Ölüm orucu…

Ölüm orucu; ileri sürülen talepler gerçekleştirilene kadar sürdürülen ve talep edilen hak mutlak anlamda yerine getirilene kadar devam ettirilen bir eylem tarzdır.

DTK Eşbaşkanı ve HDP Milletvekili Leyla Güven’in 7 Kasım 2018 tarihinde “Tecridi kıralım, faşizmi yıkalım” talebiyle başlatmış olduğu açlık grevinin 176. gününde. Bir grup PKK ve PAJK’lı tutsak süresiz-dönüşümsüz açlık grevini ölüm orucuna çevirdi. Büyük bir direniş ile dünyanın dört bir yanında sürdürülen açlık grevi eylemi, 30 Nisan 2019 tarihinden itibaren çok daha ağır, işin ucunda mutlak anlamda ölüm bulunan ve talebin gerçekleşmesi konusunda olmazsa olmaz olarak kabul edilmesi gereken bir eylem biçimine, yani ölüm orucu eylemine dönüşmüş bulunmaktadır.

Ölüm orucu; ileri sürülen talepler gerçekleştirilene kadar sürdürülen ve talep edilen hak mutlak anlamda yerine getirilene kadar devam ettirilen bir eylem tarzdır. Tekrar vurgulamaya ihtiyaç vardır; ölüm orucu herhangi bir uyarı, protesto veya dikkat çekme eylemi değildir, tamamen hedefe, talebe ve ileri sürülen hakka kilitlenen, dolayısıyla kesin anlamda sonuç alana kadar sürdürülen bir eylem tarzıdır. Ölüm orucu eylemi aynı zamanda bir fedai eylem biçimidir. Çünkü eylem hedefine ulaşana kadar devam eder ve ileri sürülen haklar yerine getirilmeyene kadar bırakılmaz, ara verilmez.

Ölüm orucu eylemini diğer eylemlerden ayıran temel özelliklerden birisi de katı ve temel kurallardan taviz verilmez olmasıdır. Bu anlamda gevşek ve esnek değildir. Son derece kurallı, katı ve uygulanması gereken mutlak prensipleri vardır. Örneğin açlık grevinde doktor kontrolü kabul edilir, muayene edilmesinde herhangi bir sorun olmaz, sadece tedavi edilmez. Fakat ölüm orucunda kontrol ve muayene olunmaz, çünkü eylemin doğallığında ısrar, katılık, ölüm ve en nihayetinde fedailik vardır. Bu dört ana unsur eylemi en üst düzeyde bir prensibe sahip olmayı zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle ölüm orucu eylemine kolay kolay başvurulmaz. Hayati sorunlarda, “olmazsa olmaz” diye tabir edilen olay ve olgular karşısında ancak ölüm orucu eylemine başvurulur. Elbette ki açlık grevi de bir hak alma eylemidir. Ama açlık grevi aynı zamanda bir protesto ve dikkat çekme eylemidir de. Uyarı, protesto, dikkat çekme gibi tutumlar ölüm orucu eylemi ile dile getirilmez.

Ölüm orucu aynı zamanda büyük bir ciddiyet ve ağırlık teşkil eden bir eylem biçimidir. Bu nedenle olur olmaz hak ve talepler nedeniyle eylem planlamasına alınmaz. Talep edilen hak ve ileri sürülen isteğe bağlı olarak gündeme alınır. Eğer hak ve talep hayatiyse, olmazsa olmazsa, mutlaka, ama mutlaka yerine getirilmesi gereken talepse ve bunlar farklı eylem biçimleriyle çözülmeyecekse işte o zaman ölüm orucu eylemi devreye girer. Demek ki ölüm orucu ileri sürülen taleplerin başka eylem biçimleriyle çözülmediği zamanda devreye giren büyük bir direniş ve fedai eylem biçimidir. Aynı zamanda, tüm eylemlerinin en üst eylem biçimi olmaktadır...

Ölüm orucu eylemi de açlık grevi eylemi gibi birçok boyutu olmakla birlikte; hem vicdan ve duygulara, hem insan psikolojisine ve hem de talebi yerine getirmesi gereken gücü pazarlık masasına çekme kuvvetine sahip bir özelliktedir. Vicdana, duygu ve insan psikolojisine hitap etme boyutu ise eylemcinin kendi bedenini açlığa yatırarak her gün dirhem dirhem erimesidir. Talepleri yerine getirmesi gereken güce karşı açlıktan eriyen çıplak bedenin iradeyle yoğrularak muazzam bir biçimde mücadele verilmesidir.

