İmralı’daki ölüm-yaşam savaşı

Benim yaşadığım koşullar, F Tipi cezaevlerindekinden çok daha ağırdır. Hiçbir cezaevi yönetmeliğinde bu uygulamalara ilişkin madde yoktur. Keyfi ve özel bir tutuklu-hükümlü muamelesi görmekteyim.

İmralı yargılanmasının hukuka aykırı gerçekleştirilmesini göz önünde bulundurmakla birlikte, bilgi ve değerlendirmemi sunmanın yararlı olacağı kanısındayım. Avukatlarımın yaptıkları AİHS’nin 2., 3., 5., 6., 7., 8., 9., 10., 13. ve 14. maddelerine aykırılık iddialarının tümüne katılıyorum. Bu konuda yaptıkları kapsamlı savunmalar, hem hukuk tekniğine uygun olmaları hem de zengin içerikle birlikte benim açımdan da geçerlidir. 

Ben daha çok aykırılık arz eden konuların özünde yatan gerçeklikleri açıklamaya çalışacağım. Tutuklu da olsam, halen Türkiye’de yalnız bana özgü ve koşulları tarihinde sabit olan bir adada tek başına tutulmam çok daha ağır bir durumdur. Türkiye’de F Tipi cezaevlerinin koşullarına itirazdan ötürü 50’yi aşkın tutuklu ya baskın ya da ölüm orucuyla şehit düştü. Benim yaşadığım koşullar F Tipi cezaevlerindekinden çok daha ağırdır. Hiçbir cezaevi yönetmeliğinde bu uygulamalara ilişkin madde yoktur. Keyfi ve özel bir tutuklu-hükümlü muamelesi görmekteyim. Kimse nasıl yaşadığıma tanıklık etmemektedir. 

Sayıları değişen ve her seferinde 20’den aşağı düşmeyen özel güvenlik kuvvetleri tarafından 24 saat sürekli hem kameradan hem de açık gözle gözetleniyorum. Sadece bu uygulamanın bile psikolojik olarak ne kadar ağır olduğunun ancak AİHM’nin akraba bir kuruluşu olan İşkenceyi İzleme Komitesi ve onun vereceği raporla sağlıklı değerlendirilebileceği açıktır. Ufak bir hava bozulmasıyla haftalık olan avukat görüşmelerim bazen iki veya üç haftada bir saat olarak gerçekleşebilmektedir. Bir erkek kardeşim ve iki bacımla ancak aylarca sonra birer defa görüşebiliyorum. 

Mesafenin uzaklığı ve yoksulluktan ötürü başka türlü görüşme zordur. Çok ağır alerjim vardır ve mevcut koşullar bunu daha da ağırlaştırmaktadır. Zaten deniz iklimi sağlığım üzerinde hep boğucu etki yapar. Son zamanlarda dakikada bir boğazıma dolan koyu sıvıyı atmak zorunda kalıyorum. Vücudum âdeta direncinin son aşamasındadır. Yemekler karavana tarzıdır. Sağlık açısından kendime bir şey almam mümkün değildir. Bununla birlikte Ada Komutanlığı ve cezaevi yönetimiyle ilişkilerimi medeni ölçüler içinde sürdürmeye çalışıyorum. Sorunlarım onlardan kaynaklanmıyor. Uygulanan statü en büyük psikolojik baskı aracı durumundadır. 

Bu hususları pek önemsememekle birlikte, asıl siyasal linç sistemini açmak gerekmektedir. Mahkeme döneminde sivil kılıklı kesimler ve basın tarafından tam bir linç havasının estirildiğine tüm dünya tanık oldu. Mahkeme salonunda bile ufak bir eleştiri linç girişimiyle karşılaşıyordu. Askerin özel tedbirleri olmasaydı her tür çılgınlığın yaşanacağı çok açıktı. Basın dışarıda estirdiği terör tutumuyla Kürt halkını yıldırıp korkutarak davasından vazgeçirmek amacındaydı. Doğduğumuza pişman ettirilmek isteniyorduk. 

Bu süreçte yüzlerce dost ve yurtsever insan kendini yaktı. Mutlaka idam edileceğim biçiminde bir ön propagandayla bu insanların tüm umutları yıkılmak isteniyordu. Çok basit bir insan durumuna sokulmam için çalışılıyor, halkın gözünden düşürülmeme büyük özen gösteriliyordu. Acayip karikatürler ve yorumlarla tüm direnç noktalarım çözdürülmek isteniyordu. En ufacık dostluk sempatileri aşırı şiddetle bastırılıyordu. Uygulanan baskı sisteminin esas hedefi, halkın yurtsever siyasal bilincini yok etmek ve bir davalarının olmadığını göstermekti. Lehimde bir türkü söylenmesi, bir şiir okunması toplumda linç edilmek için yeterli oluyordu. Sanatçı Ahmet Kaya’nın lehimde dolaylı olarak söylediği bir iki barış yanlısı sözü siyasal bir lince uğramasına yetti. Artık Türkiye’de kalamazdı. Hain ilan edilmişti. Kısa bir süre sonra bu acıya dayanamayıp Avrupa’da şehit düştü. 

