Sunca: İran'ın tamamıyla çökmesi kimsenin işine gelmez

Siyaset Bilimci Dr. Jan Yasin Sunca, amacın İran’ı tamamen ortadan kaldırmak olmadığını belirtirken, oradan çıkacak devasa cehennemi ise kimsenin kontrol edemeyeceğini vurguladı.

İsrail, 13 Haziran’da geniş çaplı bir operasyonla İran’ı stratejik noktalardan vurdu. İran, bu saldırılarda üst düzey komutanlarının büyük bir bölümünü kaybetti. Uzun süredir beklenen bu saldırı, ABD ve İran’ın nükleer konusundaki görüşmeleri sırasında olurken, ABD Başkanı Donald Trump saldırıların daha da artacağını ve İran’ın anlaşmaya varması gerektiğini söyledi. İran ise bu saldırılara en sert misillemenin yapılacağını açıkladı.

Bu saldırı uzun zamandır bekleniyordu. Öte yandan, Türkiye’de ekim ayından bu yana Türk devletiyle devam eden sürecin temel zeminlerinden birinin, Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi olduğu birçok kez dile getirildi.

İsrail’in İran’a saldırısıyla birlikte hem bölgedeki durumu hem de Türkiye’deki sürecin jeopolitik zeminini, Özgür Brüksel Üniversitesi’nden Siyaset Bilimci Dr. Jan Yasin Sunca ile konuştuk.

SÜRECİN TEMEL ZEMİNLERİNDEN BİRİ JEOPOLİTİK’

Jan Yasin Sunca, Türkiye’deki süreci değerlendirirken, bunun zeminlerinden birinin jeopolitik olduğuna dikkat çekti. Sürecin yavaşlamasına dair de değerlendirmelerde bulunan Sunca, bu durumu devletin jeopolitik okumalarıyla ilişkilendirdi:

“Bu sürecin üstüne bina edildiği iki temel zemin var. Biri jeopolitik, diğeri ise Türkiye'nin yakın tarihiyle alakalı.

Birincisi, jeopolitik olan zemin; 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’deki eyleminden itibaren ortaya çıkan yeni bölgesel durum. Türkiye'nin içini ilgilendiren kısmında -yani Türkiye'nin yaptıklarıyla ilgili olan kısmı- 2013-2015 sürecinde izlenen yolun bir başka biçiminin izleniyor olması. 2013-2015 sürecinde de aslında devletin söylemi aşağı yukarı ‘PKK silah bıraksın, geri kalan işleri hallederiz’ gibiydi.

O sürecin tıkanmasına sebep olan temel meselelerden biri de; -en temel mesele olmayabilir ama- üçüncü göz talebi, süreci bir biçimde sekteye uğratan meselelerden birine dönüştü. Üçüncü göz talebi devlet açısından bir problem oluşturdu. Şu anda gelişmekte olan süreçte ise diğer bildiğimiz çatışma çözümlerinin aksine, ‘atı arabanın önüne koşma’ meselesi var: ‘PKK silah bıraksın, ondan sonra biz kendi sorumluluğumuza belki bakarız’ şeklinde.

PKK de bunu şöyle yorumluyor: Kendi silah bırakma kongresi olan 12. Kongre’de ve Öcalan’ın söylemlerinde de bu mevcut: ‘Biz mücadeleyi demokratik yollarla sürdürelim, silahlı yöntemlerle değil.’

Bu, aslında şöyle bir karşılıklı anlayış birliğinin var olduğunu gösteriyor. PKK silah bırakacak, devlet ve PKK ona göre silah bırakma müzakereleri yapacaklar. Ondan sonra da PKK, kendisini yeniden örgütleyip yapılandırarak demokratik mücadeleye katılacak.

Şimdi kurguyu bu temel üzerine oturttuğumuzda ortaya şöyle bir şey çıkıyor: Devletin adım atıp atmaması, tamamıyla o anda içinde bulunduğu duruma veya şarta bağlı. Devlet adım atmıyorsa, bunu şundan dolayı yapmıyordur: İçerideki, -yani devletin kendi içerisindeki- bölünmeler ve farklılaşmalardan. İkincisi de jeopolitik okuma; o bölgesel jeopolitik okuma, devletin kendisini nereye yönlendireceğine dair devlete bir fikir veriyor.

Şunu diyebiliriz ki, sürecin ilerleme hızı, en azından son iki aydır biraz yavaşladı. Bu yavaşlama da bence, -yine dediğim gibi- devletin süreci geniş anlamda okuma biçimiyle ilgili. Bu, süreci kendi şartlarına göre yeniden yönlendirme talebi doğrultusunda gerçekleşen bir şey.