ÖLÜM ORUCU BİR İRADE ZAFERİDİR

Ölüm orucu irade ve ruhun derin bir biçimde yoğunlaşması temelinde ortaya çıkan bir eylem biçimidir. İradi kuvvet, içsel yoğunlaşma ve zafere olan inanç ekseninde geliştirilen ölüm orucu eyleminde aynı zamanda büyük bir inadı da kendi bağrında taşıdığını vurgulama ihtiyacı vardır. Burada zorunluluk yoktur, tamamen inanç, bilinç ve sorumluluk ruhu, büyük bir öz güven, büyük bir kararlılık, büyük bir kazanma gerçekliği vardır. Yılgınlığın, karamsarlığın, "acabaların", orta yolculuğun, kaybetme düşüncesinin, liberalizm ve oportünizmin zerresi bile bulunmaz ölüm orucu eylemcisinde... Tepeden tırnağa bir inanç ve fedai ruh ile birlikte büyük bir cesaret gerçekliği vardır. Kısacası ölüm orucu eylemi cesur yürekli insanların eylemidir...

ÖZGÜRLÜK HAREKETİ'NİN ÖLÜM ORUCU İLE TANIŞMASI...

Kürtler ve Özgürlük Hareketi ilk kez sözcüğün gerçek anlamıyla 1981 yılında Diyarbakır zindanında ölüm orucu eylemi ile tanışır. Kemal Pir ve Hayri Durmuş'un öncülüğünde başlayan ilk ölüm orucu eylemi 43 gün sürer. 12 Eylül askeri darbesine karşı geliştirilen ölüm orucu eylemi cellat Esat Oktay'ın verdiği bazı tavizlerden sonra son bulur. Ancak her zaman olduğu gibi bu kez de sözünün gereklerini yerine getirmeyen Türk devleti, şiddetini ve vahşi uygulamalarını giderek derinleştirince yeni bir ölüm orucu eylemi gündeme gelir. Tarihi 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu bu koşullarda örgütlendirilir. Hayri Durmuş ve Kemal Pir'in önderliğinde gelişen 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu, Kürtlerin tarihinde en onurlu ve zaferle yoğrulmuş eylem biçimi olarak yerini alır. 14 Temmuz eylemi, 12 Eylül faşist askeri darbesini Diyarbakır Cezaevi'nde yenilgiye uğratan eylem olarak tarihe geçer. Büyük bir katliam ve soykırım amacıyla iktidara gelen 12 Eylül faşizmi, Diyarbakır Cezaevi'nde boğulur, yıkılır ve Özgürlük Hareketi'nin karşısında bozguna uğrar. Dört büyük önder devrimcinin şehadeti ile sonuçlanan 14 Temmuz eylemi Kürtler için zaferin yolunu açar...

Açılan zafer yolunu izleyen tutsaklar, 1 Eylül 1983 tarihinde yeniden ölüm orucuna başlarlar. 22 tutsak, “teslimiyet ihanetin başka bir türüdür” diyerek başlatmış oldukları eylem, 27. gününde, işkenceci Esat Oktay Yıldıran’ın yerine atanan işkenceci Yüzbaşı Abdullah Kahraman’ın “tamam, istediklerinizi kabul ediyorum” demesi ile son bulur. Eylem içinde hastalanan İsmet Kara adındaki tutsak, eylemden sonra hastaneye kaldırılmasına rağmen yaşamını yitirir. Ancak faşist iktidar ve işkenceci yönetim yapısı tutsakları rahat bırakmaz. Teslimiyet ve ihaneti yeniden dayatır. Dayatılan ihanet karşısında tutsaklar direnişle karşılık verir. Ancak ihanet dayatması ve işkence dalgası durmaz. Bunun üzerine tutsaklar, yeniden ölüm orucu eylemine başvururlar. 1984 yılının Ocak ayında Diyarbakır zindanı yeniden ölüm orucu eylemi ile anlam bulur. Eylem sürecinde bir tutsak işkence ile katledilirken iki tutsak fedai eylemi ile şehit düşer. Ölüm orucunun bitirilmesinden bir gün sonra Orhan Keskin ve Cemal Arat şehadet kervanına katılır.

25 YIL SONRA YENİDEN ÖLÜM ORUCU

Aradan 25 yıl geçti. Bu süre zarfında sayısızca eylem ve etkinlik gerçekleşti. Ancak hiçbir eylem ve etkinlik ölüm orucu eylemi biçiminde gerçekleşmedi. Hep değişik eylem biçimleri olmakla birlikte genel olarak süreli veya süresiz açlık grevi biçiminde gerçekleşti. 25 yıl sonra yeniden ölüm orucu eylemine başvurma gerçekliği hem sürecin hem de hedeflenen talebin ağırlığını gösteriyor. 12 Eylül faşist askeri darbe döneminde teslimiyet ve ihanete karşı ölüm orucu eylemi ile karşılık verildi. Ölüm orucundan başka hiçbir eylem biçimi teslimiyet ve ihaneti durduramazdı. Önce Mazlum Doğan kendini feda eder, sonra Dörtler kendilerini cayır cayır yakar, sonra da 14 Temmuz Ölüm Orucu devreye girer. Ölüm orucu eylemi son hamle olur, keskin bir kılıç darbesi gibi 12 Eylül faşist darbesinin boynunu gövdesinden koparır. 12 Eylül faşizmi 14 Temmuz Ölüm Orucu ile Diyarbakır zindanında yıkılır…

