‘Burjuvazi ve bürokrasi, benim paradigmamda kanser rolündedir’

Ezilen ve sömürülen tüm alt sınıflar, iktidar ve devlet zoru ve hegemonik ideolojileriyle ortaya çıkarılmışlardır. Bu koşullar altında gerçekleştirilen köleliği, serfliği ve işçiliği ancak mahkûm edebiliriz.

ABDULLAH ÖCALAN'IN 'ÖZGÜRLÜK SOSYOLOJİSİ' KİTABINDAN

Sınıf ve bürokrasiye toplumsal varlığın koşulları olarak bakanlar, bu konudaki sorunsallaştırmayı yadırgayabilirler. Sınıf ve bürokrasinin yol açtığı sorunlar olabileceği, ama kendilerinin varlık olarak sorun teşkil etmeyeceği iddia edilebilir. Fakat bunların en az kent kadar sorunlu yapılanmalar olduklarını kavramak gerekir. Tıpkı kent gibi sınıf ve bürokrasi de uygarlığın ilk çağlarında fazla ağırlık ve sorun teşkil etmemiş olabilir. Sorunlu yapıları günümüze doğru daha net ortaya çıkmış olabilir. Ama yine de varlık olarak sınıflaşma ve buna bağlı olarak bürokratlaşma sorunlu olup, toplumsal ahlâk ve politika açısından gerekmeyen varlıklardır. Toplum uzun süre bu iki yapılaşmaya karşı direndi. İkisini de kolay kabul etmedi. Sert direnmelerle karşıladı. Tarih bu direnmelerin öyküleriyle doludur.

Daha sonraki bölümlerde üzerinde kapsamlıca duracağımız gibi, toplumsal doğa farklılıklar bakımından büyük değişiklikler gösterebilir ve biçimler kazanabilir. Bunlar normal, doğanın ruhuna uygun gelişmelerdir. Fakat bitki ve hayvan türlerinde gelişmemiş, gelişmesine gerek görülmemiş bazı dokular gibi, toplumun doğasında da çeşitliliği ve farklılığı anlamlı kılacak, onların bir parçası olarak çok sınırlı, geçici ve işlevselliği olan sınıf ve tabakalaşmalar (Bürokrasi de tabakadır) dışında, bir ur gibi toplumsal dokulara dek nüfuz eden aşırı, kalıcı, işlevsiz ve hiçbir yararı olmayan sınıf ve tabakalaşmalar gereksizdir. Uzun süre bazı yararcıkları olan rahip, aristokrasi ve burjuvazinin sınıfsal gelişmesi koşullu olarak anlayışla karşılanabilir. Fakat tüm uygarlık tarihi boyunca görülen ideolojik, politik, ekonomik ve askeri hegemonik güçler olarak kalıcı, aşırı baskıcı ve sömürücü karakterleriyle bunları anlayışla kabul etmek toplumsal ahlâk ve politika açısından mümkün değildir. Bu yönlü çelişki antagonisttir. Çünkü bu halleriyle sınıf ve bürokrasi, toplumsal ahlâk ve politikanın inkârı anlamına gelir. Öne sürdüğüm koşul çok önemlidir. Bir farklılık olma veya ona katkıda bulunma özelliğinde olan sınıf ve bürokrasi mümkündür. Örneğin Sümer rahip sınıfının yarattığı tapınağı tümüyle işlevsiz saymak mümkün değildir. Rahipler bilimin, verimli üretimin, kentleşmenin, dinin, zanaatların ve düzenin ana temellerini burada attılar. Birçok kültürel çıkışta rahip sınıfı benzer rol oynadı. Rahiplere koşullu anlayış gösterilmesi bu olumlu işlevleri nedeniyledir. Fakat kastlaşmış, işlevsiz ve aşırı büyümüş halleriyle sınıf ve bürokrasinin meşruiyetleri hep tartışmalıdır ve aşılmayı gerektirir.

