“Türkiye 2019’da büyük bir borç krizine girecek”

Türkiye ekonomisinin sürekli dış kaynaklara borçlanarak ilerlediğini ifade eden Bahadır Özgür, yurtdışındaki banka ve fonların raporunda 2019’da büyük bir borç krizine girileceğinin açık bir şekilde belirtildiğini söylüyor.

Türkiye geçtiğimiz hafta yapılan bir açıklamayla kimilerine göre erken diğer yandan da baskın bir seçime gidiyor. Bugüne kadar erken seçim taraftarı olmayan AKP ve Erdoğan’ın neden bu kararı ivedilikle aldığı tartışılırken; son dönemlerde döviz kurlarının yükselişi ve TL’nin ardı ardına yaşadığı kayıplar seçim açıklamasıyla kısa bir ara verdi. 25 Nisan’da Merkez Bankası’nın da faiz artırımına gideceği ve piyasaları az da olsa rahatlatacağı konuşuluyor. Faiz artırımına Erdoğan şiddetle karşı çıksa da piyasaların beklentisi bu yönde.

Peki, gündem hızla erken seçime odaklanmışken Erdoğan’ın bu kararı almasının arkasında yatan ekonomik sebepler neler? TL neden sürekli Dolar ve Euro karşısında değer kaybediyor, seçimin ekonomik boyutu ne durumda? Gazete Duvar ekonomi yazarı Bahadır Özgür, Türkiye’nin artan dış borcuna dikkat çekerek serbest piyasaya geçildiğinden bu yana ülkenin kırılgan bir ekonomiye sahip olduğunu belirtiyor. Özgür, 2019’da tasarlanan seçimlerin ekonomi yüzünden erkene alındığını ifade ederken yapılan raporların Türkiye’nin büyük bir borç krizine sürüklendiğini işaret ettiğini söylüyor.

Türk lirası döviz karşısında tarihi düşüşler yaşıyor. Ekonominin bu kadar döviz kuru endeksli olmasının ve beraberinde bu kadar büyük kırılganlıklar yaşanmasının sebebi nedir?

Ekonomin yapısı bu ve ilk kez yaşanan bir şey de değil. Türkiye 1989’dan bu yana dalgalı kura yani serbest teşebbüse geçtiğinden beri ekonominin dinamiğini sıcak para hareketleri oluşturuyor. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin içeride büyümesini sağlayacak tek şey bu sıcak para ve sermaye hareketleridir. Çünkü senin iç dinamiklerin yatırım yapmanı ve istihdam yaratmanı sağlayamıyor. Bir açık çıkıyor ortaya. Basit bir örnekle anlatacak olursak, bankaların asli bir işlevi vardır o da mevduat toplarlar ve bu mevduatları kredi olarak verirler belli faiz ve vadelerle. Bu da reel sektörün bir şekilde hareket etmesini sağlar. Türkiye’de toplanan her 100 liralık mevduata bankaların ortalama 120 lira ödemesi lazım.

Yani?

Ortada bir boşluk var yani kaynak yok. Dolayısıyla bunu karşılamak için Türkiye’deki bankalar dışarıdan borçlanmak zorunda kalıyor. Bu borçlanma da yabancı piyasalardan ve bankalardan, fonlardan ya da fon olarak doğrudan yüksek faizli kredi anlaşmalarıyla sağlanıyor. Ki Türkiye’de dışarıya borçlanma faizi çok yüksek oranda % 14. Dünyanın en yüksek rakamıdır bu. Diğer ülkelerin örneğin Japonya  %– 0.60, İtalya %-2, ABD % 2 gibi dış borç faizleri var ki bu rakamlar Türkiye’nin dış borcunun ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor. Kamu bankaları ve özel bankalar çok uzun zamandır bu şekilde borçlanıyor. Üstelik bu borçlanmaların vadeleri de çok kısa.

Neden kısa vadeli?

