Dağ gibi mirasın ardılı Dersim Zêrevan 

Yazar, kameraman ve yönetmen Dersim Zêrevan (Jihan Asaad Sheikhmous) Dağ sinemasının öncüsü Halil Dağ’ın öğrencisi. Zêrevan, dağların sırrını, Halil’in bilmediğimiz hallerini ve projelerini anlattı.

Dersim Zêrevan ismini yoğun olarak SARA belgeselinin gösterime girdiği zamanlarda duydunuz. Zira Kürt halkının tarihinde önemli bir yere sahip olan kızıl saçlı devrimci Sakine Cansız’ın hayatını anlatan belgeselin yönetmeni, senaristi ve kurgucusuydu. İlk yönetmenlik deneyimini böylesi tarihi yükü ağır bir çalışmayla başlatmış olması Dersim Zerêvan’ı tanıyanlar için pek de şaşırtıcı değil. Dersim Zêrevan, zor’un kadını çünkü. Bir iş gönlünde yer edinmiş ve bunu aklı da onaylamışsa onun başarılmaması imkansızdır.

Yıllardır kendisine dair bir şeyler yazmasını, yaptığı çalışmaları anlatmasını, ama en çok da öğretmeni Halil Dağ’la geçirdiği zamanları anlatmasını istedim bu değerli devrimci mücadeleci kadının. 

İşte bu imkanı nihayetinde geçtiğimiz haftalarda Süleymaniye’de yağmurlu bir akşamüstünde gaz sobasının etrafına oturduğumuzda bulabildim. Fırsat bulmuşken sordum da sordum. Uzun yıllardır tanışmamıza rağmen ilk defa duyduğum pek çok şey anlattı. 

Çocukken günün ilk ışıklarında henüz yorganın altındayken ülkesizliğin zorlu-acılı hikayelerini dinlemişti büyüklerin sesinden. Zor’un ehemmiyetini daha o yaşlarda kavramış, dengbejlerin o güzel sesinden acının akışını seyretmişti. Ne büyük bir tezattı! Acı-güzel-zor iç içe olacaktı demek. Şifreyi çözmüştü: Güzel olan; acı ve zordu! 

İlkler, insan hayatında çok önemlidir. Bu bakımdan şanslıydı. Şifreyi erken çözmesi zor olan hayata yön vermesini kolaylaştıracaktı…

Yazının akışının bu yönde ilerlemesini çok isterdim. Ancak O’nu kendi cümlelerimle anlatmayı ne kadar çok istesem de en iyisi onu kendi cümleleriyle tanımanız. Üç bölüm şeklinde hazırladığımız bu röportajda önce Dersim Zêrevan’ı tanıyacağız. Sonra Dağ sinemasını ve Halil Dağ’ı onun cümlelerinden dinleyeceğiz. 

Bugün Halil’in şahadetinin 13. Yıl dönümü. Öğrencisi Dersim Zêrevan’ın isteği üzerine bu tarihte yayınlanmasına karar verdik. Ve röportaja Halil’den bir alıntıyla başlamak isteriz: 

“Benim fotoğraflarım, kameramanlığım dağlarda gelişti. Ben bunun bir dağ sırrı olduğuna inanıyorum… Yazı, fotoğraf, kamera, sinema dağın bana eklediği, kazandırdığı şeylerdir. Benim dağa getirdiğim sadece kendi bedenim var. Ama benim dağdan aldığım şeyler çok fazla. Ben dağlarda yetiştim. Bir seyirci olarak değil.” Halil DAĞ

Nereden başlayalım? Biraz çocukluk-gençlik zamanlarını anlatsan ilk önce. Ne de olsa ilk röportaj. Oradan da edebiyat ve sinema maceralarına geçeriz. 