Ancak şunu bilmiyoruz: Bunu ne Kürt Özgürlük Hareketi bize söylüyor ne de devlet, şu anda bir görüşmeler silsilesi var mı? O görüşmeler silsilesinin arka planında neler var? Neler tartışılıyor? Bunları bilmiyoruz. Bunu bilmek zorunda mıyız? Ondan emin değilim.

Ama eğer demokratik bir süreç işleyecekse, en azından toplumu barışa destek verecek pozisyona getirmek için, paylaşılması ve kamuoyunda meşruiyet zeminin oluşturulması gerekiyor. Çünkü bu meşruiyet zemini, sürecin önündeki en büyük engellerden biri.”

MÜCADELE DOĞAL SINIRLARINA ULAŞTI’

Siyaset bilimci Sunca, sürecin zeminini ‘jeopolitik’ ve ‘Türkiye’de yaşananlar’ olarak tarif ettikten sonra hem Kürtleri hem de Türkiye’yi sürece ikna eden sebepleri şöyle anlattı:

“Bu gelişen sürecin jeopolitik arka planında, Kürt Hareketi'ni böyle bir yola girmeye sevk eden belli sebepler var. Tabii, Türk devletini de bu yola girmeye sevk eden belli sebepler var.

Kürt Hareketi açısından bir iki temel şey söylenebilir. Birincisi -ve belki de en önemlisi- Rojava'daki ve kısmen de Bakur'daki kazanımları. Tabii Bakur'daki kazanımlar büyük oranda gasp edildi. Mesela belediyeler örneğinde, bir nevi de olsa özerk bir ortam oluşturulmuştu ama o belediyeler, teker teker kayyumlarla Kürt Hareketi’nden alındı.

Rojava'da ise günlük bombardımanlar, dronlarla özel olarak tespit edilmiş hedeflere yönelik suikastlar yapılması, Kürt hareketini doğal olarak ciddi oranda kaygılandıran meselelerdi. Rojava’daki ve kuzeydeki kazanımları elde tutmak için, bu sürece ikna oldu. İkinci bir sebep de gerilla mücadelesinin, aslında belli boyutlarıyla hem doğal hem de jeopolitik sınırlarına ulaşması oldu.

Jeopolitik sınırlardan kastım, özellikle 7 Ekim'in bütün dünyadaki silahlı mücadelelere gösterdiği bir şey vardı. O da şu: F-35'lere ya da son model, son teknoloji ürünü dronlara karşı kalaşnikoflarla yapabileceklerinin sınırları var.

Bu sınırları analizi, aslında Kürt Hareketi'ni böyle bir sürece dahil olmaya getirdi. Zaten doğal sınırları da vardı silahlı mücadelenin. Çünkü silahlı mücadeleyle elde edebileceğinden çok daha fazlasını, legal siyasi yöntemlerle elde etmek mümkün.

Örneğin, bu durum BASK örneğinde çok net bir biçimde ortaya çıktı. Ama tabii Türkiye, İspanya değil; PKK de ETA değil. Yani o farkların fazlasıyla farkında olarak söylüyorum. Bunlar, PKK açısından olanlar.

Türk devleti açısından da birinci sebep, yine 7 Ekim sonrası Ortadoğu'nun yeniden inşa süreci oldu. “Pax İsraeliana” diye bir kavram var. Ortadoğu'da İsrail barışı, yani ‘kolonyal bir barış’. İsrail'in ABD desteğiyle bölgede egemenliğini iyice oturtacağı şartlar altında, Türkiye de kendi rolünü ilerletmenin yollarını arıyordu.

Bunun da iki temel yöntemi var. Birincisi, Suriye'ydi. Ama Suriye'de sadece Colani, yani bu cihatçı hükümetle istediklerini elde etmesinin imkânı yoktu. Sebebi de çok basit; bir taraftan Suudi Arabistan başta olmak üzere birçok Körfez ülkesinin, Türkiye'nin Suriye'deki etkinliğini engelleme ve önüne geçme çabası vardı. Diğer taraftan ise Türkiye'nin parası yoktu. Bu nedenle, Suriye'de eğer gerçekten bir kontrol kurmak istiyorsa, Suriye'deki Kürtlerle -bu da doğal olarak Suriye Demokratik Meclisi oluyor- bir uzlaşma yöntemini bulması gerekiyordu.

