Suriye’de Dürziler ile Alevilerin dünü ve bugünü

Kürtlerin, Alevilerin, Dürzilerin, İsmaililer ve Hristiyanların mutlaka bir örgütlenmeye gitmeleri, meşru savunmalarını yapmaları, kendilerini ifade edebilecekleri yeni bir anayasayla kendilerini güvenceye almaları gerekmektedir.

SURİYE'DE HALKLARIN ÖRGÜTLENMESİ

Günümüz Suriye’sinin sınırları içinde 20’ye yakın inanç ve etnik gruba mensup halk topluluğunun yaşadığı varsayılmaktadır. Araplar, Kürtler, Dürziler, Aleviler gibi büyük toplulukların yanında çok sayıda alt kültür grubu da yaşamaktadır. Asuriler-Süryaniler, Türkmenler, Çerkezler, ÊzidÎler, Ermeniler ve Yahudiler gibi toplulukların bağlı oldukları farklı mezhepler de mevcuttur.

Suriye halk bileşenlerini, İslam nüfusunun yaklaşık yüzde 85’ni oluşturan Sünni ile Aleviler (Nusayriler), Şii Müslümanlar, Dürziler, İsmailliler oluştururken; Hristiyan nüfusun oluşturduğu yaklaşık yüzde 13’lük kesimi ise çeşitli mezheplere mensup topluluklardan meydana gelmektedir. Hristiyan mezhepler arasında Rum Ortodokslar, Süryani Ortodokslar, Ermeni Gregoryenler, Katolikler (Maronitler, Süryani Katolikler, Rum Katolikler) ve Protestanlar (sayıca azdır) bulunmaktadır. Bunun yanı sıra Êzidi Kürtler, Alevi Kürtler, Alevi Türkmenler, Yahudiler ve kısmen de ateistler ile agnostiklerin varlığından bahsetmek mümkündür.

DÜRZİLER

Dürzi nüfusun büyük bir çoğunluğu Suriye’de yaşamaktadır. Nüfuslarının ortalama 500 ila 700 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. Başta Süveyda ve Dera (Cebel el-Dürz) olmak üzere İsrail sınırındaki alanlarda yaşamaktadırlar. Dürzi nüfusun bir kısmı Lübnan-Şuf Dağlık Bölgesi’nde (yaklaşık 250-300 bin civarı) ve Ürdün’ün Amman çevresinde (ortalama 25-30 bin) bulunmaktadır. İsrail sınırları içinde kalan iki köyde yaşayan ve İsrail vatandaşı olmuş, sayıları binin altında olduğu tahmin edilen bir kesim de mevcuttur. Diasporada yaşayan Dürzi nüfusunun da 100-150 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Toplamda 1 milyondan fazla nüfusa sahip bir topluluk olarak bilinmektedir. Bu veriler değişkenlik arz ettiğinden, tahmini rakamlardan oluşmaktadır.

Dürzi nüfusunun bu denli dağınık olmasının nedeni, Birinci Dünya Savaşı’nda çizilen yapay sınırlardan kaynaklanmaktadır. Eskiden Levant olarak bilinen tarihi ve kültürel bir coğrafyada yaşamaktaydılar. Levant; bir ucu Türkiye Toroslar’ından başlayarak yarım bir daire şeklinde, günümüzdeki Irak, Suriye, Ürdün, Arabistan’ın bir kısmı, Lübnan, Filistin ve İsrail’i içine alır, diğer ucu ise Sina Yarımadası’nı kapsayarak Mısır Körfezi’ne kadar uzanır.

Sınırları kesin olarak belirlenmemiş olan Levant, daha sonra Şam Vilayeti olarak adlandırıldı. Şam Vilayeti’nden Lübnan, İsrail ve Filistin ayrıldı, daha sonra Filistin bölünerek bir kısmında Ürdün devleti kuruldu. Bu şekilde, Şam Vilayeti’nin kapsadığı coğrafya parçalanmış ve günümüzdeki yapay devletlere dönüşmüş oldu.