Çünkü içeride acil paraya ihtiyacın olduğunda uzun vadeli borçlanamazsın. Bu borçlar ortalama 1 yıl ve altında vadelerle ya da en fazla 2 senelik olabiliyor. En son Ziraat Bankası bono çıkarttı %14,5 faizle ve bu 3 aylık bir vadeye sahip. Yani aslında biz niye dövize bağımlıyız sorusunun cevabı bu. İçerideki üretim sağlıklı bir şekilde işlemediği için sürekli dış piyasalardan para bulunmak zorunda.

Peki, AKP nasıl başarılı oldu şimdiye kadar ekonomide. En azından 2001’den sonra ya da 2008’deki krizde?

AK Parti iktidara geldiği dönemde dünyada bir para yani likit bolluğu vardı. Dünya fonlarının elinde çok fazla dolar birikmişti. Bu fonların özelliği şudur; ülkelerin iç siyasetlerine ya da demokrasilerine bakmazlar, kısa vadede nereye yüksek faizde para verebilirlerse oraya girerler. Türkiye piyasasına da 2002’den sonra 2006’ya onun akabinde 2010 ve 2013’e kadar çok yoğun bir fon girişi oldu. Bu da içeride bankaların ve kamunun nakit ihtiyacını karşılayabilecek bir kaynak haline dönüştü.

Erdoğan’ın 2008 krizi için “teğet geçti” sözlerini düşünecek olursak bu fonlar mı Türkiye’nin krize girmesini önledi?

Esasen 2008, Türkiye ile ilgili bir kriz değildi. 2008 krizi ABD ve AB merkezli çıktı, Mortgage krizi olarak. ABD o krizi aşmak için şöyle bir şey yaptı,  faizleri düşürdü ve bol bol para bastı. Dolar basarak o krizi aştı ya da aştığını düşündü. Piyasaya çok fazla para pompalandı. Ama bu para öyle durduğu yerde değerlenmez, dolaşıma sokulması lazım. O yüzden bizim gibi ülkelere kredi olarak verildi. Bizi teğet geçmesi ya da o yıllarda yüksek büyüme oranlarını yakalamamızın nedeni, Batı’daki fazla dolar birikimin Türkiye tarafından alınması. Yani uzun süredir ekonominin büyüme rakamları vermesi ya da dönmesinin sebebi bu.

Yani dış kaynaklara bağımlı bir ekonomi Türkiye’ninki.

Dışa kaynaklara bağlı olması bir yana demin de bahsettiğim gibi kısa vadeli fonlar bunlar yani uzun rasyonel krediler de değil. O dönem bu dolar fazlalığından en çok faydalanan ülkelerden birisi oldu Türkiye. Dolayısıyla bu kaynak 2013-14’lere kadar getirdi bizi. Bugün karşılaştığımız sorun ise şu: İçerideki istikrar bozulduğu zaman dışarıdaki sermayenin burada daha fazla kâr elde edemeyeceğini düşünüp ani çıkışlar yapar. Bu dönem dövizin yükselmesinin nedeni bu. Yani buraya gelen fonlar TL satarak dışarıya çıkıyor. Kısa vadeli giriş çıkışlar yaptıkları için bu da doları yükseltiyor, bu birinci neden. İkinci neden ise Türkiye’nin makroekonomik yapısının zayıf olması. Türkiye’de %7,5 büyüme oranı açıklandı. Bu oranın içeresinde %8,9 inşaat büyümesi var.

İnşaat da dış borcu karşılayabilecek bir döviz girdisi sağlamıyor değil mi?

