Lozan Antlaşması ve Kürt soykırımı

Bir yandan TC Devleti’nin kuruluş zeminini hazırlayan söz konusu antlaşma, diğer taraftan da Kürtlerin inkârını içerdiği için Kürt soykırım sürecini başlatıyor.

İsviçre’nin Lozan kentinde 24 Temmuz 1923 tarihinde İngiltere, Fransa ve Türkiye arasında imzalanan Antlaşma’nın yüzüncü yıldönümünü yaşıyoruz. Bu Antlaşma ile Ankara’da kurulan TBMM yönetimi Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleri tarafından resmen kabul ediliyor. Zaten üç ay sonra da Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluyor. Bir yandan TC Devleti’nin kuruluş zeminini hazırlayan söz konusu antlaşma, diğer taraftan da Kürtlerin inkârını içerdiği için Kürt soykırım sürecini başlatıyor.

Kuşkusuz Lozan Antlaşması bir anda damdan düşer gibi ortaya çıkmıyor. Onu doğuran çok önemli bir siyasi ve askeri mücadele süreci var. En başta Birinci Dünya Savaşı var ve savaşta yenilen Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere ve Fransa ile Mondros Mütarekesi’ni imzalayıp yenilgiyi kabul ediyor. Ardından İmparatorluk topraklarını onlarca parçaya bölen Sevr Antlaşması’nı imzalıyor. Buna karşı Amasya Tamimi, Sivas ve Erzurum Kongreleri ile direniş başlatan M. Kemal öncülüğündeki hareket, 23 Nisan 1920’de Ankara’da Millet Meclisi’ni kuruyor. Kemalist Hareket’in işgal güçlerine karşı direnişte temel iki dayanağı var: Birisi Kâzım Karabekir komutasındaki Osmanlı ordusu, diğeri ise yerel direnişte etkili olan Kürtlerin desteği.

Bunun için, baştan itibaren M. Kemal Kürtlerin desteğini almaya çok önem veriyor. Amasya’dan itibaren Ankara Meclisi’ne kadar giden süreçte söz konusu harekete Kürtler kendi kimlikleriyle çok aktif olarak katılıyorlar. Misak-ı Milli, ‘Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı topraklar’ olarak tanımlanıyor. Ankara’daki mecliste Kurdistan milletvekilleri Kürt kimlikleriyle ve etkili bir güç olarak yer alıyor. Meclis’in 1921 yılında yaptığı ilk anayasada ‘Kürtlere muhtariyet verileceği’ kabul ediliyor. M. Kemal, İzmir’de yaptığı bir konuşmada ‘Kürtlere muhtariyet verileceğinden’ açıkça söz ediyor. Lozan görüşmelerine giden Ankara Heyeti, kendisini ‘Türklerin ve Kürtlerin ortak heyeti’ olarak tanımlıyor.

Kuşkusuz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanıyor. Fakat imza aşamasına kadar uzun bir müzakere süreci yaşanıyor. Elbette taraflar arasında müzakere edilen birçok konu var. Bu konuların en önemlilerinden biri de Kürtlerin durumu oluyor. Şerif Paşa gibi bazı Kürtler söz konusu müzakere ortamına ‘Kürtlerin haklarını içeren raporlar’ sunuyorlar. Taraflar, birbirleriyle çeşitli konularda anlaşırlarken Kürtlerin durumunu pazarlık konusu yapıyorlar. Sonuçta kendisinin de Kürt olduğunu iddia eden İsmet Paşa öncülüğündeki Ankara Heyeti, kendilerinin ‘Türkleri ve Kürtleri temsil ettiklerini’ belirterek, Lozan Antlaşması’nda Kürt halk varlığının ve statüsünün yer almasını engellemeyi başarıyor.

Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran antlaşmada Kürtler yok sayılmış, Kürtlerin varlığı ve siyasi statüsü inkâr edilmiş oluyor. Böyle bir siyasi sonucu elde eden Ankara Yönetimi, sonraki süreçte de bunu pratikleştiren, yani yok sayılan Kürtleri her yöntemle yok etmeyi içeren bir uygulama geliştiriyor. Böylece Kürtler üzerinde bilinçli ve planlı bir soykırım saldırısı süreci başlıyor. 29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti tamamen bu zihniyet ve siyaset üzerine kuruluyor. 1924’te yapılan ikinci anayasa ile bu durum anayasal hüküm haline getirilerek, 1921’de hazırlanan birinci anayasanın Kürtlere ilişkin bölümleri tümden ortadan kaldırılıyor.

İngiltere, Fransa ve Türkiye heyetleri tarafından hazırlanan Lozan Antlaşması, daha sonraki süreçte diğer devletler tarafından da imzalanıyor. Bilgilerim yanlış değilse, Lozan Antlaşmasını en son imzalayan devlet ABD oluyor. ABD’nin söz konusu antlaşmayı 1927 yılında imzaladığı biliniyor. Bunda Wilson Prensipleri’ne açıkça karşı olan ‘Kürtlerin inkârı ve soykırımı’ bir neden oluyor mu, elbette bilemiyoruz. Bugün Kurdistan’ın Başur ve Rojava parçaları kapsamında yaşanan kısmi ABD-TC anlaşmazlığı kaynağını oradan mı alıyor, elbette bunu da tam bilemiyoruz.

