Abdullah Öcalan'ın demokratik modernite kuramında anti-faşizm

Gerçek bir anti-faşizm nasıl olmalı? - Demokratik modernite paradigmasında "Faşizm nedir?" sorusuyla kapsamlı bir şekilde ilgilenen Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın perspektifinden bir yaklaşım.

Geçtiğimiz günlerde Correctiv'in Potsdam'da AfD ve CDU'lu siyasetçiler, neo-Naziler ve iş adamlarının katıldığı ve Almanya'dan göç etmiş milyonlarca insanın sınır dışı edilmesi planlarının konuşulduğu gizli bir toplantıya ilişkin yayınladığı rapor ve ardından ülke çapında düzenlenen anti-faşist protestolar, Alman kamuoyunda faşizm tartışmalarını alevlendirdi. AfD'nin anketlerde elde ettiği yüksek oy oranı ve Avrupa'da sağ popülist partilerin yükselişi karşısında demokratik çevreler giderek artan bir "sağa kayış" uyarısında bulunmakta ve anti-faşist bir duruşun gerekliliğini vurgulamaktadır. Bu bağlamda Potsdam'daki toplantı ırkçılık, sağ popülizm ve faşizmin toplumsal olarak kabul edilebilir hale geldiği ve söylemin giderek saldırganlaştığı uluslararası bir gelişmenin parçası olarak görülmelidir.

ETKİLİ BİR ANTİ FAŞİZM NASIL OLABİLİR?

Eski ABD Başkanı Donald Trump geçen yıl bir seçim mitinginde yaptığı konuşmada, siyasi rakiplerini "haşarat"a benzetmiş ve şu tehdidi savurmuştu: "Ülkemizin sınırları içinde haşarat gibi yaşayan, yalan söyleyen, çalan, seçimlerde hile yapan ve Amerika'yı ve Amerikan rüyasını yok etmek için yasal ya da yasadışı ellerinden gelen her şeyi yapan komünistlerin, Marksistlerin, faşistlerin ve aşırı solcu gangsterlerin kökünü kazıyacağız."

Bu hafta Davos'ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu'nda Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei de aynı yolu izledi ve ilk uluslararası konuşmasında sosyalizm ve feminizme karşı çıktı. Ona göre sosyalizm Batı için bir tehdit oluşturuyor ve "kaçınılmaz olarak sosyalizme ve dolayısıyla yoksulluğa yol açan" siyasi fikirlere karşı uyarıda bulundu. En önemli Batılı liderler "ne yazık ki son yıllarda özgürlük fikrini, kolektivizm dediğimiz şeyin çeşitli versiyonları lehine terk ettiler". Kapitalizm ve serbest piyasa ekonomisinin yoksulluğa karşı tek çözüm olduğunu söyleyen Milei, "radikal feminizm" ve "sosyal adaleti" de eleştirdi. Kapitalist iş adamlarını "kahramanlar" olarak övdü ve onları "siyasi kasttan" ve "devletten geçinen asalaklardan" korkmamaya çağırdı.

Aynı hafta Almanya Maliye Bakanı Christian Lindner (FDP), Berlin'deki çiftçi protestolarında yaptığı konuşmada, iklim koruma aktivistlerine saldırdı ve vatandaşların gelirlerini alanlara ateş püskürdü: "İşte bu yüzden politikacılardan ve medyadan, korkularını dile getiren herkesten, iklim aktivistlerinin aşırı solcu sızmasına karşı uyarıda bulunmalarını ve bunun yerine mülke zarar vermelerini ve blokajlarını kınamalarını bekliyorum."

Sağ popülist ve faşist partilerin yükselişini ve sosyalist, ekolojik ve feminist hareketlere yönelik (sözlü) saldırıyı nasıl kategorize etmeliyiz? Faşizm nasıl kavramsallaştırılmalı ve kökleri nelerdir? Etkili bir anti-faşizm nasıl olabilir? Aşağıda bu sorulara, "Demokratik Modernite" paradigmasında "Faşizm nedir?" sorusuyla yoğun bir şekilde ilgilenen Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın perspektifinden bakmaya çalışacağız.

