Dağlık coğrafyada örgütlenen siyaset: Kürtlerin özerklik hafızası - II-

Yerel özyönetim, ortak üretim ve kadın etkinliğine dayalı ademi merkeziyetçi yapılarıyla dikkat çeken bu beylikler, dağ halklarının tarihsel özerkliğine ve günümüz demokratik konfederalizm tartışmalarına da somut bir zemin sunmaktadır.

İRAN TARİHİNDE KÜRTLER

İran’ın batısında, özellikle Zagros Dağları ve çevresi, tarih boyunca merkezi otoritelerin ulaşmakta zorlandığı; bu nedenle öz yönetim pratiklerinin ve halkçı örgütlenme biçimlerinin daha uzun süre hayatta kaldığı bir bölge olarak dikkat çeker. Bu dağlık alanlar hem jeopolitik hem de sosyolojik olarak halkların siyasal öznelliğini koruyabildiği ender zeminlerden biridir.

Kürt toplulukları, bu koşullarda tarih boyunca farklı derecelerde özerkliğe sahip beylikler ve yerel yönetim yapıları kurabilmiştir. 9’uncu yüzyıldan itibaren İran’ın batısında kurulan Kürt beylikleri, yalnızca askeri varlıklarıyla değil; toplumsal düzenleme biçimleriyle, dil ve inanç özgürlükleriyle de dikkat çeker.

Başlıca beylikler arasında şunlar yer alır:

Hasanweyhiler (959–1015): Loristan, Kirmanşa ve Hemedan çevresinde kurulmuştur. Kurucusu Hasanweyh b. Hüseyin, Abbasiler ve Büveyhilerle değişken ittifaklar kurarak yerel özerkliğini sürdürmüştür.

Annaziler (990–1117): Hulvan ve Diyale bölgesinde etkin olan bu beylik, özellikle Güney Kürdistan ile İran sınır hattında ticari ve askerî açıdan önemli bir rol oynamıştır.

Şeddadiler (951–1199): Azerbaycan ve Arran bölgesinde kurulan bu Kürt hanedanı hem İslami hem yerel unsurları harmanlayan özgün bir yönetim modeli geliştirmiştir.

Revvadiler (10. yy): Tebriz merkezli olarak örgütlenen bu Kürt hanedanı, yerel halkların temsilini sağlayan bir meclis geleneği kurmuş ve Farsçayı resmi dil benimseyerek kültürel çoğulculuğu desteklemiştir.

Bu beylikler, büyük ölçüde feodal nitelikler taşısalar da merkezi devlet modelinden oldukça farklı bir siyasi esneklik göstermişlerdir. Yerel meclisler, aşiret liderlerinin katılımıyla kararlar almış; vergi sistemi büyük oranda halkla uzlaşma temelinde şekillendirilmiştir. Kadınların kimi zaman siyasal aktör olarak öne çıkabildiği de bu dönemin dikkat çeken ögelerindendir.

Kürt beylikleri, Abbasi Halifeliği ile genellikle simgesel bir bağlılık ilişkisi kurarak kendi özerkliklerini korumuşlardır. Bu taktik hem doğrudan işgali önlemeye hem de yerel yönetimin halk tarafından meşru kabulünü sağlamaya yönelikti. Halifelik tarafından çoğu zaman askeri destek karşılığında tanınan bu özerklik, aynı zamanda toplumsal üretim ve kültürel varoluşun sürdürülebilirliği açısından önemli bir güvenlik zırhı oluşturmuştur.

Bu beylikler, zaman zaman Büveyhiler, Gazneliler ve Selçuklular gibi daha büyük güçlerle ittifaklar geliştirerek siyasal manevra kabiliyeti sergilemiş; zaman zaman ise bu güçlere karşı, dağlık coğrafyanın sağladığı savunma imkanlarıyla açık direnişe geçmişlerdir. Bu siyasal esneklik, merkezi tahakküm karşısında yerel halkın kendi siyasal kurumlarını koruma kapasitesini de göstermektedir.