İkinci mesele de İran. İran’a yönelik belli başlı tartışmalar 4-5 ay önce başlamıştı. Esad'ın Suriye'den kaçtığı günden itibaren, zaten İran'a dair birçok şey aşağı yukarı gözle görülür hale gelmişti. İran'ın bu kadar zayıfladığı şartlar altında, Türk devleti, İran'ı etkileme ya da İran'da oluşabilecek olası dönüşümleri bir biçimde Türkiye'nin lehine etkileme çabası içerisindeydi.

Sanırım iki-üç sene önce, İran, Güney Kürdistan içerisinde Komala kamplarını bombaladı, darmadağın etti o kampları. O gün, zaten toplumsal anlamda da ciddi zayıflamışlardı; siyasal anlamda da öyleydi.

PJAK ve belli başlı İslami yapılanmalar, İran'da, Rojhilat'ta daha fazla öne çıkan yapılar olmaya başladı. Türk devleti bunun da farkında. Çünkü İran'daki dönüşümü yapmak için sadece Azeri bağını kullanmak yetmez.

Azerilerin tamamı da Türkiye dostu değil; Caferi-Sünni ayrımından kaynaklı. Tek başına bu değil ama bu da sebeplerden biri. Türkiye'nin İran’daki etkisini arttırmanın yöntemlerinden bir diğeri de orada çok güçlü olan, hatta şu anda objektif olarak en güçlü hareket olan PJAK üzerinden bir şey yapmasıydı. Bunun da kapısını açacak kişi, yine Abdullah Öcalan.

Türk devleti, bütün bu jeopolitik süreçlerde kendisini sağlamda tutmalı. Bunun formülasyonunu da hem Öcalan hem Bahçeli ortaya koydu: Türklerin ve Kürtlerin tarihsel kardeşliği gibi bir forum. Bu durum, diğer taraftan iç cepheyi güçlendirme meselesi ve bugün içinden geçtiğimiz sürecin gelişmesini mümkün kıldı.

‘Terörsüz Türkiye’, ‘terör parantezini kapatmak’ ya da ‘devletin elinden terör argümanını almak.’ Bu, üç biçimde ifade edildi şimdiye kadar. ‘Devletin elinden terör argümanını almak’, daha çok Kürt Hareketi'nin ya da Türkiye'deki demokratların ve solcuların kullandığı bir söylem.

‘Terörsüz Türkiye’ ya da ‘terör parantezini kapatmak’ devletin daha çok kullandığı söylemler. Ama bu üç biçim de esasında iki pozisyona tekabül ediyor. Bu iki pozisyonun da temel derdi, öz itibarıyla PKK'nin silah bırakması ve kendisini Türkiye yasaları içerisinde legalize bir forma dönüştürmesi.

Böyle bir realiteden bahsediyoruz. Yalnız burada altının çizilmesi gereken mesele, iki tarafın da bu konuda mutabık olması. En azından Öcalan ve artık devleti kim temsil ediyorsa, iki taraf da bu konuda mutabıktır.”

‘İRAN 7 EKİM’LE BİRLİKTE SAVUNMA ALANLARINI KAYBETMEYE BAŞLADI’

İsrail’in İran’ı vurmasını da değerlendiren Jan Yasin Sunca, İran’ın uzun süredir kurguladığı, kendi sınırları dışındaki güçlerini 7 Ekim’le birlikte kaybetmeye başladığının altını çizdi:

“İran uzunca bir süredir, en az 1982'den beri, zaten kendi savunmasını kendi sınırları dışında kurgulayan bir devletti. Bunu da farklı biçimlerde yaptı. İran-Irak savaşı döneminde mesela, Irak'taki, güneydeki Kürtlerin bir kısmına destek verdi. İlerleyen zamanlarda ise aşamalı olarak Lübnan, Filistin ve Yemen içinde kendi güçlerini oluşturdu; daha doğrusu kendisiyle beraber çalışabilecek güçlere destek vermeye başladı.

Bu destek, doğal olarak İran'ın bölgesel anlamda ciddi bir koz elde etmesini sağladı. İran'a yönelik en ufak bir tehdit durumunda bile, İran bir biçimde belli yerlerde kendi desteklediği güçler vasıtasıyla bu tehditlerin önüne geçebiliyordu.

7 Ekim'den itibaren İran'ın bu hikayesi bir sonuca ulaştı. Çünkü ABD, İsrail ve Batı’nın aşağı yukarı üzerinde uzlaştığı bir süreçten bahsediyoruz: İran'ın bölgedeki gücünü geriletmek. Türkiye de buna zaten hazırdı. Çünkü Türkiye ile İran arasında tarihsel bir hegemonya yarışı var zaten. Bu durum, Türkiye'nin işine gelen bir şeydi bu doğal olarak.