İkinci Dünya Savaşı'nın arifesinde Frankfurt Okulu'nun önde gelen beyinlerinden Max Horkheimer, burjuva toplumunun ekonomik düzeni olarak kapitalizm ile faşizmin ortaya çıkışı arasında bir bağlantı olduğunu "kapitalizm hakkında konuşmak istemeyenler faşizm hakkında da sessiz kalmalıdır" sözleriyle ifade etmiştir. Kapitalizmin krizine bir tepki olarak faşizm, kapitalizmi despotik yollarla sürdürmeye çalışmıştır.

Buna paralel olarak Abdullah Öcalan kapitalizmi ya da kapitalist modernite çağını bir kriz rejimi ve bir kriz uygarlığı olarak görmektedir. Ona göre kapitalizm "dönemsel krizleri olan bir sistem değil, sistemik ve yapısal bir kriz evresidir" ve bu evrede şu anda üç kriz paralel olarak yaşanmaktadır: Beş bin yıllık merkezi uygarlığın krizi, beş yüz yıllık kapitalist uygarlığın krizi ve konjonktürel finansal kriz. Bugüne kadar kapitalist krizlerin üstesinden gelmenin alışılagelmiş yolları artık bir çözüm sunmamakta, yalnızca "bunalımların ve krizlerin kalıcı bir durum haline geldiği kriz yönetimini temsil etmektedir. Normal zamanlar ise istisnadır".

Abdullah Öcalan'ın kaos aralığı olarak da adlandırdığı kapitalist modernitenin çözülme evresinde devrimci ve karşı-devrimci gelişmeler ya da demokratik-liberal taarruzlar kadar totaliter-faşist darbeler de yaşanabilir: "Dünya sisteminin yapısal krizinden hangi siyasal ve ekonomik oluşumların çıkacağı kehanetle değil, entelektüel, siyasal ve ahlaki çabalarla belirlenebilir."

ULUS DEVLET VE FAŞİZM ARASINDAKİ ONTOLOJİK BAĞLANTI

Abdullah Öcalan savunmalarında faşizmi ulus devlet olmadan düşünmenin mümkün olmadığını vurguluyor. Faşizmi tartışırken yapılan temel hatalardan biri, ya ulus devlet sistemiyle bağlantısını hiç düşünmemek ve açıklamamak ya da kaçınılmaz hale geldiğinde birkaç yan cümleyle geçiştirmektir. Abdullah Öcalan'a göre, başta Marksist olmak üzere liberal, muhafazakâr ve anarşist perspektiften yapılan çeşitli faşizm analizleri, faşizmi kapitalizmin dışından sisteme musallat olan istisnai bir olgu olarak tanımladıkları için yanıltıcıdır. Oysa "faşizm ve ulus devlet özünde aynı şeydir" ve "faşizm kuraldır, demokratik yapılarla uzlaşma istisnadır".

Bu nedenle Abdullah Öcalan'ın siyaset felsefesinde ulus devletin gerçek işlevini ve rolünü açıklığa kavuşturmak ve faşizm ile milliyetçilik arasındaki ontolojik bağlantıyı çözmek merkezi bir konudur. Bu bağlamda ulus devleti ve onun faşizmle bağlantısını şu şekilde tanımlamaktadır: "Ulus-devlet, öz itibarıyla toplumun devletle, devletin toplumla özdeşleşmesi olarak tanımlanabilir ki, faşizmin tanımı da budur. Doğal olarak ne devlet toplumlaşır, ne toplum devlet olabilir. Olsa olsa topyekûncu (totaliter) ideolojilerin savları böyle olabilir. Bu sloganların faşist niteliği bilinmektedir. Faşizm, bir devlet biçimi olarak, her zaman burjuva liberalizminin başköşesinde bir yere sahiptir. Bunalım dönemlerinin yönetim biçimidir. Bunalım bünyesel olduğundan, yönetim biçimi de bünyeseldir. Adı, ulus-devlet yönetimidir. Finans kapital çağının bunalımının zirve yapmasıdır. Günümüzde küresel zirve yapan kapitalist tekelin devleti de en gerici zorba döneminde genel olarak faşisttir. Her ne kadar ulus-devletin çöküşünden bahsediliyorsa da, yerine inşa edilenin demokrasi olacağını iddia etmek safdillik olur. Belki de hem makro küresel, hem mikro yerel faşist siyasi oluşumlar gündemdedir."