Önder Apo, Kürt beyliklerini klasik anlamda bir ulus-devlet öncülü olarak değil; toplumun komünal örgütlenme yeteneğini canlı tutan tarihsel ara katmanlar olarak tanımlar. Ona göre bu beylikler, merkezi devletleşme süreçlerine tümüyle entegre olmamış; aksine yerel özyönetim, ortak üretim, toplumsal dayanışma ve kadın etkenliğinin izlerini taşıyan âdem-i merkeziyetçi siyasal organizasyon örnekleridir. Dağ halklarının bu tarihsel özerkliği, bugün demokratik konfederalizm ya da yerel özyönetim tartışmalarında somut referanslar sunmaktadır.

Kürt beylikleri, tarihsel hafızada çoğu zaman “küçük”, “dağınık” ya da “önemsiz” olarak kodlansa da toplumsal yaşamın direngenliğini ve halk iradesinin sürekliliğini gösteren kritik siyasal örneklerdir. Onlar hem merkezi despotizme karşı bir alternatifin mümkünlüğünü hem de halkların tarih boyunca yalnızca egemenlik nesnesi değil, tarih kurucu özne olabildiklerini kanıtlamaktadır.

MERKEZİYETİN ÇÖKÜŞÜNDEN YEREL EGEMENLİĞE

9’uncu ve 11’inci yüzyıllar arası İran tarihinde hem siyasal hem kültürel olarak merkezi Halifelik anlayışının çözüldüğü; yerine yerel, halk temelli ve çok katmanlı yönetim biçimlerinin geçtiği bir dönemdir. Saffarilerin askeri-halkçı önderliği, Samanilerin kültürel restorasyonu, Büveyhilerin siyasal devrimciliği ve Kürt beyliklerinin özerk yapısı, bu dönüşümün farklı biçimleridir.

Bu dönem, Önder Apo’nun tarih analizinde, halkların kendi siyasal örgütlülüklerini yeniden inşa ettikleri, tarihten silinmiş özneliğin yeniden doğduğu ve kültürel belleğin yeniden örgütlendiği bir eşik olarak değerlendirilir.

Selçuklu Dönemi (1040–1194):

Selçuklu Türkleri 1040’ta Dandanakan Savaşı ile Gaznelileri mağlup ettikten sonra Horasan ve İran içlerine doğru hızla ilerlemişlerdir. 1055’te Bağdat’a girerek Abbasi halifesi tarafından resmen tanınmış, böylece Sünni İslam dünyasının askeri koruyucusu pozisyonuna yerleşmişlerdir. Ancak bu durum, İran’da bir Arap egemenliğinin sona ermesi anlamına gelmez; bilakis, Arap-Sünni ideolojisinin Türkleşmiş bir biçimde yeniden kurumsallaştırılması olarak okunmalıdır.

Selçuklu yönetimi, Fars bürokratları ve ulema sınıfı aracılığıyla sistematik bir idari yapı kurmuş; ancak bu yapı halk katmanlarında geniş bir yoksullaşma ve baskı yaratmıştır. Aynı dönemde halk içinde gelişen tasavvufi yapılar -Kalenderiler ve Haydari dervişleri- siyasal tahakküme karşı alternatif dayanışma ağları oluşturmuştur. Bu yapıların büyük çoğunluğu, Kürt, Türkmen ve Horasan köylülerinin desteklediği alt sınıf hareketleriyle iç içe gelişmiştir.

Önder Apo, bu dönemi "yerli halklar ve dağ topluluklarının, yeniden kurumsallaşan merkezi şiddet karşısında inanç, dil ve topluluk aidiyeti zemininde alternatif savunma alanları geliştirdiği bir dönem" olarak değerlendirir.