7 Ekim'den itibaren, İran'ın kendi savunmasını ulusal sınırlarının dışında kurgulama hikayesi, aşamalı olarak sona erdi.

Bu da İran'ı bölgesel anlamda zayıflattı. Bir de içeride, 2000'lerin başında reformcular; 2010'lardan itibaren özellikle hayat pahalılığına ve rejimin otoriter yapısına karşı protestolar; 2020'lerde ise ‘Jin Jiyan Azadî’ hareketiyle beraber aslında ciddi oranda zayıflamış bir İran vardı.

Özellikle ‘Jin Jiyan Azadî’ hareketinde, yani Jîna Emînî eylemlerinde İran devleti çok büyük bir güç kullandı ve isyanı sadece belli boyutlarıyla bastırabildi. Ama diğer taraftan rejim şunun fazlasıyla farkındaydı: Sadece kaba güçle bunu kontrol altına alabilecek durumda değil.

O yüzden, Mesud Pezeşkiyan gibi yarı Kürt, yarı Azeri, reformcu ve çok daha liberal birinin aday olmasına izin verildi. Mesela belli başlı geri adımlar attılar; kendi söylemlerini değiştirmeden ama küçük küçük adımlar atarak içerideki muhalefeti yatıştırmaya çalışan bir yol izlediler.

Bu şartlar altında zaten İran'a yönelik bir askeri müdahale bekleniyordu. Bunu ABD mi yapacak, yoksa İsrail mi yapacak diye tartışılıyordu. O süreç boyunca biraz rölantide kalan bir meseleye dönüştü. Ama Donald Trump'ın seçilmesiyle beraber, Trump ile İsrail arasında şöyle bir anlaşma oldu diye düşünüyorum ben.

Örneğin, Netanyahu saldırıdan yanaydı çünkü Netanyahu'nun iktidarda kalmasını mümkün kılabilecek tek şey, savaşın daha çok cepheye yayılarak devamlılığıydı. Ama Trump da diğer taraftan, belli boyutlarıyla da olsa bir müzakere yapma peşindeydi.

Bence ABD, İsrail'e kısa süreli bir saldırı yapması için yeşil ışık yaktı. Donald Trump da İran'la yaptığı müzakerelerde kullanmak üzere bu yeşil ışığı yaktı. Zaten son bir haftadır ABD, Irak'ta belli başlı yerlerde kendi güçlerindeki personeli azalttı. Büyükelçiliklerindeki ya da temsilciliklerindeki temsilcileri azalttı, yani çalışma seviyesini minimuma indirdi.

Zaten, bir haftadır İran semalarında hava hareketleri de başlamıştı.”

ZAYIFLAMIŞ BİR İRAN İŞLERİNE GELİR

Jan Yain Sunca, her ne kadar saldırı olsa da İran’ın tamamen kaldırılmasının hedeflenmediğini de vurgulayarak şöyle devam etti:

“Öte yandan şunu da vurgulamak lazım; İran gibi bir devletin tamamıyla ortadan kalkması kimsenin işine gelebilecek bir şey değil. Çünkü oradan çıkacak devasa cehennemi kimse kontrol edemez. Örneğin sosyal medyada, ‘ABD İran'ı vurursa’ veya ‘İsrail İran'ı vurursa, Kürdistan özgürleşecek’ diye dillendirenler oluyor. Bu bir hayal öncelikle ve bedeli çok ağır olabilecek bir hayal. İran rejimini hiç küçümsememek gerekiyor.

Sadece rejim değil, bir devlet geleneği var İran'ın. Esad’ın yaptığı gibi 2012'de Halep'i ve Şam'ı korumak için Kuzey'den çekilmesi ve Kürt güçlerinin de orada devrim yapması gibi bir durumun İran'da görülmesi pek mümkün değil.

Bu olabilir, ‘imkansızdır’ demiyorum ama Suriye gibi olmayacak, onu da görmek gerekiyor.

Bir de İran’ın ne kadar güçsüzleştiğine dair ciddi olabilecek iki tane mesele gördüm. Bir tanesi, MOSSAD ajanlarının bir videosu yayınlandı; İran'ın içerisinden eylem yapıyorlar. Diğeri ise İran'ın askeri kadrolarının, genelkurmayının, komutanlarının neredeyse tamamını hedeflediler ve neredeyse tamamını öldürdüler. Yine bir komutan İran'ın içerisinde suikasta uğruyor.