'HİTLER VE MUSSOLİNİ KAYBETTİ AMA SİSTEMLERİ GALİP GELDİ'

Ulus-devlet varlığının azami devlet ve iktidar olarak faşist niteliği en açık biçimde Alman faşizminde görüldüğünden, Abdullah Öcalan da Alman ulus-devlet modelinin oluşum sürecine yakından bakmaktadır. Alman ve İtalyan burjuvazilerinin geri kalmışlığı ve ulusal birliği sağlama çabalarında yaşadıkları zorluklar, milliyetçi siyasetin daha da belirginleşmesini beraberinde getirmiştir: "Dıştan işgal, içten aristokratik ve işçi sınıfından gelen direnişler burjuvaziyi aşırı şoven, milliyetçi devlet modeline zorladı. Yenilgi ve bunalım, Almanya ve İtalya başta olmak üzere, birçok ülkeyi ya sosyal devrim ya faşizm ikilemine çekti. Kazanan faşist devlet modeli oldu. Belki Hitler, Musollini ve benzerleri yenildi; fakat sistemleri kazandı."

Abdullah Öcalan, Alman burjuvazisi için tek çıkış yolunun ulus devlet olarak tekelci bir yoğunlaşma olmasını Alman modelinin özel bir karakteristiği olarak görüyor: "On dokuzuncu yüzyıl boyunca bu tür bir devleti hem ideolojik hem de maddi olarak üretmek, Alman burjuvazisinin ve ideologlarının en önemli çabası ve en büyük başarısıydı." Diğer bir husus ise, Alman modelinin diğerlerinden farklı olarak kültüre dayanmasıdır: "Alman ulusuna özgü kültür, hem vatandaşlık hem de ulus devlet için bir ön koşuldur. Burada faşizme eğilimin daha yüksek olması, Alman ulus devletinin bu temelde gelişmesiyle ilgilidir."

FİNANS ÇAĞINDA FAŞİZMİN TOPLUMSAL MODELİ

Abdullah Öcalan, ilk "gösteri toplumu" denemesi olan faşizmin aslında yenilmediğini varsayıyor. Başrol oyuncuları tasfiye edildi. Ancak sistem, Soğuk Savaş boyunca ve sonrasında ulus devlet ve küresel finans şirketleri aracılığıyla gösteri toplumunu her yerde dayattı. "Gösteri toplumu" terimi, Fransız filozof Guy Debord'un modern emek toplumunu, kapitalizmi, metalar dünyasını ve emeğin yabancılaşmasını kınadığı başlıca eserinden gelmektedir. Batı'daki mevcut "gösteri toplumu" yüzeysel olanı kutlayan, tüketimde tatmin bulmak isteyen, medyada kendine bakan ve hayranlık duyan, her şeyin ölçülebilir ve satın alınabilir olduğunu düşünen ve "metanın kendi yarattığı bir dünyada kendine baktığı" bir toplumdur. Öcalan ayrıca toplumların zihinsel fethinden de söz etmektedir. Böylece kapitalist sistemin hegemonyası sadece siyasi ve askeri güçle değil, aynı zamanda kültür endüstrisinin kontrol edilmesi ve felç edilmesiyle de sürdürülmektedir. Öcalan bu nedenle kültürel hegemonyaya karşı mücadelenin en çetin "entelektüel mücadeleyi" gerektirdiğini vurguluyor: "Sistemin fetih, asimilasyon ve endüstrileşmeyle yürüttüğü kültürel savaşa karşı mücadele içerik ve biçim olarak geliştirilip örgütlenmedikçe hiçbir özgürlük, eşitlik ve demokrasi mücadelesinin başarı şansı yoktur."