Buna benzer hususlar aristokrasi için de geçerlidir. Aristokratların da toplumsal gelişmeye sundukları düzen, verimli çalışma, yönetim zarafeti, sanata ve bilime katkıları olmuştur. Anlayış bu çerçevededir. Ama yol açtıkları benzer kastlaşma, despotlaşma, hanedanlıklar ve krallıklar oluşturma, hatta kendilerini tanrılaştırmalar hastalıktır ve kabul edilemez. Toplumsal ahlâk ve politika bu gelişmelerle antagonist çelişki içindedir. Dolayısıyla mücadeleyle aşılmaları doğru bir ahlâk ve politikanın gereğidir.

TOPLUM İLE ORTA SINIF BİR ARADA YÜRÜYEMEZ

Söylenenler burjuvazi için çok daha geçerlidir. Bu sınıfın ve bürokratik aygıtlarının gelişmesinin devrimsel dönemlerde toplumsal gelişmeye katkısı olmuştur. Ticaret ve dolaşım araçları (para ve senet), sanayinin geliştirilmesinde inisiyatif almaları, demokrasiyi zaman zaman denemeleri, bilim ve sanata sınırlı katkıları anlayış gerektiren yanlarıdır. Ama burjuvazinin son dört yüzyıldır neredeyse tüm sınıflı uygarlık tarihinde görülenden daha fazla sınıflaşma ve bürokratlaşmaya yol açan, sınıflaşma ve bürokratlaşmayı kanser hücreleri gibi arttıran aşırı kalıcı yapılanması bütün üst sınıflaşmalardan sayıca daha fazla ve çok daha tehlikelidir. Sınıflaşmalar tarihinde ortayı işgal eden burjuvazi ve bürokrasi, benim paradigmamda kanser rolündedir. Toplumsal doğa bu tip sınıf ve bürokrasiyi taşımaya elverişli değildir. Eğer taşıtılmak istenirse, ben de “al sana faşizm” derim. Bana göre faşizm bürokrasi ve burjuvazinin toplamı olan orta sınıfın topluma kastıdır. Burada kanıtlanan, toplum ile orta sınıfın bir arada yürümeyeceğidir. Bazı aydınlar orta sınıfı cumhuriyet ve demokrasi rejiminin sınıf tabanı olarak sunarlar. Liberalizmin en yalan propagandalarından biri de bu sunuştur. Orta sınıf cumhuriyet ve demokrasinin inkârında rolü en fazla olan sınıftır. Diğer sınıfların bundaki rolü sınırlıdır, ayrıca faşizmden habersizdirler. Bu niteliğiyle orta sınıf aşırı kentleşmeyle aynı rolü oynar: Kanser tarzı büyüme. Kaldı ki, her ikisi arasında sıkı organik, yapısal bağlar vardır. Kent bu hastalığını orta sınıfın oburluğundan, büyümesinden aldığı gibi, bu türden kentler de hep orta sınıfı büyütürler.

Orta sınıf zihniyet bakımından pozitivisttir. Özden, derinlikten en yoksun, yüzeysel, olguları ölçüp biçmekten ötesini görmeyen, çıkarları gereği görmek istemeyen yapıdadır. Pozitivizmi ‘bilimcilik’ kılıfıyla sunmasına rağmen, tarihin en putperest sınıfıdır. Heykel bolluğu, bu sınıf döneminde çığ gibi büyümüştür. Görünüşte laik ve dünyevidir, özde ise en dinci ve hayalperest güçtür. Buradaki dincilik bağnazlık derecesinde ‘olgucu’ inanç ve düşünceleridir. Olguculuğun asla gerçeğin bütünlüğüne dayanmadığını biliyoruz. Sözde laik, özde ise laiklik karşıtı olan bu sınıf en hayali projeleri (bir nevi ahiretlik projeler) utanmadan toplumun önüne sürmektedir. Sermayenin ekonomik, politik, askeri, ideolojik ve bilimsel tekelciliğini küresel çapta geliştiren sınıftır. Dolayısıyla toplum karşıtlığı en gelişmiş sınıf durumundadır. Toplum karşıtlığını iki yolla, toplumkırım ve soykırım tarzında yürütür. Bir halkı, bir topluluğu soyundan, ırkından ve dininden ötürü ortadan kaldırmak burjuva sınıf karakteriyle mümkün olmuştur.