Çocukluğumdan beri yurtsever gelenekli Kürt kültürünün parçasıyım. Hatta şöyle söyleyeyim; ülkesizliğin sancısını çocukluğumuzda nenelerim ve halalarımın bizi uykudan uyandırışından beri biliyorum. Uyanırlar ve daha yatağın içindeyken ülke sohbetlerine başlarlardı. Kürt tarihi, katliamları ve ihanetlerinin hikayelerini anlatırlardı. Dengbejlerin sesinde, çocuk masallarında da aynı şeyler vardı. Kısacası ‘Kürtlerin ülkesizliği’nin trajik hikayelerini dinleyerek büyüdük. İnsan böyle bir çocukluk geçirince ister istemez bir karakteri oluşuyor. Sosyal, psikolojik ve düşünsel olarak bir şekillenme yaratıyor insanda. 

AİLE ALBÜMÜNDE YILMAZ GÜNEY FOTOĞRAFI

Mesela bizim aile albümümüzün içerisinde kırmızı kazaklı ve kıvırcık saçlı birinin fotoğrafı vardı. Herkes tanıdıktı ancak o değildi. Aradan yıllar geçti televizyon girdi hayatımıza. Ben de büyümüştüm artık. Filmler izliyorduk ve o kişinin Yılmaz Güney olduğunu o zaman anladım. Bu durumu yaşamımın bir tesadüfüymüş gibi ele almadım. Hayat alfabesinin şifrelerini çözmeye başladığımda bu durum da benim için anlam kazanmaya başladı. 

Babamın Libya’dan getirdiği bir fotoğraf makinası vardı. Aile fotoğraflarımızı hep onunla çekerdik. Sonrasında bozuldu. Ama artık benim bir oyuncağımdı. Fotoğraf çekiyormuş gibi yapıyordum. O zamanlar, oyun oynadığım şeyin daha sonraları amaçlarıma yürüyeceğim bir araç olacağını düşünmemiştim. 

SİNEMA AMÛDE…

Şunu da söylemek isterim; o zamanlar Kürtlerde sinema kültürü pek gelişkin değildi. Ayrıca sinemaya gitmek pek de tercih edilen bir durum değildi. 1960 yılının 13 Kasım’ında biliyorsunuz yüzlerce Kürt çocuğu ilk kez gittikleri Amûde Sineması’nda Suriye rejimi tarafından yakılarak katledilmişlerdi. Ancak, yanlış değilsem “Soro” adlı kısa bir film çıkmıştı. Tüm Rojava o filmi seyredebilmek için seferber olmuştu. 

Şöyle bir ayrıntıyı da hatırlıyorum; Qamişlo’daki sinemada motor yanmış ve küçük bir patlama olmuştu, tüm Kürtler kısa süre içinde sinemanın önünde toplanmıştı. 1960 yılındaki o olaydan sonra sinema bir anlamda ölüm mekanı gibiydi. Çizgi filmler olurdu, fakat Kürt aileleri çocuklarını göndermezdi. 

EDEBİYATA MEYİL

1996 yılına gelindiğinde kendime yeni yollar çizmiştim. Özellikle yazım alanında projeleri tercih etmeye başlamıştım. Kürt ve Kürdistan kültürü ve tarihi içerisinde yetişmiş biri olarak en anlamlısının Kürt ve Kürdistan adına savaşanları yazmak olduğuna karar verdim. Bunun için öncelikle araştırmak-tanımak gerekiyordu. 2000 yılına kadar Kürdistan devrimcileriyle hareket edip, Suriye rejiminin zulmüne karşı toplumsal hareketler içerisinde bir aktivist olarak çalıştım. Bu arada dağlarda gerillaların Edebiyat Okulu kurduğunu duydum. Aradığımı bulmuştum. Kısa bir süre sonra artık o okulda gerilla anıları ve şiirlerini derlemeye başlamıştım. Bunun yanı sıra üç yıl boyunca da Zilan (Zeynep Kınacı) üzerine araştırmalar yaparak Arapça dilinde bir kitap (roman) hazırladım. 

HALİL’LE İLK KARŞILAŞMA

Burada bir parantez açarak hayatımın yönünü daha sonraları değiştirecek bir anımı anlatmak isterim. Edebiyat Okulu için dağa ulaştıktan kısa bir süre sonra YNK savaşı başladı. Bizim bulunduğumuz yerden savaşan güçler geçerek cepheye gidiyordu. 