Şöyle düşünmeli sen dolarla borçlanıyorsun dışarıya ama sattığın şey TL değerinde. Yani ihracat yaparak yeniden döviz elde etmiyorsun. 1 yıl vadeli dolar borç aldığında ve o süre bittiğinde dolarla aldığını dolarla ödemek zorundasın. Ama sen içeride inşaattan TL kazanıyorsun ayrıca bu işin bir yapım ve satım süresi var bu da çok sıkıntılı. Sen 2-3 lirayken aldığın dolar bugün 4.10’a çıktığı zaman da ödemeni ona göre yapıyorsun.  Dolayısıyla Türkiye’nin karşılaştığı en büyük sorun borç. Şöyle bir veri aktarayım: 2017 itibari ile Türkiye’nin bu yıl da dâhil her yıl 230 milyar dolar nakit para bulması lazım borçlarını ödeyebilmesi için. Türkiye’nin milli geliri ise 800 milyar dolar, yani ülkede ne var ne yok sattığımız zaman bu rakam çıkıyor.

Peki, bu yüzden mi satışlar başladı öğreneğin Şeker Fabrikaları?

O bunu kurtarmıyor bile. Ama kısa vadeli kaynak girişini yarar seçimden dolayı. Yani o 230 milyar doları bulmak zorunda Türkiye her yıl. Bankasıyla reel sektörüyle bu parayı bulduğun zaman ekonomiyi çevirebilecek. Ama bu parayı bulamıyor ve bulmanın tek imkânı da çok yüksek faizlerle borçlanarak yapmak.

Bu da yeniden borçlanmak anlamına gelecek.

Aynen yeniden borçlanmadan mümkün değil. Bir de bu borcun dağılımı önemli. 1994’te ya da 2001 krizinde devletin açıkları ön plandaydı. Bugün için baktığımızda aslında kamu bankaları için çok büyük bir sorun yok, devlet hazinesi için de aynı şey geçerli. Ama özel sektör ve banklar aşırı derecede borçlanmış durumda. Bu borcun 3’te 2’si özel bankaların şirketlerine ait. Türkiye tarihinde bu kadar yüksek borç hiçbir zaman olmadı. Dolayısıyla Ülker ya da Doğuş Grubu’nun yapılandırmaya oturmasının sebebi de bu. Kısaca bu borçları ben çeviremiyorum diyor. Bu borçların büyük bir kısmını şuan devlet üstleniyor. O da şöyle oluyor, şirketler krediye ihtiyaç duyduğu zaman Ziraat Bankası, Halk Bank ile VakıfBank yurtdışı piyasasından borçlanıyor ve bu şirketlere vermek zorunda kalıyor. Bu şirketlerin batmasını önlemek için onları yüzdürmeye çalışıyor. Ama yine de bunlar çok kısa vadeli şeyler ve şu anki sorun da bu zaten.

25 Nisan’da Merkez Bankası’nın (MB) toplantısı var ve burada büyük ihtimalle faiz artırımının çıkması bekleniyor. Erdoğan bir zamanlar faiz kavgasına girişmişti yine MB ile. Hem bu kavganın sebebi nedir hem de olası faiz artırımında neler yaşanacak?

Bu faiz kavgasını biz daha önce Tansu Çiller döneminde de gördük aslında. O dönem hem koalisyon hükümeti hem de içerideki birçok faktörden dolayı krize yol açtı. Erdoğan’ın ekonomik konseptinin temelinde bu borçlanma ve kredi yatar özellikle de iç piyasada. Mesela TOKİ konutlarının satılabilmesi için mortgage kredisi alınması lazım. Özellikle de orta ve alt gelirlilerin. Bunların alınabileceği tek kaynak da bankalar. Yine KOBİ ve küçük esnaf gibi geniş bir kesimi oluşturan şirketlerin iş yapabilmesi için düşük faizli krediye ihtiyacı vardır. Erdoğan’ın faizi indirin demesinin sebebi bu. Bu faizleri düşürmezsen bu kesimlerin hiçbiri iş yapamaz konutlar da satılamaz hale gelir. Dolayısıyla Yeni Türkiye denilen şeyin ekonomik başarısı da sarsılmış olur. Erdoğan elbette bunların uzun vadeli işe yaramayacağını biliyor ama siyaseten kısa vadede buna ihtiyacı var. 2017 Ekim ayında konut kredisi faizi %1’in üzerin çıktığı anda kredi alımı kesildi. İnşaat şirketlerinin cirosu da %10 geriledi. Ama diğer yandan özel şirketlerin ve bankaların da bir sıkıntısı var onlar da ısrarla faizin yükselmesi gerektiğini söylüyor. Çünkü faiz yükseldiği zaman borçlanma olanakları artacak.