Israrlı barış ve demokratik uzlaşı çabalarımız sonucunda bu şoven ortam kısmen aşılmıştır. Toplum çelişkilerini daha gerçekçi görmeye başlamıştır. Özel savaş ve rant ekonomisiyle ne tür yolsuzlukların yaşandığını görmüş, yaşanan ağır krizin gerçek nedeninin rantçı siyaset yapısı olduğunu kavramıştır. Diğer yandan daha sorumlu devlet makamları, klasik imhacı ve inkârcı yapılanmayla devletin kendini sorunlardan kurtaramayacağını ve demokratik yeniden yapılanmanın kaçınılmaz olduğunu, bu yönlü reformların ivedilikle hayata geçirilmesi gerektiğini sürekli rapor etmektedir. PKK gerek ideolojik gerekse pratik tıkanmaların eski yaklaşımlarla aşılamayacağını ve çözümlerin üretilemeyeceğini anlamıştır. PKK kendi çapında çok boyutlu yeniden yapılanmayı yaşamaktadır. 

Tüm toplum kesimleri yeni bir durumun doğmakta olduğunu, bunun sancılarının çekildiğini derinliğine fark etmektedir. Kürt sorunu açısından yaşanan durum ‘ne savaş ne barış’tır, bir nevi ateşkes etrafında şekillenen bir mütareke dönemidir. Taraflar derin derin düşünmekte, en uygun düşünce ve pratiklerin neler olması gerektiğini kestirmeye, buna göre politika belirlemeye ve yeniden yapılandırmaya çalışmaktadır. Tüm Türkiye toplumu da bu sürece girmiştir. Her kesim tarihten güncelliğe ve geleceğe kadar kendini çok yönlü gözden geçirmekte, dünyayı ve ülkenin iç ve dış koşullarını daha gerçekçi yorumlayarak yeni program ve perspektifler edinmektedir. 

Siyasal yaşamın yenilenmesini ezici bir çoğunlukla karşılamaktadır. Fakat tüm bu olumlu gelişmeler çözümlerin gerçekleşmekte olduğunu garanti etmemekte, sadece eskisi gibi yaşanmayacağını kanıtlamaktadır. Nasıl yaşanması gerektiği, Kürtler başta olmak üzere tüm kimlik, inanç, düşünce ve cins farklılıklarını kapsamına alacak yeni bir toplumsal konsensüsün (toplumsal mukavelenin) geliştirilmesine bağlı bulunmaktadır. Bu da yeni anayasa ve yasaları gerektirmektedir.

Türkiye’nin savaş ve barış sorunu, Kürt konusunu çok aşan bir derinliktedir. Hem uzun tarihsel geçmişi hem de son 30 yılın sosyal, dinî ve etnik çekişmeleri bu gerçekliği dışa vurmuştur. Cumhuriyetin resmi ideolojisi ve oligarşik yönetimi her ne kadar tek renkli bir örtüyü baskıyla tüm topluma giydirmeye çalışmışsa da başarılı olamamıştır. Çelişki ve çatışmalar bu örtüyü darmadağın etmiştir. Gerekli olan şey, çok renklilik ve çok kültürlülüğü bir zenginlik olarak kabul eden anayasal düzene ulaşmaktır. Toplumun bu yönlü istemi yoğundur ve sürekli gelişim halindedir. 2000’lerin Türkiyesi, demokratik ve laik cumhuriyeti özde yeniden biçimlendirmeye zorlanmaktadır. En az 1920’ler kadar köklü bir dönüşüm ihtiyacı duyulmaktadır. 

KÜRTLER TARİHTE İLK DEFA DAĞILMADILAR

İmralı’daki yaşam-ölüm süreci hem bu dönüşüm ihtiyacının varlığını netleştirmiş hem de çözümün nasıl olması gerektiğine dair yol ve yöntemleri somutlaştırmaya başlamıştır. Şüphesiz bunda PKK ve Kürt halkının ezici çoğunluğunun Önderliğe bağlılığı temel rol oynamıştır. Kürtler tarihte ilk defa en gelişmiş bir iç ve dış kökenli komplo karşısında dağılmamışlar, tersine olağanüstü kenetlenerek örnek barış ve demokratik uzlaşı tavırlarını ortaya koymuşlardır. Bu tavrın gücü ve dürüstlüğü, belki ilk defa devleti ve tüm toplumu da etkileyerek, barışa ve yeni bir toplumsal sözleşmeye doğru adım atmalarına cesaret vermiştir. 