BU KEZ AKP-MHP FAŞİZMİ HEDEF

Şimdi sıra Erdoğan-Bahçeli diktatörlüğünün ve AKP-MHP faşizminin yıkılmasıdır. Bu faşizmi yıkacak olan da 15 tutsağın 25 yıl sonra başlattığı ölüm orucu olacaktır. Nasıl ki 14 Temmuz Ölüm Orucu Eylemi, 12 Eylül faşizmini başarısız kıldıysa ve nasıl ki Kenan Evren'in amacına ulaşmasında büyük bir barikat oluşturduysa, 30 Nisan’da başlatılan ölüm orucu eylemi de Erdoğan’ı başarısız kılacağı gibi AKP-MHP faşizmini de yıkmada önemli rol oynayacaktır. 14 Temmuz'un sloganı “vahşeti yıkacağız, faşizmi yeneceğiz, siyasi savunma hakkımızı söke söke alacağız” biçiminde ifade edilirken, 30 Nisan 2019 tarihinde 15 PKK ve PAJK’lı tutsağın zindanlarda başlattığı ölüm orucu eyleminin sloganı ise “tecridi kıralım, faşizmi yıkalım, Kürdistan’ı özgürleştirelim” biçiminde formüle edilmiştir. 14 Temmuz'un hedefi vahşet koşullarında varlığını sürdürmek ve Özgürlük Hareketi’nin ayakta kalmasını sağlamak iken, 30 Nisan ölüm orucunun hedefi ise Önder Abdullah Öcalan’ın üzerinde uygulanan tecrit politikasına son vermek ve özgürlüğünü sağlamaktır.

Her iki ölüm orucu arasında 25 yıl gibi uzun bir zaman farkı var. Aynı zamanda her iki ölüm orucunun talebi de farklı. Ancak idealleri, düşünceleri ve dünyaya bakış açıları aynı. Onları aynı noktada buluşturan başka bir şey daha var; fedai duruşları… Kemal Pir ve Hayri Durmuş; “biz öleceğiz, bizden sonra gelenler de ölecek, ancak zafer mutlak anlamda bizim olacak” demişlerdi. Onlar zaferi kendi şehadetlerinde görmüşlerdi. “Biz öleceğiz, bizden sonrakiler de… Daha sonrakiler ise zaferi tadacaklardır” demeleri, onların o an için değil gelecek için direndiklerini gösteriyordu. Ama 30 Nisan direnişçileri sadece gelecek için değil aynı zamanda bugün için de direniyorlar. Çünkü onlar biliyorlar ki “tecrit kırılacak, faşizm yıkılacak, Kürdistan özgürleşecek.”

BİR HAMLENİN EYLEMİ

Elbette ki zor ve çetin bir yolculuktur. Eylemin ucunda ölüm vardır, sakatlanma ve büyük bir bedensel yıkım olacağı kesindir. Ancak bu eylem herhangi bir eylem değildir, hedefi ve kapsamı oldukça yüksektir. Zira sıradan bir taleple değil, bir sürecin hamlesini kendi içinde taşıyan bir gerçekliğe sahiptir. Dolayısıyla bedeli ve sonuçları da ağır olacaktır. Bunu ifade edenler bizzat eylemi başlatan eylemcilerin kendileridir.

SONUÇ ALMANIN ANAHTARI 

Ancak bu bedeli aşağıya çekmek ya da hiçbir biçimde bedel ödenmeden de sonuç almak mümkündür. Evet bu, mümkündür. Fakat eğer herkes eyleme sahip çıkarsa, faşizme karşı büyük bir demokrasi ve özgürlük bloku oluşturulursa ve sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar ayakta kalabilirsek bu böyle olur. Yoksa hem riski yüksek hem de bedeli ağır olur. Demek ki bedelin ödenmesi veya ödenmeden sonuç alınmasının anahtarı “biz”leriz. Bizler yüksek sesle haykırsak, “bedel ödettirmeyeceğiz” desek, “Leyla Güven ve arkadaşlarını yaşatmalıyız ama tecridi de mutlak anlamda kırmalıyız” desek, işte o zaman muhteşem sonuç ortaya çıkmış olur…

Sonuç olarak, büyük bir eylemin yaratacağı, dolayısıyla büyük bir risk ve bedelin ödeneceği bir sürecin en keskin yerinde duruyoruz. Adeta ateşle dans edildiği bir zamanın tam da orta yerindeyiz. Riski ve bedeli olan bu süreci büyük bir kazanmayla sonuçlandırmak kesinlikle bizlere bağlıdır. Bunu ısrarla vurgulamamızın nedeni de zamanın artık tükenmek üzere olmasıdır. Evet, zaman yok ama büyük kazanmanın imkânları vardır. O halde büyük kazanmak için büyük direnenlerle birlikte kendimizi aşmanın çemberinden geçelim…