Biz çeşme etrafında tûzik (su teresi-tere otu) topluyorduk. Bir gün Murat Karayılan, yanındaki bir grupla çeşmede konakladı. Aralarında göze çarpan biri vardı. Yerinde duramıyordu. Elinde fotoğraf makinası gülerek gerillaların arasında dolaşıp duruyor, fotoğraflar çekiyordu. 

Daha sonra yola koyuldular. Herkes arkasını dönüp gitti. Ancak o, uzaklaşana kadar bize baktı. Kafasını sürekli selamlar gibi saygıyla eğerek bize bakıyordu. Hatta önüne bakmadığı için taşa takılıp düştü de. İşte o yerinde duramayan gözleri hep bir şeyler arayan Halil Dağ’dı. O kare sürekli hafızamda en taze haliyle yerini korudu. O gün yollarımızın bir şekilde kesişeceğini aynı amaca aynı araçlarla ulaşmaya çalışacağımızı hissettim. 

EDEBİYAT OKULUNA VEDA

Yaklaşık dört yıl boyunca Edebiyat Okulu’nda yüzlerce şiir ve gerilla anısını derlemiş, Zilan’ın kitabını da bitirmiştim. Sanki hayatımın yazımsal bölümünü tamamlamış gibi hissediyordum. Yeni bir yolun açılacağını aslında sezmiştim. 2004 yılına geldiğimizde Halil’in artık sinema ekibi vardı, yenilerini de yetiştiriyordu. Olması gereken olacak gibiydi…

Hem Kürtler açısından hem de gerilla açısından yazının çok şey ifade ettiğini, yazmanın tarih oluşturmadaki öneminin farkındaydım. Ama sinema ve sanatla bunu ivmelendirebilirim diye düşündüm. Gerillanın acısını, geçmişini, güzellikleri, sade yaşamını sanatsal olarak sinemayla anlatıp insanların evinin içine kadar götürebilme düşüncesi bile heyecan vericiydi. Kameraya merakım; anlatmıştım çocuklukta belki bir oyuncak olarak elimdeydi ama içten içe bir tutkuya dönüştüğünü görebiliyordum. 

Özelde de Kürtler için açacağı kapıları görebiliyordum. Kürtler asırlar boyunca acı ve katliamlarla yüz yüzeydi ve yalnız başına, kimsesiz bir halktı yeryüzünde. Bu gerçeklikleri anlatabilmek-adlandırabilmek için sinema güçlü bir araç. 

Yazıdan, görsel mecraya geçmeye karar verdiğin an tam olarak aklında mı?

Kameraya meyilli olmanın baskınlığı vardı aslında. Ele alacağın herhangi bir konuyu görüntüyle okuma ve o gerçekliği veya güzelliği kamera yoluyla yansıtmak çok daha çarpıcı olurdu. Esas kararlaşmayı sağlayan da buydu. Bu da gönüllü bir tercihti benim açımdan. 

HALİL’DEN İLK DERSLER

Ardından kamera eğitim süreci mi başladı?

2004’ten sonra görsel dünyaya resmi bir yatay geçiş oldu. Öğretmenim Halil Dağ’dı. Dersler almaya başladım. Derslerin en etkileyici yanı kameranın bir toplumun kalbi ve gözü olduğunu öğrenmemdi. Yaşadığın toplumun sırrını ele almak gibi... Bu yüzden de yürürken, uzanırken, bir toplulukta sohbet ederken o sırra ermenin yollarını düşünmeye başlamıştım. Tüm ruhumu kaplamıştı. Ondandır, öğrendikten sonra da on yıl aralıksız kamera egzersizleri yapmaya devam ettim. Sabah erken herkesten önce kalkar, gece de herkesten geç yatar, eğitimimi hiç aksatmazdım. Vücudun denge hareketleri, ellerin kamerayı vücudunun bir parçası görecek kadar ezberlemesi, bütünleşmesi gibi tüm egzersizleri yapıyordum. Çünkü en temel tekniğin vücudun. O zamanlar gerekli ekipmanlarımız da yoktu. 