Kürtleri de kapsayan toplumsal sözleşmenin ülkenin bütünlüğü ve devletin birliğinin en doğru tarzı olacağına ilişkin en üst tartışmalar olmakta ve çoğunluk bu yaklaşımı olumlu bulmaktadır. Yaşanmakta olan doğum sancılarıdır. Fakat bu her şeyin doğru yolda geliştiği anlamına gelmemektedir. Yerel ve gerici şoven güçlerle eski siyasal kalıntıları ve bürokratik statükolar, her tür engellemeyi yapabilecek ve yeni patlamaları doğurabilecek potansiyeldedir. Sosyal patlama tehlikeleri gündemden tümüyle düşmüş olmaktan uzaktır. 

Bu gerçeklikten hareketle yaşamımın İmralı süreci, meşru savunma konumuna ilişkin, benden başlamak üzere ilgili herkese ve her çevreye çok yönlü görevler yüklemektedir. Bu görevler olumlu bir barış ve tam demokrasiye geçmek için PKK’nin silahlı güçlerinin yeterli nicelik ve nitelikte güç kazanmasını zorunlu kılmaktadır. Bu sadece Türkiye’de barış istemeyen güçleri değil, Ortadoğu’nun ve Kürtler içindeki çok güçlü gericilerin saldırılarını boşa çıkarmak için de zorunlu olmaktadır. Bu sağlanmadan barış ve tam demokrasi bir hayalden ibaret olur.

İkinci önemli husus, Kürtlerin klasik toplum yapısını aşarak çok kapsamlı, genişliğine ve dikey, toplumun ezici çoğunluğunu bağrında toplayan sivil toplum olgusunu gerçekleştirmeleri gerektiğidir. Benim İmralı yaşamıma halkın vereceği yanıt bu kapsamda sivil toplumun kurulmasıdır. Kardeş Türk halkı ve diğer kültürel gruplar için de çare kendi sivil toplumlarını kurmalarıdır. Türkiye’nin en temel projelerinden birinin sivil toplumun geliştirilmesi olduğu tartışmasızdır. Sivil toplum kurulmadan, klasik devlet buyruklarıyla yeniden yapılanmanın sağlanması bir hayal ve kendini aldatma olacaktır. 

Özellikle bu projeye en çok sahip çıkması gereken sol ve sosyal demokrasinin eski tutucu yapısını aşıp geniş bir yelpazede sivil toplumun ittifakına dayalı bir çözüme öncülük etmesi yaşamsal önem taşımaktadır. Çekilen bu kadar acı ve yaşanan şahadetler, onların anılarına biraz saygı varsa, bu yönlü görevlerine başarıyla sahip çıkmalarını dayatmaktadır. Aksi halde tutarsızlığı, demokrasiye ve barışa inançsızlığı ve ilkesizliği belli olan sağ kesimlere siyaset ve iktidar öncülüğünü kendi elleriyle peşkeş çekmiş olacaklardır. 

BENDEN BAŞLAYACAK BİR İMHA

İmralı’daki ölüm-yaşam savaşımında bu bilinçle ve sorumluluklarımın da farkında olarak, bunun gereğini inanç ve azimle yapmaktayım. İlgili tüm kişi ve kurumların halklarımızın bu yaşamın ne anlama geldiğini çok iyi çözümlemeleri kendileri için daha fazla yaşamsal bir anlam taşımaktadır. Onurlu bir barış ve tam demokratik bir çözüm hepimizin tercihi ve çalışmalarımızın ağırlık merkezidir. Şer kuvvetlerin ve çeteciliğin gücü bilinerek, benden başlayacak bir imhanın kapsamının başta Kürtler olmak üzere tüm Türkiye halkından on binlerin katledilmesi olduğu bir an bile göz ardı edilmemelidir. 

Komployu hazırlayan iç ve dış güçlerin en temel hedeflerinin de bu olduğunu ve belki de uygun yer ve zaman içinde böyle bir imhaya yönelebileceklerini hiç unutmadan, bu katliam yarın gerçekleşecekmiş gibi her tür savunma hazırlıklarını geliştirmeleri şarttır. Geleceğin onurlu barışı ve olmazsa onurlu özgürlük savaşımı ancak bu temelde başarıya gidilebilecektir. 

AB’nin ve onun demokratik hukuki çözüm gücünü belirleyen AİHS ve AHİM’nin, Türkiye’deki sürece olumlu yönde katkıda bulunmak için geçmişteki klasik sömürgeci zihniyeti ve politikaları aşarak, barış ve demokratik uzlaşıya doğru adaletli kararlarıyla tarihe yaraşır bir katkı sunacaklarına dair dilek ve umudumu bir kez daha belirtmek durumundayım.

(Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın kitaplarından derlenmiştir.)

Devam edecek…