Peki, faizin yükselmesinin nasıl bir getirisi olacak?

Faizin artması sıcak parasının ve fonların da gelmesi demek. Yani ülkeye doların girmesi anlamına da geliyor. Dolar geldiği sürece de bu nakit ihtiyacını karşılayabilirsin. Ama bunun da şöyle bir şeyi var faizin artması bir kere bütün kredi faizlerini yükselmesi demek. Vatandaşın da borçları artıyor burada. Öte yandan enflasyonun yükselmesi faktörü var. Dolayısıyla zamlar da beraberinde geldiğinde bu ücretlendirme de halka yansıyacak. Aslında hani Türkiye’nin övündüğü o büyüme rakamı her zaman iyi bir şey değildir.

Neden?

Çok yüksek olması çok iyi olduğu anlamına gelmez kendi içindeki dinamikler önemli. %7,5’luk orana baktığımızda bunlar birincisi inşaatlara, ikincisi de vatandaşın ve kamunun harcamasına, üçüncü olarak da ithalata dayanıyor. Yani üçüncü havalimanı, otoyollar, köprüler vs. bunların hepsi büyümeye katkı sunuyor. Ama büyüme oranlarındaki yatırıma, tasarrufa ya da mevduatlara baktığımızda ise rakamlar çok düşük. Dolayısıyla %7,5’luk büyüme neden istihdam yaratmıyor sorusunun cevabı da bu. Yani harcama ve borçlanmaya dayalı olduğu için. O yüzden Erdoğan da AK Parti de bir büyüme ile özdeşleştiriyor kendini. Ekonomi büyüdükçe kendilerinin başarılı olduğunu düşünüyor ki yalan da değil. Çünkü bugüne kadarki seçimlere baktığımızda aldıkları oy oranı ile Türkiye’deki büyüme rakamları arasında bir paralellik var. Çünkü o harcama musluklarını açtığı için vatandaş kısa vadede göreceli bir refah düzeyine kavuşuyor. Kredili bir refaha kavuşuyor bir yandan da.

Yani borçlanarak…

Evet, borçlu bir refah da denilebilir.

Peki, bu dönem için de erken seçime yönelik bir rahatlama olacak mı? Örneğin seçim açıklandıktan sonra döviz çok az da olsa geriledi.

Onu zorluyor zaten. Ne kadar bağırsanız da çağırsanız da ülkenin ekonomik gerçekleri gelip karşınıza dikiliyor. Türkiye’nin bu borcunu ödeyemediği için ekonomisini çevirmediğini zaten bunu iyi bilen ekonomistler söylüyordu. Ama yurtdışı bankalarının ve fonlarının hepsinin raporlarında Türkiye’nin 2019’da büyük bir borç krizine sürükleneceği çok açık bir şekilde yer alıyor. Şirket iflaslarının yaşanabileceğini belirtiyorlar. 2019 olarak çok net bir tarih veriliyor. Bu yüzden 2019’daki yani 1,5 yıl sonraki seçime gitme şansı kalmamıştı. Şuradan da biliyoruz ki Erdoğan siyasi tarihi boyunca hiçbir zaman erken seçim taraftarı olmamıştır. Bunu bir ilke olarak alıyor kendine. Ama şunu doğru anlamak gerekiyor Erdoğan bütün günlük konuşmalarını ya da çalışmalarını, faaliyetlerini her zaman sandığa endeksli yapar. Yani kendi açısından her zaman seçime hazırdır, partisini de hazırlamaya çalışır. Dolayısıyla 1,5 yıl sonraki seçime de hazırdı. Ama bu kadar erkene çekilmesi ki Türkiye tarihinde de bir ilk; ekonominin yazı geçirdikten sonra ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıya olması. Bunu gördüler. Bu sıkıntı 2001 ya da 1994’dakinden çok daha farklı.