Bu nedenle finans çağının toplumuna daha yakından bakmak özellikle önemlidir: "Ulus-devlet milliyetçiliğinin süzgecinden geçmiş toplumlar, faşizm üretmeye sürekli hazır toplumlardır." Bir sistem olarak faşizm, toplumun bir sürüye dönüştürülmesi ve iktidarın en küçük hücreye kadar yayılması anlamına gelir. Amaç "küresel bir kültürel homojenleştirme ve bir kitle ve sürü toplumu yaratmaktır".

ULUS DEVLET MERKEZİ BİR ROL OYNAR

Ulus devlet burada merkezi bir rol oynamakta, birey ve tüm toplumsal yapılar düzeyinde tek tip bir zihniyet ve duygu dünyası dayatmaktadır: "Bu şekilde kendi iktidarını eşzamanlı olarak tüm topluma yaymakta ve tek tip bir toplum, ulus-devlet toplumu yaratmaktadır. Amaç korporatist bir toplum yaratmaktır - faşizmin toplumsal modeli. Bunu toplumu güçlendirmek olarak yanlış anlamamalıyız, tam tersi doğrudur. Ulus-devlet, toplumun tüm gözeneklerine, kendi ajanları olarak hareket eden bireylere ve kurumlara sızarak gücünü derinleştirmeye ve genişletmeye çalışır. Bu sadece kontrollü bir toplum yaratır. İktidarı toplumun geneline yaymak, toplumu güçlendirmek değil, bir bütün olarak topluma savaş açmak anlamına gelir."

Abdullah Öcalan, kapitalist ulus devletin, tarihte daha önce hiç var olmamış bir vatandaş profili yaratmak için çeşitli araç ve yöntemler kullandığını belirtiyor: "Hayattaki ana hedefler bir araba, bir aile (bir eş ya da koca bulmak, iki çocuk sahibi olmak) ve bir daire sahibi olmak ve normal bir tüketici olmaktır. Toplumsallık duygusu ucuz ve bencil hırslar uğruna bir kenara atılabiliyor. Hafıza köreldiği için tarihle olan bağ da kopmuş durumda. Tarih diye aldıkları şey, ulus hakkında milliyetçi klişelerdir. Felsefeleri yok ya da dar faydacılıktan başka bir mutluluk felsefesi olabileceğine inanmıyorlar. Dışarıdan bakıldığında moderndirler. Ancak içten içe, en karanlık entrikalar (faşizm) için çalışmaya hazırlanan bir 'yurttaşlar sürüsü' ve bir 'kitle toplumu'nun boş, içi boşaltılmış bireyleriyle -daha doğrusu birey olmayanlarla- karşı karşıyayız."

Abdullah Öcalan'a göre bu vatandaş tipi faşizme giden yolda merkezi bir rol oynamıştır ve birçok ünlü romana konu olmuştur. Bu bağlamda bir örnek, Alberto Moravia'nın İtalya'daki yeni faşist hükümet altında uysal bir memur olan bir adamın hikayesini anlatan "Konformist" romanıdır. Öcalan, bu tip vatandaşları üreten ulus devletleri ve toplumları demokratik modernitenin önündeki en büyük engellerden biri olarak görmektedir. Bu nedenle demokratikleşme ve anti-faşist pratiğin temel görevlerinden biri "bu tür bir bireysizliği üreten (çünkü gerçek bireyi yok sayan) bu ulus devleti ve toplumunu analiz etmek ve demokratik uygarlığı inşa edecek eşitlikçi, özgür ve demokratik bireyler (özgür yurttaşlar) yetiştirmektir".