MOĞOL VE TİMUR İSTİLALARI (1220–1405): YIKIMIN SOSYOLOJİSİ VE HAFIZANIN PARAMPARÇA EDİLİŞİ

İran, 13’üncü yüzyılda büyük bir yıkım sürecine sahne olur. Cengiz Han’ın torunu Hülagû Han, 1258’de Bağdat’ı yakıp Halifeliği resmen sona erdirir. Aynı anda İran şehirleri -Reyy, Neyşabur, Tûs, Hemedan- Moğol orduları tarafından yağmalanır. Bu süreçte milyonlarca insan hayatını kaybederken, İran’ın idari, kültürel ve ekonomik yapısı çöker.

Timur’un 14’üncü yüzyıldaki istilaları, Moğol yıkımının ardından kalan her şeyi daha da parçalar. Timur’un orduları özellikle Kürt bölgelerinde, Şii ve Alevi yerleşimlerde büyük katliamlar yapar. Bu dönemde halklar yeniden dağlara, tarikatlara, mezralara çekilerek hayatta kalma stratejileri geliştirir.

Önder Apo’ya göre bu dönem, halkların yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda zihinsel ve tarihsel hafızalarının parçalandığı; devletin ise yalnızca bir şiddet organizasyonuna indirgendiği bir evredir. Ancak bu parçalanma içinde, ezoterik geleneklerin ve kadın merkezli hafızaların hayatta kalmayı sürdürmesi, toplumsal direncin gizil gücünü taşır.

Safevi Dönemi (1501–1736):

1501 yılında Şah İsmail Safevi'nin Tebriz’de tahta çıkmasıyla birlikte İran’da ilk kez Şii mezhebi, devletin resmi inancı haline getirilmiştir. Bu gelişme, yalnızca bir dini değişim değil, aynı zamanda Osmanlı-Safevi rekabeti üzerinden şekillenen mezhepsel ve etnik temelli bir siyasal kutuplaşmanın başlangıcıdır. Safeviler, Türkmen ve Kürt aşiretlerinden destek alarak iktidara gelse de iktidarın merkezileşmesiyle birlikte bu halklar bastırılmıştır.

Safevi döneminde Sünni halklar sistematik olarak dışlanmış; Kızılbaşlar, devletin denetiminde kontrollü bir halk gücü olarak örgütlenmiş; Kürt bölgeleri ise bazen Osmanlı bazen Safevi yönetimi altında sınır hattında kırılganlaştırılmıştır.

Önder Apo, bu süreci “siyasal mezhepçiliğin halklara karşı kullanılmasının ilk sistematik örneği” olarak tanımlar. Safevi-Sünni karşıtlığı, halklar arası tarihsel ittifak zemininin yerini, devletler adına yürütülen kimlik savaşlarına bırakmıştır. Bu kırılma, yalnızca siyasal aidiyeti değil; inanç, dil, etnik kimlik ve tarih bilincini de parçalayan bir süreci tetiklemiştir.

KASR-I ŞİRİN ANTLAŞMASI (1639) VE KÜRDİSTAN’IN İKİYE BÖLÜNMESİ

Safeviler ile Osmanlılar arasında yaklaşık bir asır boyunca devam eden mezhepsel, siyasal ve sınır çatışmaları, nihayetinde 17’nci yüzyılda Kasr-ı Şirin Antlaşması (1639) ile sonuçlanmıştır. Bu antlaşma, yalnızca Osmanlı-Safevi sınırlarını belirlemekle kalmamış, aynı zamanda tarihsel, kültürel ve toplumsal bütünlük arz eden Kürdistan coğrafyasını iki ayrı imparatorluk arasında bölen ilk resmi uluslararası belge olmuştur.

Safeviler, Osmanlılarla yaptığı uzun süren savaşlarda -özellikle 1514 Çaldıran Savaşı ve 1623–1639 arası seferler- Kürt bölgelerini bir tampon bölge olarak kullanmıştır. Kürt beylikleri bu süreçte iki büyük gücün arasında sıkışmış; bir kısmı Osmanlı’ya, bir kısmı ise Safevilere bağlı kalarak özerkliklerini korumaya çalışmıştır. Bu denge siyaseti, Kürtlerin kendi siyasi bütünlüğünü kurmasının önünde ikili tahakküm stratejilerinin şekillenmesine zemin hazırlamıştır.