Bu, İsrail'in aslında İran'ın içerisinde ne kadar güçlü olduğuna dair de bize çok çok açık bir fikir veriyor. Bunu çok iyi görmek gerekiyor. En nihayetinde İran'ın tamamıyla çökmesi kimsenin işine gelmez. Ama merkezi zayıflamış; kuzeyde Azerilerin, batıda Kürtlerin, güneybatıda Arapların, doğuda Belucilerin özerklikler kazandığı bir senaryoda bu, ‘Pax İsraeliana’ dediğim şeyin oluşmasını mümkün kılabilecek bir durum halini alır.

Çünkü İsrail'in verili şartlar altında bölgedeki tek gerçek rakibi İran. Türkiye'nin İsrail'e karşı söylediği, yaptığı her şey söylemden ibaret. Hatta bu söylemler, ikisinin de işine geliyor. Türkiye ile İsrail arasında bu anlamda derinlemesine bir çelişki yok.”

‘KÖH’ÜN BU SÜRECİ TOPLUMSALLAŞTIRMASI LAZIM’

Yaşanan bu durumu, Kürtlerin yaşadığı dört bölge açısından da değerlendiren Jan Yasin Sunca, şunları söyledi:

“İsrail'in güçlenmesi, Suriye'de Türkiye'nin belli boyutlarıyla sınırlanması anlamına geliyor. Evet, İsrail ile Türkiye'nin birbirleriyle ontolojik olarak bir çelişkileri yok ama söylemsel bir çelişki içerisindeler ve bu söylemsel çelişkinin maddi temeli büyük oranda ‘Suriye'de kim aslan payını kapacak’ meselesi.

Suriye'nin, Gazeteci Fehim Taştekin’in söylemiyle, yıkılıp yok olmasına dair kimsenin bir problemi yok ama kim aslan payını kapacak; biraz orasıyla alakalı bir durum var. İsrail'in bu kadar güçleniyor olması, Kuzey ve Doğu Suriye bölgesinin diplomatik manevralarını arttıran bir şey.

Bunu söylerken şu parantezin özellikle altına çiziyorum: Bütün bunların hepsinin kaynağında bir soykırım var, onu hiç unutmamak gerekiyor. Gözümüzün önünde Gazze'de bir soykırım yaşanıyor. Bu soykırım, İsrail’in daha da güçlenmesine yol açtı. Bunun altını önemle çiziyorum.

İkinci bir şey, Güney Kürdistan'da özellikle YNK'nin zayıflamasına yol açabilecek politik hegemonya anlamında bir durum olabilir. Çünkü YNK'nin İran'la çok doğrudan bağlantıları var. Son olarak, elbette somut veriye dayanmıyor bu yorumum ama Kuzey Kürdistan'daki bu görüşmeler, yani Türk Devleti ile Öcalan arasındaki diyalog zaten bugüne hazırlıktı. Şu an içinden geçtiğimiz duruma bir hazırlıktı. Ve bu hazırlık da bize, üstüne konuşulabilecek çok fazla veri veriyor.

Şu anda Türk devleti bunun doğrudan bir parçası mıdır, değil midir bilmiyorum ama bu durumdan bence mutlu. Bunu spekülatif olarak söylüyorum, dediğim gibi. Çünkü İran’ın durumu ‘Pax İsraeliana’, yani bölgesel düzeninin inşasında bir etap oluşturacak. Ve bu düzenin içerisinde Türkiye’nin de aldığı belli başlı bir rol var diye düşünüyorum.

En nihayetinde şunu söyleyeyim: Savaştan kimseye hayır gelmez. Ama bu karmaşanın içerisinde Kürt Hareketi’nin yapabileceği temel bir şey var. O da kendisini demokratikleştirip, gerçek anlamda bu süreci toplumsallaştırmasının gerekliliği.

Toplumsallaştırmaktan kastım da şu: Kamuoyunun, toplumun harıl harıl bu süreci tartışması gerekiyor. Ciddi anlamda toplumla bunların tartışılması ve bunun belli bir seviyeye getirilmesi gerekiyor. Kürt halkının politikleşme düzeyi bundan aşağısını kaldırmaz.

Kürt özgürlük mücadelesinin bir yere varılması isteniyorsa da Kürt halkının, en azından Rojhilat, Bakur ve Rojava'da geliştirdiği, elde ettiği politikleşme düzeyini göz önünde tutması gerekiyor.”