Suriye’deki büyük gruplardan olan Dürzilerin etnik kökenine dair net bir bilgi bulunmamaktadır. Birçok kaynağa dayandırılan bilgilerin çoğu varsayımlardan ve rivayetlerden ibarettir. Bu nedenle somut bir kanıta veya teyitli bir bilgiye dayanmamaktadır. Kabaca da olsa bazı kaynaklar baz alınırsa, kökenleri Hititlere, Galatlara; kimilerine göre İran kökenli Perslere, Medlere (inançlar arası benzerlikten dolayı) Mazdeklere (Mazdekiyye) dayandırılmaktadır. Kimi kaynaklar Fenikeliler’e, bazı Yahudi kaynaklarına göre ise Lübnan dağlarında yaşayan ve Süleyman Tapınağı’nda çalışan kereste işleri yapan Saydalı işçiler olduğunu ileri sürer. Hatta Haçlı Seferleri sırasında bölgede kalmış Hristiyanlar olduğuna dair rivayetler de mevcuttur.

Oysa Dürziler, kendilerinin Arap olduklarını savunurlar. En makbul görünen ve taraftar bulan da bu görüştür. Bu görüşe göre köken olarak Yemen’de yaşayan Aramilere karışmış Arap kökenli topluluklar oldukları, yaşanan büyük bir sel felaketinden dolayı göçerek Lübnan dağlarına gelip yerleştikleri yönündedir.  İslamiyet’in yayılışıyla İslam’ı kabul ederek, bu dağlık alanları kendilerine yurt edinmişlerdir.

Dürziler inanç olarak, Mısır Şii Fatımi Devleti’nin Yedi İmamlar koluna dayanmaktadır. Şia mezhebi iki kesimden oluşmaktadırlar: Anadolu Şiiliği, On iki İmamı hak bilir. Fatımiler ise Yedi İmamı hak bildikleri için aralarında böyle bir bölünme ya da farklılık söz konusudur.

Fatımi Devleti (909-1171) kuruluş itibariyle biraz daha karmaşık bir tarihe sahiptir. Fatımi Devleti’nin ilk temelleri, Tunus’ta atılmıştır. Sınırları ise oldukça geniş bir coğrafyayı kapsamaktadır; Tunus, Fas, Cezayir, Libya, Mısır, Filistin, Lübnan, Suriye, Ürdün, Akdeniz’de Sicilya, Malta, Sardinya, Korsika adalarını içine alan Fatımi Devleti, Sünni Abbasi İmparatorluğu içinde kurulmuş ilk Şii devlettir.

Merkezi Bağdat’ta bulunan Abbasi Devleti’nin İslam halifeliği, kendi denetimindeki Mağrip’te, iç ayaklanmaların baş göstermesi ve kargaşanın giderek halifeliği tehdit etmesi üzerine müdahalede bulunur. Şii İsmailiye mezhebinden olan Ubeydullah, Abbasiler döneminde yaşanmakta olan iç karışıklıkları bastırmak için Mağrip’e gönderilmiş. Ubeydullah, vardığı Mağrip’te, Abbasilerden bağımsız olan ve giderek zayıflayan Aglebiye Devleti’nin varlığına son vererek birçok yeri ele geçirmiş ve Fatımi Devleti’ni kurmuştur. Ubeydullah, Hz. Ali’nin eşi ve aynı zamanda Peygamber’in kızı olan Fatima Zehra’nın soyundan geldiğini iddia ettiği için kurduğu devlete Fatımi ismini vermiştir. Abbasilere karşı ve ona alternatif bir Şii devletini amaçlayan Fatımiler, İslam dünyasında siyasi ve mezhepsel açıdan önemli bir yer edinmiştir.

Fatımi Devleti’nin dördüncü hükümdarı döneminde bile Mısır hâlâ Fatımi topraklarına dahil değildi. O dönemde, Akşitler denilen başka bir egemenlik bölgede hüküm sürmekteydi. Fatımilerin askeri komutanı Cevher, 969 yılında Akşitlerin elinden Mısır’ı alarak Fatımi Devleti’nin merkezi haline getirdi. Sonradan Mısır’ın başkenti olan Kahire’de, el-Kahire Kalesi ve yine aynı dönemde Cami-ül Ezher inşa edildi. Böylece Mısır’da Fatımi Devleti resmen kurulmuş oldu.