Antlaşma ile Zagros Dağları hattı, iki imparatorluk arasında fiili sınır haline getirilmiş; Kürdistan’ın batı kısmı Osmanlı idaresine, doğu kısmı ise Safevi İran’ına bağlanmıştır. Bu sınır çizgisi ne etnik ne dilsel ne de inançsal ölçütlerle şekillendirilmiş; tamamen askeri ve stratejik dengeler gözetilerek çizilmiştir. Bu durum, Kürt halkı için sadece siyasal bir bölünmüşlük değil, aynı zamanda kolektif kimliğin parçalanması, tarihsel belleğin yarılması ve ortak dayanışma zeminlerinin zayıflaması anlamına gelmiştir.

Önder Apo’ya göre Kasr-ı Şirin Antlaşması, Kürt halkının tarihsel öznelliğine karşı yürütülen böl-parçala-yönet stratejisinin resmi kurumsallaşmasıdır. Bu antlaşmayla başlayan Kürdistan’ın parçalanması süreci, ilerleyen yüzyıllarda da ulus-devlet sınırlarının şekillenmesinde belirleyici rol oynamış ve Kürt sorununun uluslararası nitelik kazanmasının temel dinamiğini oluşturmuştur.Kasr-ı Şirin, yalnızca bir sınır değil, tarihsel bir kader çizgisi olmuştur. Bu sınır, 19’uncu ve 20’nci yüzyılda İngilizler, Ruslar ve Fransızlar tarafından kurulan yeni ulus-devlet projelerinde örnek alınmış; Kürtlerin bir daha asla siyasal bir bütünlük içinde örgütlenememesinin zeminini oluşturmuştur.

Bu nedenle Önder Apo, bu bölünmüşlüğü sadece tarihsel değil, ontolojik bir yarılma olarak ele alır. Kürt halkının parçalanmışlığı, yalnızca coğrafi değil; aynı zamanda kültürel, siyasal ve psikolojik bir parçalanmadır. Bu parçalanmanın aşılması da ancak konfederal örgütlenme biçimleri, yerel özyönetimler ve halklar arası dayanışma temelinde mümkün olabilir.

18. YÜZYILDAN 20. YÜZYILA İRAN: YENİDEN MERKEZİLEŞME

Afşar Hanedanı (1736–1796): Nadir Şah ve Şiddet Merkezli Restorasyon

Safevi devletinin çözülmesiyle birlikte İran’da kısa süreli bir siyasal kaos yaşanmıştır. Bu boşluğu, Türkmen kökenli bir general olan Nadir Şah doldurmuş ve 1736’da kendisini şah ilan ederek Afşar Hanedanı’nı kurmuştur. Nadir Şah, İran tarihinin en militarist liderlerinden biri olarak anılır. Onun yönetimi, içeride merkezi otoriteyi yeniden tesis etme, dışarıda ise Hindistan’dan Kafkasya’ya kadar uzanan seferlerle İran’ı yeniden büyük bir güç haline getirme projesine dayanmıştır.

Ancak bu genişleme siyaseti, içeride yerel halklara yönelik yoğun bir askeri tahakküm ve şiddeti de beraberinde getirmiştir. Kürt bölgeleri bu dönemde çifte baskı altında kalmış; hem Osmanlı sınır hattını korumak zorunda bırakılmış hem de merkezi idareye mutlak itaate zorlanmıştır. Bu süreçte birçok Kürt lideri idam edilmiş veya sürgüne gönderilmiştir. Nadir Şah’ın ölümünden (1747) sonra Afşar Hanedanı’nın hızla çöküşü, İran’ı yeniden parçalı bir siyasi yapıya geri dönmüştür.