Daha da vahimi, toplumkırımcılığıdır. Toplumkırımı iki yolla yürütür: Birinci yol, ulus-devlet ideolojisi ve iktidar kurumlaşmasıyla kendisini toplumun tüm gözeneklerine kadar militarizm ve savaş olarak dayatmaktır. İktidarın devletle bütünleşerek topluma karşı yürüttüğü topyekûn savaştır bu. Burjuvazi başka türlü toplumu yönetemeyeceğini deneyimleriyle iyi bilir. İkincisi, 20. yüzyılın ikinci yarısında patlama yapan ‘medya ve bilişim’ devrimiyle birlikte yaratılan sanal toplumu hakiki toplum yerine geçirmektir. Daha doğrusu, medyatik bilişimsel bombalama savaşıdır. Son yarım yüzyılda toplumlar bu ikinci savaş biçimiyle başarıyla yönetilmektedir. Hayali, sanal, simülakr toplum gerçek toplumsal doğa yerine geçtiğinde, öyle sanıldığında toplumkırım rolündedir.

DOĞRU TUTUM HER TÜR SINIFLAŞMAYA KARŞI OLMAKTIR

Uygarlık tarihinde ezilen ve sömürülen sınıf olarak sunulan köle, serf ve işçi kategorilerini değişik ele almaktan yanayım. Bu sınıflaşmaların özne ve demokratiklik rolü çok sınırlıdır; çünkü her şeyiyle efendisinin zihni ve yapısal binası içindedir. Önemsiz kılınmış bir eki veya uzantısı durumundadır. Tarihte efendilerini devirmiş hiçbir özne sınıfa tanıklık edilmemiştir. Bu durum önemli bir gerçekliği yansıtır. Ezilen ve sömürülen anlamında da olsa, sınıfsal çıkıntılar toplumun genel gövdesinde ağaçtaki bir dal mesafesindedir. Dal ne kadar sarkıp kopsa da gövdeyi etkileyemez veya koptuğunda yaratacağı etki sınırlı olur. Bu nedenle toplumun köle-efendi, serf-aristokrat, işçi-burjuva toplumu şeklinde adlandırılması oldukça yanlış bir terminoloji üretmeye yol açar. Sosyal bilim bu konuda yeni bir adlandırma ve tanımlama geliştirmek durumundadır. Ağacı nasıl dalla tarif edemezsek, toplumu da bağrından çıkan sınıflarla adlandıramayız. Ayrıca ve daha önemlisi, reel sosyalizm ve anarşizm tarihinde de örnekleri bolca görüldüğü gibi köle, serf, işçi, küçük burjuva gibi sınıfları özneleştirme, övme ve kendilerine önemli devrimci rol yükleme yaklaşımının sonuç alıcı olmadığı, bunun temelinde bu sınıflara yanlış bir özne değeri biçme ve devrimci rol yükleme anlayışının yattığı kanısındayım. Doğru tutum her tür sınıflaşmaya karşı olmaktır. Köleler, serfler ve işçi sınıfı da başlarda, geçiş aşamasında yarı-toplumda iken (çoğunlukla yarı-köylü, zanaatkâr) olumlu öznel, devrimci rol oynamış olabilirler, oynamışlardır. Ama o da kalıcılaştığı, büyüdüğü oranda yozlaşmış, üst sınıflarla uzlaşmış ve işlevsizleşmiştir.