KAMERA CANLI OLACAK!

Halil, “Eğer gerillayı çekeceksek, onun gibi oturup onun gibi kalkacak, onun gibi düşeceğiz. Kısacası kamera canlı olmalı” derdi. Statif kullanmak veya sabit-durağan bir çekim hedefinden ziyade gerillanın hayatıyla bütünleşen bir kamera olmalıydı elimizdeki. Hem karanlıkta hem mağaralara girerken hem yamaç çıkarken hem dolu-dizgin dağdan inerken; yürürken gökyüzüne bakarken, ay’ı izlerken… Aklınıza gelebilecek tüm gerilla aktivitesinde kimi zaman önde kimi zaman arkada ama hep içinde olabilecek bir şekilde öğrendik kamerayı. 

Ayrıca Halil, zayıf noktalarımızın üzerine giderek de öğretiyordu. Mesela bana “korkarım bizim Dersim düğün kameramanı olsun” derdi. Çok öfkelenirdim “göreceksin nasıl bir kameraman olacağımı” diyerek karşılık verir ve azimle çalışırdım. “Bir gün gelecek öğrencinle gurur duyacaksın” dediğimde ise kıyamazdı, hemen “ben şimdi de seninle gurur duyuyorum” diyerek gönlümü alırdı. 

Amaçsız bir şekilde kamerayı asla elime alamazdım. Zaten şöyle bir şey vardı; kamerayı ancak 2-3 ay sonra elime verdiler. Öncelikle değerini bilmemizi istiyordu Halil. Nereden gelmiş, nasıl elde edilmiş, bizim elimize nasıl ulaşmış. Bunlar da eğitimin bir parçasıydı. 

İKİ KAMERA İLE MONTAJ

Şimdi bir yerlerde bahsetsek sanırım pek inanan çıkmaz ama daha sonra sadece iki kamerayla montaj yapmayı öğrendim. Zaten Halil onlar Beritan’dan önceki filmleri bu şekilde montajlamış. Bilgisayarla filan değil. 

İlk film deneyimin?

Fîrmeskên Ava Zê (Zap’ın gözyaşları) filmi. Oyuncu olarak. O zamanlar yeni dahil olmuştum ekibe. 3-4 ay filan olmuştu. Tesadüfi bir şekilde oyunculuk da yaptım. 

Az önce kamera aşkını anlatıyordun?

Şöyle anlatayım: Sene, 2004. Gerillaların Kuzey yolculuğu başlıyor. Gerilla Basın Birimi arşiv görüntüleri alırken biz de sinema birimi olarak savaş sahasına giden gerillaları çekiyorduk. Ancak bizim kameramızın pili erken bitti. Koştur koştur gidip yenisini getireyim derken, grup artık yola çıkıyordu. Bir ekip arkadaşım “Halil arkadaş deli oldu!” deyince ben korkup akşama kadar gözden kayboldum. Akşam saatlerinde mutfağa gittim Halil ve Armanc Kerboranî arkadaş bir tabağın üzerinde iştahlı iştahlı yemek yiyordu. Çok yorulmuşlar ve acıkmışlardı belli ki. Bilseydim oraya hiç gitmezdim. Çünkü bu çok büyük bir eksiklikti, beni ekipten bile çıkarabilirlerdi. Bir iki defa da ceza yemiştim piller yüzünden. Hatta bir keresinde setten attılar beni. İşimi tedbir alarak yapmadığım için. 