Nedir bu farklar?

Çünkü o krizler bir yeniden yapılandırmayla aşıldı. 94’ü hatırlayalım siyasi bir koalisyon hükümeti dönemi başladı. Çok hızlı bir şekilde hükümetler değişti. İkincisi de kamunun elinden büyük ve karlı işletmeler KİT’ler (Kamu İktisadi Teşebbüsleri) vardı, bunları piyasaya açarak ve tasfiye ederek bir kaynak yaratıldı. Ama aynı zamanda hem içerideki hem de dışarıdaki sermayeye de güven vererek yaptılar bunu. Şok krizi şoklama yöntemi ile aşmaya çalıştılar. O dönem kimler ödedi bunu bedelini biliyoruz ki KİT’lerde çalışan işçiler. Memurların maaşları tırpanladı, sosyal güvenlik kurumlarındaki açıklar bahane edilerek emeklilik yaşı ile ödendi vs. 94’te krizin faturası belli kesimlerin üzerine yıkıldı ve Türkiye sermayesi bundan yara almadan kurtuldu. 2001 krizinde ise bütün dış etkilerine rağmen yani 1997’de başlayan Aysa Krizinin etkisiyle birlikte bir IMF programı izlendi. Zaten kriz üreten bir yapıyı fırsat bilip yeniden yapılandırma hamlesine giriştiler. Neler yaşadık hatırlamak gerekirse bir 28 Şubat süreci, iki anayasa kitapçığını fırlatılması, siyasette art arda sıkıntılar. Üçüncüsü bir Kemal Derviş gerçeği. Hiç bilmediğimiz biri geldi ve bize bir program hazırladı. O programla Türkiye’deki zayıf bankacılığın hepsi güçlendirildi. Pek çok banka tasfiye edildi. Şunu biliyorlardı bu bankacılık yapısıyla Türkiye her zaman krize girecek bu da siyasi istikrasızlık getirecek. Bu yapıyı çözüp bunu bir fırsata dönüştürdüler. Elbette çok ağır bir özelleştirme programı vardı. Art arda çıkan reform paketleri olmuştu. Alkolü, tütünü, enerjiyi, sanayiyi ve değeri olan tarımı piyasaya açmak gibi birçok uygulama yapıldı. Telekom’un TÜPRAŞ’ın özelleştirilmesine tanık olduk. Yani devletin elindeki çok karlı ve büyük kaynak sağlayan KİT’ler özelleştirildi. 2001’in farkı şuydu, krizi aşmak için bir dinamik yaratabildiler. Elbette yine belli kesimler ödedi bunun da bedelini. Yarım milyondan fazla insan işsiz kaldı. Ama bu sefer öyle değil işte.

Bu defa etkileyeceği kesimler değişecek mi?