Zend Hanedanı (1751–1794):

Afşar Hanedanı’nın ardından İran’da kurulan kısa ömürlü Zend Hanedanı, Lur kökenli Kerim Han Zend önderliğinde şekillenmiştir. Kerim Han, merkezi bir hükümdarlık yerine “halkın vekili” unvanını kullanarak daha esnek ve yerel hassasiyetlere duyarlı bir yönetim geliştirmiştir. Bu dönem, özellikle Fars ve Kürt şehirlerinde vergi adaletinin sağlanması, ticaretin canlanması ve kültürel hoşgörünün yaygınlaşması gibi gelişmelerle öne çıkar.

Zend Aşireti, birçok kaynağa göre Luristan ve çevresinde yaşayan Kürt toplulukları içinde yer alan bir oymaktır. Bazı Osmanlı arşiv kayıtlarında da Zendler Kürt olarak tanımlanır.

Ayrıca Kerim Han’ın halkla kurduğu ilişki, aşiretler arası meclis yapısı, ağır merkeziyetçilikten uzak tutumu, Kürt siyasi geleneğiyle örtüşen birçok unsur içerir. Halkı merkeze alan yönetim tarzı, vergileri hafifletmesi, saray inşa etmeyi reddetmesi, halktan biri olarak kalmayı tercih etmesi, onu ahlaki-politik topluma daha yakın kılar.

Kürt bölgeleri bu süreçte büyük oranda iç karışıklıklardan uzak kalmış; özerk aşiret yapıları merkezi yönetimle çatışmadan varlıklarını sürdürebilmiştir. Ancak bu barışçıl dönem oldukça kısa sürmüş ve Zendler, Kaçar Hanedanı’nın yükselişiyle birlikte tasfiye edilmiştir.

Kaçar Hanedanı (1796–1925):

Kaçarlar, 1796’da Ağa Muhammed Han Kaçar’ın tahta çıkmasıyla İran’da mutlak bir merkezi monarşi kurmuşlardır. Bu hanedan, Safevilerin dini meşruiyet modelini devam ettirirken, aynı zamanda Avrupa’daki gelişmelere ayak uydurma bahanesiyle modern bürokratik aygıtları, nüfus kayıt sistemini, zorunlu askerliği ve vergi denetimini geliştirmiştir. Ancak bu reformlar, çoğu zaman halkın talepleriyle değil, merkezi tahakkümün güçlenmesiyle sonuçlanmıştır.

Kürt bölgeleri bu dönemde sistematik biçimde Osmanlı sınırına yakın oldukları gerekçesiyle askerileştirilmiş, aşiret önderleri sürekli değiştirilmiş, isyan eden beylikler (örneğin, Babanlar) bastırılmış, Kürt dili, kültürü ve eğitimi resmi olarak tanınmamış, Erdelan, Mukriyan, Şikak gibi özerk yapılar tasfiye edilmiştir.

Kürtlerde Siyasal Tepkiler:

Bu süreçte Kürt halkı, özellikle Şikak Aşireti önderi Sımko Ağa, Baban Beyliği, Soran ve Botan gibi yapılar üzerinden hem İran'a hem Osmanlı'ya karşı özerklik arayışı sürdürmüştür. Ancak bu isyanlar genellikle yerel, parçalı ve dış destekten yoksun olduğu için uzun vadeli başarı sağlayamamıştır.

Önder Apo’ya göre bu dönem, İran devlet geleneğinde “halkı yönetme değil, bastırma sanatı”nın yeniden kurumsallaştığı bir çağdır. Afşar ve Kaçar hanedanları, Batı’ya karşı askeri reformlarla görünüşte modernleşmiş ama içerideki yerel halklara karşı uyguladıkları siyaset, Orta çağ merkeziyetçiliğinin modern biçimi olmuştur.