Velhasıl, onları orada görünce acayip panikledim, hemen bir bardak su doldurdum içmeye başladım. Bana baktıklarını biliyordum. Ben de bardağın dibinden onlara bakıyordum. Halil kızdığında gözlüklerinin üstünden öyle uzun uzun bakardı. Yine öyle yaptı ve başını salladı. Ben bardağı bırakır bırakmaz hızla uzaklaştım oradan. Aradan biraz zaman geçti, “Heval Halil seninle konuşmak istiyor” dediler. Halil geldi, hemen söze girdi “Heval Dersim bizim filmde oynar mısın?” dedi aniden. Ben şok oldum. Ben ceza, ekipten çıkarılma gibi şeylerin üzerine düşünürken böyle bir öneri de nereden çıkmıştı? “Hayır, yapamam” dedim çabucak. Oyunculuğu ne yapmışım, ne de seviyorum. Tabi oynadım. Mecbur kaldım yani. Gerçekten de filmde pek iyi oyunculuk sergilediğim söylenemez.

HALİL’İN ZAP’I…

Şu vardı; konunun tarihselliği etkileyiciydi. Ve yaşanmış bir olayın anlatımıydı. Gerillalar bir mağarada tanrıça heykeli buluyorlar. Aynı filmde canlandırmanın yapıldığı şekildeydi. Gabar adında bir gerillaymış. Daha sonra şehit düştüğü için Halil onun anısı gereği bu filmi yapmayı doğru bulmuştu. Zap’ta eski gerillalardan biriymiş ve neredeyse tüm dağlarında, tepelerinde onun ayak izleri varmış. Öyle bir gerillaymış bize anlattığına göre. Bir de Halil Zap’ı kendi gerillacılığının çocukluk dönemi gibi, başlangıcı olarak görüyordu. Hep büyük bir değerle bahsederdi Zap’tan. Bu hikayeyi de anlatınca oyunculuk bilmesem de ‘hayır’ diyemedim. 

GRİ BALIKÇIL…

Gerçekten de Zap mitolojik bir yer. Hem tarihiyle hem de gerillalar için öyle. İnsanı kendine bağlayan bir tılsımı var. Halil, “Yola Zap’tan koyulmasam önüm açılmaz” derdi. Misal; her yıl dağ keçilerinin bahar başlangıcında kendini göstermeleri, ayrıca gri balıkçıl’ın görünmesi gerekirdi ki Halil, yaşam yolculuğuna başlasın. Böylesi inanışları vardı. Zap’ın tüm patikaları onun anılarıyla doluydu. Hayatının kutsal bir mekanıydı Zap. Çok arkadaşını yitirmişti oralarda. O kadar çok anlatmıştı ki o insanları, asırlardır Zap’ta yaşıyorum gibi hissediyordum. Hepsini sanki tanıyordum, ailemin fertleri gibiydi. Şehit Ahmet Rapo, Şehit Sarya Baran, Şehit Serhad ve onlarca gerilla. Hiçbirini görmemiştim fakat sanki hep birlikte yaşamışız gibi hissediyordum. Duygu ve düşüncelerimde büyük patlamalar oluyordu. Artık çeşmelere kendi duygularımın yönlendirdiği isimler takmaya başlamıştım. Yaşama anlamını veren felsefeyi kavrıyordum aslında. 

Gerillaların yaşamlarıyla yarattıklarını, Kürt toplumu için yarattıklarını kalbimin derinliklerinde hissediyordum. 

ONLAR İHANETE CESARET EDEBİLİYORSA…

Sonra Beritan filmine mi geçtiniz hemen?

Zap’ın gözyaşları filmi aslında bizim için bir antrenman oldu. Beritan büyük bir projeydi ve riskliydi. Hiçbir hatayı, başarısızlığı kabul etmezdi. Tek yol vardı o da başarmaktı. Zap’ın gözyaşları filmi beğeni toplamıştı çok yapıcı eleştiriler almıştık ve cesaretlenmiştik de. 

O zamanlar yoğun bir karmaşa da vardı. Kürt Özgürlük Hareketi’ne dönük imha saldırıları, iç karışıklıklara sebep olmuştu. İhanetler yaşanıyordu. Saldırılar sadece Özgürlük Hareketi’ne dönük değildi. Onun şahsında özgürleşme iddiasındaki her Kürdeydi. Ve gerillanın da kendini, varlığını korumak için yoğun bir çabası vardı. 