ORTA SINIFIN DOĞASI FAŞİSTTİR

Abdullah Öcalan değerlendirmelerinde, orta sınıfın cumhuriyetçi ve demokratik bir rejimin temeli olduğu yönündeki hakim anlayışa da karşı çıkmaktadır. Aksine, bu tasvir bir "liberal propaganda anlatısı"dır. "Orta sınıf, cumhuriyet ve demokrasinin olumsuzlanmasında en büyük rolü oynayan sınıftır". Abdullah Öcalan'a göre orta sınıf, demokrasinin değil faşizmin beslendiği kaynaktır: "Faşizm ile ulus devlet arasında yapısal bir ilişki vardır ve faşizm ile orta sınıf arasındaki ilişki de aynı şekilde yapısaldır." Bu bağlamda, liberal demokrasinin temelde orta sınıfa dayandığını belirten yazar, ulus devleti "orta sınıfın modern tanrısı" olarak tanımlıyor: "Orta sınıf her zaman düşüncelerinde ve tutkularında tanrısına ulaşmayı (mevki ve çıkarları güvence altına alarak) hayal edecek şekilde yaşar. Bürokrasisinde ya da tekellerinde (mesleki formasyon nedeniyle) bir mevki elde etmek kurtuluş anlamına gelir."

Kapitalizm, demokratikleşme ve sosyal adalete karşı mücadelesinde liberal burjuvaziyi ve orta sınıfı, tavizler vererek ve yanılsamalar yaratarak, toplumun alt katmanlarını işaret ederek ve orta sınıfı sürekli korku içinde tutarak kullanmaktadır. Bu, yukarıda bahsi geçen "devletten geçinen haşarat ve asalaklar" ve "vatandaşlık yardımı alanlara" karşı atıp tutan konuşmaları anımsatmıyor mu?

DEMOKRATİK MODERNİTE TEORİSİNDE ANTİ-FAŞİZM ANLAYIŞI

Abdullah Öcalan, "ulus devlet, tekeller (devlet ve özel) ve faşizm arasındaki sistematik bağlantıyı görmemeyi ve genel olarak kapitalist modernite ile faşizm arasındaki ontolojik bağlantıyı analiz etmemeyi, Sovyetler Birliği de dahil olmak üzere tüm anti-faşistlerin en büyük zaafı" olarak görmektedir. Onun kapitalist modernite anlayışının merkezinde ulus devlet, endüstriyelleşme ve kapitalizm üçlüsü yer almaktadır. Bu iç içe geçmiş üçlüye dayanan modernite, hem devlet içi (faşizm) hem de devletler arası ulusal ve bölgesel savaşlar ve dünya savaşları çıkarabilecek konumdadır.

Alternatif bir sistem olarak demokratik modernite ise "homojen (tek tipli) insan, sürü ve kitle toplumuna çoğulcu, olasılıkçı, alternatiflere açık ve demokratik toplumu görünür kılan yöntemlerle cevap verir. Farklı siyasi oluşumlara açık, çokkültürlü, tekelleşmeye kapalı, ekolojik, feminist ve temel toplumsal ihtiyaçlara cevap veren, topluluk tasarrufuna dayalı ekonomik yapısıyla alternatifini geliştirir. Kapitalist modernitenin ulus-devletine karşı demokratik modernitenin siyasi alternatifi, Demokratik Konfederalizmdir" dir.

Faşizmin kendisi ancak ulus devlet ve kapitalizmle bağlantısı çerçevesinde anlaşılabileceğinden, bu aynı zamanda yeni bir anti-faşizm anlayışına ihtiyaç duyulduğu anlamına gelmektedir. 21'inci yüzyılda anti-faşizm, liberal sahiplenmenin tehlikesine karşı koymak için bütüncül bir paradigmatik anlayış gerektirir. Başta ulus devlet ve kapitalizm olmak üzere kapitalist modernitenin tüm yönlerine karşı çıkmayı gerektirir. Sadece radikal demokrasi, kadın özgürlüğü ve toplumsal ekoloji ilkelerine dayanan bir anti-kapitalizm faşizmi durdurabilir ve demokratik bir toplumun inşasına katkıda bulunabilir.