Ekolojik yıkım çöküşe gidiyor

İstanbul, Ocak ayının ortasına geçilmesine rağmen hala yağış almadı. İSKİ korkulacak bir şey yok dese de Polen Ekoloji’den Cemil Aksu, 20 milyonluk megakentte uygulanan ekoloji politikalarının bir felakete sebep olacağına işaret ediyor.

Ocak ayının ikinci haftasını da geride bırakırken İstanbul, kış ayına rağmen hala ciddi bir yağış almadı. İstanbul’un yağış almamasının yanı sıra ay sonuna kadar sıcaklıklar 18 dereceye kadar ulaşıyor. Peki, son birkaç yıldır ara sıra gündeme gelen İstanbul’daki kuraklık tehlikesi ne kadar ciddi? Buna karşı önlemler alınıyor mu?

İSKİ’nin verilerine göre ocak ayının başında İstanbul’a su sağlayan Alibeyköy Barajı’nda su seviyesi yüzde 18.29 ile son 10 yılın en düşük seviyesinde. En yüksek oran Terkos Barajı'nda. Burada da oran yüzde 38,81. Yine megakenti besleyen en düşük seviyedeki Papuçdere Barajında ise doluluk yüzde 4,9 seviyesinde. Kenti besleyen 10 barajın ortalama doluluk oranı ise yüzde 32,25. Her ne kadar İSKİ Genel Müdür Yardımcısı Bülent Solmaz, endişe edilecek bir şey olmadığını söylese de çevreciler aynı görüşte değil.

SON ÇİVİ ÇAKILACAK

İstanbul’un Ocak ayı ortası olmasına rağmen yağış almaması ve hatta sıcaklığın artmasının İstanbul için nasıl bir tehlike barındırdığını sorduğumuz Polen Ekoloji’den Cemil Aksu şunları kaydediyor: “Artık her yıl barajlardaki doluluk oranları sürekli bir kriz konusu haline geldi. Bu İstanbul açısından zaten temel sorun. Ama yazı kışı yağışlı geçen Karadeniz için bile özellikle yaz aylarında su krizi yaşanıyor, su kesintileri yapılıyor. İstanbul için şunu sürekli tekrarlamak gerekir: Bu ekolojik yıkım çöküşe gidiyor. Marmara'daki müsilaj bunun bir işareti, her yıl daha fazla günün yağışsız geçmesi de. İstanbul'da su sorununun bir kısmı İBB’de, bir kısmı da hükümette. Kuzey ormanları bitmek üzere. Kanal İstanbul yapamadılar ama bölge hızla yapılaşıyor. Su havzalarını korumak yerine uzak havzalardan su transferi yapılıyor. Eğer hükümet, yeni projesi olan Trakya’yı doğal gaz depolama merkezi yaparsa tabuta son çivi çakılacak. Bütün bunların altında kapitalist kent politikaları, kentlerin mega kent haline getirilmesi, nüfusun buralarda toplanması, kentin kendisinin bir fabrikaya çevrilmesi anlayışı var.

Bu durum nihayetinde damacana ile su almaya mecbur kalmamız olacak. Ki bu zaten yapıldı. İstanbul'da kimse musluk suyuna güvenip de içmiyor. Su krizinde ilk akla gelen, yoksulların mahallelerinin suyunu kesmek oluyor. Uzun su kesintileri yapılması. Bu da hem temiz suya erişimi ortadan kaldırır hem de yeterli suya erişimin engellenmesi demektir.

HİÇBİR PROJE ÇÖZEMEZ

20 milyonluk bir megakent olan İstanbul’da daha önce de kuraklık tehlikesi konuşuldu. Peki, buna dair bir çözüm projesi geliştirildi mi? Aksu’nun çözüme dair cevabı şöyle: “20 milyonluk bir megakentin su sorununu hiçbir proje çözemez. Hele ki ekolojik dengeleri, toplumsal ihtiyaçları hiçbir şekilde göz önünde bulundurmayan bir mantaliteye sahip, kapitalist paradigmaların yön verdiği yerel ve merkezi hükümetler! Yerel ve merkezi hükümetler mevcut çaresizliğe razı olmuş durumda. Ne de olsa ölenler kentin yoksulları, göçmenler, hayvanlar olacak. Bir bütün olarak üretim ve yeniden üretim süreçlerinin planlı, toplumsal denetim altına alınmadıkça yapılacak olanların anlık bir etkisi de olmayacak. Çünkü artık bu tür yerel sorunlar küresel iklim değişikliği ile iç içe geçmiş durumda. Kentlerimizi sermayenin elinden kurtarmadan bir çözüm mümkün değildir. Sermaye açısından ise zaten bütün bu krizler yaşam kaynağıdır. Ölüm, hastalık, deprem, salgın, susuzluk her şey sermaye için fırsattır. Yeter ki ölen kendisi olmasın.”

AYNI SÜREÇLERİN SONUÇLARI

Cemil Aksu, geliştirilecek çözümlerin anlık faydadan da uzaklaşacağını söylerken iklim krizine dikkat çekiyor ve hep dillendirilen ama uzakmış gibi görülen bu krizin kendini daha fazla hissettiriyor oluşuna dair şunları dile getiriyor: “İklim değişikliği de kuraklık da aynı süreçlerin sonuçlarıdır. Birer beton yığını olan şehirleşme, ormanların sanayi, endüstriyel tarım için yok edilmesi, kimyasal kirlilik vb. dolayısıyla artan sıcaklıklar mevcut kuraklığı daha da hızlandırıp kritik hale getiriyor. Türkiye'de ve Kurdistan'da son yıllarda kuraklık hızlı ve uzun süreli olarak yaşanıyor. Kurdistan zaten asırları bulan bir ormansızlaştırma yaşamış, yanlış tarım politikaları yüzünden de çoraklaştırılmış bir coğrafya. Mevcut orman alanları da savaş politikaları ile yakılıp, kesilip yok ediliyor. Örneğin, Dicle Karacadağ havzasında Bayer’in GDO’lu mısırının tarımı yapılıyor.

Bütün bu gelişmeleri küresel ekolojik dengelerin yıkımına, iklim değişikliğine karşı mücadelenin neden hayati bir öneme sahip olduğunu gösteriyor. Ekoloji mücadelesini birkaç "çevreci tip"in sosyalleşmesi olarak gören zihniyetten kurtulmak lazım. Ekoloji mücadelesi ezilenlerin yoksulların ölüm kalım savaşıdır.”