O günlerde Halil arkadaşın bir sözü vardı “Onlar ihanete cesaret edebiliyorsa, biz de Beritan gibi bir proje önümüze koymaya cesaret etmeliyiz!” Bu konuda hem fikirdik. Dört kişilik bir ekibimiz de oluşmuştu zaten. Bu idealimiz doğrultusunda başarılı işler yapabilirdik. 

Ve bunun için en zor alanlara, imkanları az olan yerlere gittik. Ancak bahsettiğimiz şeyler maddi imkansızlıklar. Yaşama ruhu-felsefesi güçlü insanlar, doğası da dahil güzelliklerin adeta yağmur misali yağdığı yerler bahsettiğim. Bu güzelliklerin içerisinde, dağların kuytu köşelerinde yaşananların baki kalabilmesi için çabalayacaktık. Bunun tarih olduğunun farkındaydık. Halil arkadaş da hep bu konuya dair fikirlerini bizimle paylaşırdı. “Siz kadınlar olarak biraz da burada Kürt sinema tarihinin başlangıcını yazıyorsunuz” derdi. 

YARIN: Beritan filminin tüm detayları ve Halil’in Kuzey’e yürüyüşü…

KİMDİR?

Dersim Zêrevan (Jihan Asaad Sheikhmous) 10 Şubat 1980’de Rojava’nın Qamişlo kentinde doğdu. 3’ü kız 5’i erkek 8 çocuklu yurtsever bir ailenin ikinci çocuğu. İlk ve ortaokulu Qamişlo’da okudu. Ortaokul sonrası aktivistlik süreci başladı. 1996-2000 yılları arasında Suriye rejiminin Kürtlere uyguladığı zulme karşı toplumsal hareketler içerisinde yerini aldı. Bu yıllarda edebiyata ilgisi gelişti. Kürt ve Kürdistan kültürü ve tarihiyle yetişmiş biri olarak en anlamlı işin Kürt ve Kürdistan adına savaşanları yazmak olduğuna karar verdi. Dağlarda açıldığını duyduğu Edebiyat Okulu onun için biçilmiş kaftandı. 2000 yılının başında girdiği Edebiyat Okulu’nda gerilla anıları, şiirleri derlemeye başladı. Sonrasında yaklaşık üç yıl boyunca Zilan (Zeynep Kınacı) üzerine araştırmalar yaparak Arapça dilinde kitap (roman) hazırladı. Üç yılı aşkın süre yazımsal alanda çalışmalar yaptı ardından sinema mecrasına geçiş yaptı. Zêrevan, sinema yolculuğunun ilk anlarını “gerillayı yazmak güzeldi. Ama sinema ile gerillayı insanların evinin içine kadar götürebilme düşüncesi bile heyecan vericiydi” şeklinde tanımlar. 2004’ten sonra Halil Dağ’ın (Halil İbrahim Uysal) öğrencisi olarak başladı sinemaya. Çocukluğuna dayanan bir kamera aşkı olsa da ilk deneyimi oyunculuk oldu. 2005 yılında Halil Dağ’ın yönetmenliğini yaptığı Fîrmeskên Ava Zê (Zap’ın gözyaşları) filmde Tanrıça İştar’ı (Star) canlandırdı. Berîtan ve Rewiyên Şad filmlerinde kameramanlık yapan Zêrevan’ın ilk yönetmenlik deneyimi SARA (2013-2016) belgeseli oldu. Sonrasında Rojava devrimini anlatan Rûpelên Sor (Kızıl Sayfalar) adlı filmle ikinci yönetmenlik deneyimini geride bıraktı. 2019 yılında ise Şengal’de Ezîdî Fermanı’nı konu alan bir film çekti. Rûpelên Sor ve Şengal filmleri henüz gösterime girmedi. Kürtlerde yeni bir gelenek başlatan Dağ sinemasının öncüsü Halil Dağ’ın şahadeti ardından, anıya bağlılık gereği çok sevdiği kameramanlığı bırakarak yönetmen koltuğuna oturdu.