Fakat bildiğimiz gerçekler şöyle: Ekim 1917 sosyalist devrimi üzerinde kurulan Sovyetler Birliği, Lenin’in “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’ ilkesini Kürt ulusunun özgürlüğü konusunda uygulamayarak, Kürtlere karşı TC Devleti’ni destekliyor. Yine Lozan Antlaşması’nı imzalayan tüm devletler de ve onların birliği olarak BM de Kürt halkı üzerindeki inkârı ve soykırımı kabul etmiş oluyor. Böylece yüz yıllık soykırım uygulamasına da ortak olmuş oluyorlar.

Kuşkusuz antlaşmanın bütünü için burada bir şey belirtecek durumda değiliz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti niye kuruldu diye bir tartışma gündemimizde yok. Fakat Kürt halk varlığını ve dolayısıyla siyasi demokratik haklarını yok sayarak yok etmeyi öngören bu antlaşmanın yüzüncü yıldönümü yaşanırken, acaba ilgili tüm güçler bu durumu ve kendi sorumluluklarını yeniden gözden geçirmeyecekler mi? Bu soruyu sormadan da kendimizi alı koyamıyoruz.

Öncelikle İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Lozan Antlaşması’nı imzalayan tüm devletler, Antlaşma’nın yüzüncü yıldönümü yaşanırken, söz konusu Kürt soykırımındaki kendi paylarını görüp de yeni bir değerlendirme yapmayacaklar mı? TC Devleti’nin Kürt soykırım uygulamalarına ortak olmaya devam mı edecekler? Bir insanlık suçu olan soykırıma Kurdistan’da verdikleri destekten dolayı geçmiş siyasetlerini yargılamayacaklar mı? Umarız kendilerinin de suç saydıkları bu konuda yeni bir siyasi değerlendirme yaparlar ve kendilerini Kürt soykırımı suçuna ortak olmaktan çıkartan yeni bir politika belirlerler.

Konunun esas muhatabı olan Türklere ve Kürtlere gelince, kuşkusuz onların sorunu daha derinlikli ve çok yönlü ele almaları gerekiyor. Örneğin bu duruma genelde “Kürt sorunu” deniyor. Gösterilen yaklaşım ve yapılan tartışmalardan anlıyoruz ki, sayısı hiç de az olmayan bazı çevreler, bu durumu “Kürtlerin sorun yaratması” olarak anlıyorlar ve bundan dolayı Kürtleri suçluyorlar. Oysa adı “Kürt sorunu” ama, gerçekte Kürtlerin çıkardığı bir sorun değil, tersine Kürt halk varlığını inkâr eden Türk zihniyetinin ve siyasetinin ortaya çıkardığı bir sorundur. Dolayısıyla sorunun yaratıcısı ve birinci muhatabı esas olarak Türklerdir ve çözüm yolu da Kürtleri inkâr eden Türk zihniyet ve siyasetinin değiştirilmesidir.

Peki bu zihniyet ve siyaset değişmezse ne olur? Şimdiye kadar olduğu gibi, Kürt varlığını inkâr edebilmek için tarihsel Türk ulusal varlığını da inkâr eden bir konuma düşülür. Seçimden sonra yazmıştık, tekrarlamakta zarar yoktur. Mevcut TC Anayasası’nın değiştirilmesi teklif bile edilemeyen ilk maddelerine bakılırsa, “TC Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür” tanımı görülür. Yani Türklük sadece devlet uyrukluğudur ve o da 29 Ekim 1923 tarihinde kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Peki bu devlet kurulmadan önce Türk yok muydu? Türk ulusu denen şey, sadece son yüzyılda var olan bir olgu mu? Açık ki başkasını inkâr çabası, sonuçta kendini bile inkâra götürüyor ve ortaya bilimsel bir tanım yerine gerçek anlamda bir deli saçması çıkıyor. Türklerin bu gerçeği iyi tartışması ve anlaması gerekiyor.

Kürtlere gelince, onlar da Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra idam edilen Kürt milletvekilleri Hasan Hayri Bey ve arkadaşlarının trajedisini hatırlasınlar. İdam edilme nedenlerinin, ‘TBMM’ye Kürt elbiseleriyle gelmek ve mecliste Kürtçe konuşmak’ olduğu bilinmektedir. Oysa bu “suçu”, bizzat M. Kemal’in istemi üzerine işlemişlerdi. Ama Lozan Antlaşması imzalanıp da Kürtlerle işi bitince, söz konusu milletvekillerinin idam tezkerelerini imzalarken M. Kemal şöyle demişti: “Kendi milletlerine faydası olmayanların bize de faydası olmaz”. Bu sözler ve tutum, bugünlerde AKP-MHP faşizmine fazlasıyla yalakalık yapan tüm Kürt işbirlikçilerinin ve hainlerinin dikkatine sunulur. Umarız hakikati görürler ve de tarihten biraz ders çıkarmayı bilirler!

Kaynak: Yeni Özgür Politika