ama beklenti yüksek. Çünkü 2008’deki kriz aşılamadı. Çünkü o krizden sadece para basılarak, piyasa fonlanarak ötelenmiş bir durum yaratıldı. Dünyadaki ciddi ekonomistler, piyasa uzmanlarının söylediği şu: Evet, bir krize doğru gidiyoruz bu daha önceki şoklardan da farklı olacak. Çünkü krizler bazen şok olarak gelir bazen de adım adım. Bizim yaşadığımız daha adım adım her gün peyderpey yaşayarak görüyoruz. Ama krizi de dünyada tetikleyecek bir şey lazım. Zaten dünyada ülkeler bu krize karşı önlem almaya başladıkları zaman bütün fonları kısacaklardır. İşte o zaman Türkiye için tetikleyici şey bu olabilir ve bütün her şey de domino taşı gibi devrilebilir. Ama şu var kimse dünyadaki krizi başlatmak istemiyor. Biraz kendi haline bırakmak derdindeler. Daha önce kriz Meksika, Güney Kore, Arjantin ve Yunanistan’da oldu. Belki bir savaş ile bu gerilim tırmanabilir ama onu da daha çok siyasi gerilimlerle absorbe etmeye çalışıyorlar. Biraz da savaş sanayisinin ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Ama görünen o ki böyle de gitmeyecek. Öte yandan Türkiye kriz konusunda daha hazır.

Ülke içindeki siyasetin de bunları düşündüğünde yanlış bir tutumu var. Ana muhalefetin krize yatırım yapması kadar riskli bir şey yoktur. Evet, bir kriz iktidarı devirebilir ya da sıkıştırabilir ama tam tersine bu krizin yükü yayıldığı zaman; sadece siyasi bir iktidarı yıkıp yerine yeni siyasi bir ikbal çizemezsin. 2001 krizinde AK Parti geldi. Yani bu tür şeyler senin siyasi hasmını alt etmeye yetmez. Çok daha tehlikeli bir şeye yol açabilir.

-Etkili bir muhalefet ve halk desteği olmadan olmaz yani?

Evet, tarihte Almanya örneği var, Naziler bir kriz ortamından çıktı. Pek çok ülkede otoriter rejimler krizlerden ortaya çıkmıştır. Yani siyasi özgüven ve hareketinle deviremediğin siyasi hasmını krizin devirmesini beklersen ortaya çıkacak iktidar bundan daha da otoriter olabilir. Hatta seni de peşinden sürükleyebilir. Bakın Afrin harekâtı de bir uluslararası krizin yansımadır ve o dönemde HDP ve belli kesimler hariç bütün herkesi peşine takabildi AK Parti. Yarın bir ekonomik krizde de işler öyle bir hale gelir ki senin muhalefet yapma olanaklarını bitirip peşine takar.