Kürtler bu dönemde hem siyasal parçalanmışlık hem de kültürel bastırılmıştık içinde, ancak tarikatlar, aşiret dayanışması ve sözlü tarih yoluyla kimliklerini yaşatabilmişlerdir. Önder Apo, bu direnişi “dağın hafızası” olarak tanımlar; yani merkeze boyun eğmeyen, ama devletleşemediği için sürekli kırılgan kalan bir siyasal öznellik biçimi.

Afşar, Zend ve Kaçar hanedanlıkları döneminde İran’da görülen en belirgin olgu, merkezi tahakkümün daha teknik, daha bürokratik ama bir o kadar da sertleşmiş biçimde yeniden inşasıdır. Bu dönem aynı zamanda, halkların siyasal temsil imkanlarının neredeyse tamamen ortadan kalktığı, kimliklerin ancak yeraltı biçimleriyle sürdürülebildiği bir süreçtir.

Kürdistan ise bu süreçte hem İran hem Osmanlı tarafından adım adım parçalanan, coğrafi ve zihinsel olarak bölgesel siyasetin tampon bölgesine dönüştürülen bir alana dönüşmüştür. 20’nci yüzyılda bu zeminin üzerine kurulacak milliyetçi projeler, bölgedeki halklar için çok daha sert bir bastırma sürecinin habercisidir.

PEHLEVİ DÖNEMİNDE MODERN DEVLETİN KURULUŞU VE KÜRT KİMLİĞİNİN BASTIRILMASI (1925–1979)

1. Rıza Şah Dönemi (1925–1941):

Rıza Han, Kaçarlar döneminin çöküşünden sonra ordu desteğiyle yönetime el koymuş ve 1925’te kendisini şah ilan ederek Pehlevi Hanedanı’nı kurmuştur. Yeni rejimin temel amacı, Avrupa’daki örneklere benzer bir biçimde tek dil, tek kimlik, tek merkez esasına dayalı bir modern ulus-devlet kurmaktır.

Bu proje özellikle üç eksende yürütülmüştür: Yerel yönetimlerin tamamı tasfiye edilmiş, aşiretler dağıtılmış, yerel özerklikler ortadan kaldırılmıştır. Eğitim, medya, ordu ve hukuk sistemleri yalnızca Farsça üzerinden yapılandırılmış; Kürtçe, Azerice, Belucca gibi diller kamusal alanda yasaklanmıştır. Kürt bölgeleri doğrudan ordu tarafından denetlenmiş; tüm doğu İran bir tür iç cephe hattı gibi konumlandırılmıştır.

Bu süreçte Erdelan, Şikak, Mukriyan gibi bölgelerde çok sayıda isyan çıkmıştır. İsmail Ağa Şikakî (Simko Ağa), 1920’lerde kısa ömürlü bir otonom yapı kurmaya çalışmış, ancak İran ordusu tarafından bastırılmıştır. Simko’nun öldürülmesi, Kürtlerin İran’da ulusal bir siyasal öznellik kurma arayışının ilk büyük kırılmasıdır.

2. Muhammed Rıza Şah Dönemi (1941–1979):

Rıza Şah’ın İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz ve Sovyet baskısıyla tahttan indirilmesinin ardından yerine geçen oğlu Muhammed Rıza Şah, Batı yanlısı modernleşme programını sürdürmüş; ancak bunun toplumsal tabanı giderek zayıflamıştır. Bu dönemde İran, özellikle ABD ve İngiltere'nin bölgesel çıkarlarına entegre olmuş; petrol gelirleriyle palazlanan ama halk desteğinden yoksun bir rejim haline gelmiştir.

Bu dönemin en önemli gelişmesi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyet işgali altındaki bölgede, Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin kurulmasıdır. 22 Ocak 1946’da ilan edilen bu kısa ömürlü yapı, Kürtçe eğitimi ve yayını yasal hale getirmiş, Kürt Milli Birliği’ni inşa etmeye çalışmış, kadınların kamusal hayata katılımını teşvik etmiş ve Qazi Mihemed liderliğinde merkezi bir Kürt siyasi temsilini hayata geçirmiştir.