Evet, çünkü bu sefer sermaye krizde. Ülkenin en büyük şirketleri, bankaları borç batağında. Son birkaç yıldır yapılan şey de başta da söylediğim gibi hükümetin bu yükü kamu bankalarının sırtına bindirmesi. Varlık Fonu oluşturdu. Bu fona THY’den Ziraat Bankası’ndan Vakıf’a Halk Bankası’na hepsini koydu. Bankaları böylelikle Sayıştay denetiminden çıkartmış oldu. Biz şunu göremiyoruz, bankalar kimlere hangi koşullarda kredi veriyor ya da hangi yükleri üstleniyor bilmiyoruz; ama şunu biliyoruz en azından kamuoyuna yansıyanlardan 3. Havalimanının yükünü tamamen Ziraat Bankası’nın üzerinde, otoyollar ha keza Avrasya Tüneli kamu bankalarında. Yani özel sektörün yapması gereken her şeyi üstlenmiş durumdalar. Bu da birkaç yıl içinde kamu bankalarının da sıkıntıya düşmesine sebep olacak. Bunu görmek çok da zor değil. 24 Haziran seçimi siyasi gerekliliğin dışında; bir Efrin operasyonu yapıldı dışarda ama istediğini alamadı. İçeride de o havayı belli oranda yakaladı çok uzun sürmedi gibi görünüyor ve o rüzgârı çok uzun süre de götüremeyecek. Zaten Efrin’de Rusya ve ABD arasındaki çelişkiler yüzünden istediği stratejik hedefe ulaşamadı. Bir de bu operasyonun maliyeti çok ağır, 500 milyon dolara yakın olduğu tahmin ediliyor.

Rusya ile yapılan Nükleer enerji anlaşması konusunda da büyük bir külfetin altına girildiği yorumları yapıldı. Siz buna ne diyorsunuz?

20 milyar dolarlık bir anlaşmaya imza atıldı. Türkiye evet doğalgazı dışarıdan alır ama elektrik için zaten HES’ler yapılmış. Kendi içinde yapılacak bir planlamayla çözülecek bir konu. Kaldı ki nükleer santral anlaşması uzun vadeli bir yatırım. AK Parti hiçbir zaman uzun vadeli yatırım yapmaz. Bu bir gerçek. AK Parti kurulduğundan bu yana bir seçim partisidir. Her eylemini tamamen sandıkta karşılığı ne olabilir hesabıyla yapar. Bu yüzden sandığı kutsallaştırır ve demokrasinin en temel aracı gibi onu ortaya sürer.  Kaldı ki OHAL ve yasalarla onun da altını boşalttı.

Şimdi süper teşvik paketleri açıklanıyor. Bunlar evet yatırıma dönerse 5-6 yıl içinde geri dönüşleri olur. İstihdam ve üretimde belli bir artış sağlanabilir bunu da büyümeye olumlu katkısı var. Ama içine bakıyoruz bu paketlerin, cumhuriyet tarihi boyunca böyle teşvikler verilmedi. Devlet diyor ki senin bütün harcamalarını ben üstleniyorum: KDV bende, senden vergi de almayacağım, hatta teşvik verdiğim yatırım dışında da bunu kullanabilirsin. Örneğin Cengiz İnşaat, bakır madeni için teşvik alıyor ama bunu başka bir yerde kullanıyor. Bu şu demek bu şirketlerin sadece 1 yılını değil, 10 hatta 20 yıl sonrasının bile maliyetini üstlenmiş oluyor devlet. Bu da devletin toplayacağı bütün vergiler ve zamlardan gelecek kaynağa temlik koymaktır. Son teşvik paketinin sadece bütçeye maliyeti, almadığı KDV maliyeti yani 70 milyar lira olacak. Bunlar dediğim gibi uzun vadede bir şey getirebilir ama o uzun vadeyi bekleyecek ekonomik bir durum yok ortada.

E o zaman bu teşvikin sebebi nedir?

Kısa vadeli seçim hedefi var ve bu şirketlerin ayakta kalması gerekiyor. Çünkü bu şirketler 3. Havalimanını ve otoyolları yapanlar. Bu şirketlerden birinin ya da birkaçının sıkıntıya düşmesi, borçlarını ödeyememesi diyelim iflas etmesi, bütün o projeleri anında akamete uğratabilir.  Bu da bütün yükü kamuya yıkar. Bunları tamamlayacak şirket de bulunamaz. Dolaysıyla buradaki zaafı gidermek için bu teşvikle bir para pompalıyorlar.

Yarın devam edecek…