Daha da önemlisi, bir özgürlükçü, eşitlikçi ve demokratik dünya görüşü, her iki tür sınıflaşmayı sözünü ettiğim farklılaşmanın anlamı dışında özneleştirmeyi, kendilerine moral ve politik değer yüklenmesini kabul edemez. Böyle bir dünya görüşü sınıflaşmayı her iki yönden toplum doğasına aykırılık ve anti-toplum olarak görüp sınıflaşmaya karşı mücadele etmek durumundadır. Sözü edilen sınıfların gerçekleşmiş olmaları meşru ve gerçek toplumsal değerler olarak yorumlanmalarını gerektirmez. Bir vücuttaki urları nasıl normal vücuttan saymazsak, karşımızdaki bu toplumsal olgular için de benzer bir yorum yapabiliriz. Ayrıca ezilen ve sömürülen tüm alt sınıflar iktidar ve devlet zoru ve hegemonik ideolojileriyle ortaya çıkarılmışlardır. Bu koşullar altında gerçekleştirilen köleliği, serfliği ve işçiliği ancak mahkûm edebiliriz. “Yaşa şanlı işçi, serf, köle!” demek, objektif olarak hegemonik iktidar güçlerini övmek ve onaylamak olacaktır. Marks ve ardılları dahil, birçok ekolün bu tür sınıf yorumları başarısızlıklarının en temel nedenidir. Üst sınıfların bir dereceye kadar bir anlamı olabilir; ama kan ter içinde çalıştırılan sınıflar zorla ve ideolojik ikna ile oluşturulduklarından, bu sınıflaştırmaların sürekli mahkûm edilmesi, övülmemesi ve aşılması için mücadele edilmesi en doğru tutumdur. Özne olamayacağı halde kendisine özne payesi verilen, devrim yapamayacağı aşikâr iken kendisine devrimci rol yüklenen bu tip, sosyal mücadeleler tarihinde örneği bolca görüldüğü gibi yenilmekten kurtulamaz. Yenilginin nedeni sorunu doğru anlamamak, sınıflaşmaya yanlış rol atfetmektir. Yeni dönemin, 21. yüzyılın sosyal mücadeleleri bu köklü yanlışlıktan döndükleri oranda başarılı olabilir.

Burjuvazinin sınıf sorununu ağırlaştırdığı doğrudur. Sınıf çıkarlarını toplumun en ince gözeneklerine kadar iktidarlaştırdığı (İktidarlaşmak toplum ile savaşmaktır) ve devlet ile resmileştirdiği, en gelişkin aşamasını yaşamakta olduğu da doğrudur. Başta tavizci işçilik olmak üzere, ‘sermaye ortaklığı’ adı altında birçok toplum kesimini kendine alet ettiği de bolca gözlenmektedir. Neredeyse toplumu yuttuğu söylenebilir. Ama yine de en sorunlu sınıf, hatta toplumu en çok sorunlu hale getiren sınıf olduğu gerçeği daha fazla doğrudur.

Tarih boyunca egemen sınıfların kurumsal uygulama aleti olan bürokrasinin, günümüze doğru gelindiğinde son iki yüzyılın ulus-devlet biçimlenmesiyle daha da boyut kazandığı, âdeta bağımsız sınıf rolünü oynadığı, iktidardaki ve devletteki ağırlığını arttırdığı, kendini bizzat devlet saydığı da rahatlıkla söylenebilir. Toplumu demir kafese alan ağırlıklı bir güç haline geldiği ve tüm toplumsal alanlara (eğitim, sağlık, yargı, ulaşım, ahlâk, politika, çevre, bilim, din, sanat, ekonomi) el atarak bu rolünü pekiştirdiği de reddedilmesi zor bir gerçektir. Günümüz toplumunda (kapitalist modernite) sadece devlet bürokrasisi azmanlaşmamıştır; âdeta onun izinde yürüyen tüm tekel dünyası da “Aile şirketi olmaktan çıkıp profesyonellerce yönetilen şirketler haline gelelim” adı altında kendi bürokrasilerini çığ gibi büyütmüşlerdir. Bürokrasinin aşırı büyümesi şirketlerin bu yeni gerçekliğiyle bağlantılıdır. Bir nevi şirketlerin ‘devletleşmesi’ de denebilir. Gerçekten ulus-devletin artık yetersiz kaldığı, yeni devlet inşasının gündemde olduğu koşullarda küresel ve yerel şirketlerin devletleşmeleri hâkim bir eğilim olarak gelişim göstermektedir.

Toplumun bu iki kıskaçtan kaynaklanan sorunları günceldir. Âdeta tüm tarihin ‘şimdi’sidir. Hatta daha da ileri giderek, bu ikilinin toplumsal doğayı (geleneksel toplumu) ahtapot gibi kolları arasında tutup boğduğu ve erittiği de söylenebilir. Buradan çıkarılacak sonuç en bunalımlı, kaotik bir sürecin yaşandığı, toplumsal özgürlük, eşitlik ve demokratikliğin ancak demokratik uygarlık yapılı bir sistemle mümkün olduğu, bunun da doğrultulmuş bilimle inşa etme mücadelesini gerektirdiğidir.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “Özgürlük Sosyolojisi“ adlı kitabından derlenmiştir.