Ancak Sovyetlerin geri çekilmesiyle İran ordusu bölgeye girmiş, Mahabad Cumhuriyeti bir yıl içinde yıkılmış, Qazî Mihemed ve çok sayıda yönetici idam edilmiştir. Bu olay, İran’daki Kürtler için yalnızca bir yenilgi değil, aynı zamanda uluslararası sistemin halk öznelliğine bakışının açık bir ifadesi olarak yorumlanmalıdır.

Önder Apo, Mahabad’ı “dış destekle kurulmuş, ama iç toplumsallıkta derinleşememiş bir halk devleti girişimi” olarak değerlendirir.

Pehlevi rejimi, kendisini antik Pers İmparatorlukları’nın modern temsilcisi olarak kurgulamış; Zerdüşti referansları, Persepolis mitolojisi ve Ari ırkı teorileri üzerinden bir milliyetçilik inşa etmiştir. Bu ideoloji, Fars olmayan tüm kimlikleri potansiyel tehdit olarak kodlamış; özellikle Kürtler, Beluclar ve Araplar üzerinde sürekli bir asimilasyon ve militarizasyon siyaseti yürütülmüştür.

Devletin resmi söylemi “İranlılık”ı etnik Fars kimliğiyle özdeşleştirmiş; İranlı Kürtler “dağlı”, “kabileci”, “geri kalmış” gibi kavramlarla kriminalize edilmiştir. Önder Apo, bu tür ulus-devlet ideolojilerini “mekanik kimlik üretimi”, yani halkları hafızasızlaştırarak merkezileştirme projesi olarak tanımlar.

Bu dönemde, Simko sonrası Kürt hareketi yeraltına çekilmiş; özellikle tarikatlar, aşiretler ve geleneksel kanaat önderleri etrafında gizli siyasi-toplumsal örgütlenmeler oluşmuştur. 1950'lerde ve 60'larda ortaya çıkan Kürt gençlik hareketleri, Mahabad’ın travmatik hatırası üzerinden kültürel koruma, örgütlü dayanışma ve dil savunusu eksenli mücadeleler yürütmüştür.

Ayrıca sınır bölgelerindeki Kürtler, zaman zaman Irak’taki Kürt hareketiyle ilişki kurmuş; Molla Mustafa Barzani’nin etkisi İran Kürdistanı’nda da yankı bulmuştur. Ancak bu ilişkiler çoğunlukla güvenlikçi politikalarla bastırılmış, İran devleti sınır hattını kalıcı bir iç savaş coğrafyasına dönüştürmüştür.

Pehlevi dönemi, İran’daki modern otoriter devletin kurulması, Kürt kimliğinin resmen inkâr edilmesi ve ulusal kültürün yalnızca Fars eksenine dayandırılması açısından tarihsel olarak belirleyicidir. Kürt halkı, bu süreçte hem fiziksel hem siyasal hem de kültürel olarak sürekli parçalanma ve bastırılma tehdidiyle karşı karşıya kalmıştır.

Önder Apo’ya göre bu dönem, “halkların tarih dışına itilmesi” sürecinin kurumsallaştığı, modern devlet aygıtlarının görünürde laik ama özünde etnik ve mezhepçi bir siyasal tahayyüle göre yapılandırıldığı bir evredir.

Kaynakça:

Abdullah Öcalan: Demokratik Uygarlık Manifestosu (I-V), Bir Halkı Savunmak

Heredot: Tarihler (Histories)

Richart N. Frye: The Heritage of Persia

Touraj Daryaee: Sassanian Persia: The Rise and Fall of an Empire

Mehrdad Izady: The Kurds: A Concise Handbook

Abbas Vali: Kurds and the State in Iran

Martin van Bruinessen: Agha, Shaikh and State

Nikki R. Keddie: Modern Iran: Roots and Results of Revolution

Patricia Crone: God’s Rule

Said Amir Arjomand: The Shadow of God and the Hiddin Imam

Encyclopaedia Iranica (online)