Dürzilik, Mısır’daki Şii Fatımi Devleti’nin altıncı Halifesi El-Hekim döneminde ortaya çıkmış İsmailliye mezhebinin bir alt koludur. Muhammed bin İsma’il ed-Derezî, Lübnan’da kendisini İmam ilan edip yaydığı bir düşünce olarak ortaya çıkmıştır. Ed-Derezî kendisini İmam ilan etikten sonra halkın büyük tepkisine yol açar, 1016 yılında sapkınlıkla suçlanır ve 1018 yılında Halife el-Hekim tarafından ölümle cezalandırılır. Dürzilerin isimlerini bu şahıstan aldığı da iddia edilmektedir.

Ed-Derezi’nin öldürülmesinden sonra, Halife El-Hekim’in veziri olan Hamza bin Ali tarafından yeniden kurulduğu bilinmektedir. Hamza, Halife el-Hekim’i ‘Allah adına yönetici’ olduğunu iddia ederek ve kendisini de ‘peygamber’ ilan ederek inancını yaymaya başlamıştır. Hamza kendisini peygamber ilan edince Mısır’da büyük protestolar baş göstermiş ve bu durum halifeliğe karşı ciddi bir muhalefete dönüşmüştür. Çıkan isyanlar kanla bastırılır. Halife El-Hekim bu isyanlar döneminde şaibeli bir şekilde 1021 yılında ortadan kaybolur; öldüğü sanılmaktadır. Hamza da şiddetli protestolardan dolayı inzivaya çekilir. Yeni halife seçilen Zahir el-Fatımi, Dürzi inancına mensup olanlara karşı kötü davranır. İnanç mensupları gizlice inançlarını yaşamaya devam eder. Hamza ve yandaşları Mısır’ı terk ederek Lübnan’a göç ederler ve oradaki Ed-Derezi taraftarlarıyla birleşirler.

Dürziler, kendi aralarında Kaysîler ve Yemeniler olarak iki kola ayrılırlar. Bu bölünme, aynı zamanda Osmanlılar ve Memlükler arasında bir bölünmedir. Yemeniler, Mercidabık Savaşı’nda (1516) Osmanlı’yı desteklerken, Kaysiler ise Memlükleri desteklemektedirler. Daha sonraki süreçte de Dürziler, Osmanlı yönetimi için her zaman sorunlu bir topluluk olmuştur. Savaşçı ve isyancı özellikleriyle de tanınan bir topluluktur.

Mısır Halifeliği’ne karşı Osmanlı Devlet’ine, Fransa işgaline ve son olarak da BAAS rejimine karşı ilk direnenler Dürziler olmuştur. Yaşadıkları yerler, direniş merkezleri haline gelmiştir. Sahip oldukları bayraklarını nadiren çıkarırlar. Bayrak çıkarılıp dalgalandırıldığı zaman, herkesin savaşa hazırlıklı olması anlamına gelir. Kısacası, savaşçı bir topluluk olarak bilinmektedir.  

Birinci Dünya Savaşı sırasında Araplarla birlikte Osmanlılara karşı ilk duran topluluklardan biri Dürzilerdir. 1918 yılında Osmanlıların egemenliğinden kurtulup 1921 yılında Suveyda Devleti’ni kurdular ve daha sonra da ismini yaşadıkları dağdan alan ‘Cebel-i Duruz Emirliği’ni kurdular. 1936 yılında Dürzilerin emirlik statüsü ortadan kaldırıldı.

İsyancı özelliklere sahip Dürziler, Fransa sömürgeciliğine karşı Sultan el-Artaş önderliğinde Suriye devriminin ilk kıvılcımı Dürzi Dağı’nda çakmıştır. Hızla Şam’a ve Suriye’nin birçok alanına yayılmıştır. Lübnan, bu ayaklanmadan sonra Suriye’den koparılarak ayrı bir devlet haline gelmiş ve böylece Dürzilerin bir kısmı Lübnan sınırları içinde kalmıştır.

Suriye iç savaşının başlamasında ilk başkaldırı, yine isyanın merkezi konumundaki Dera’da başlamıştır. İlk protestolar kanla bastırılmasına rağmen, protestolar Suriye’nin her tarafına yayıldı ve nihayetinde rejimin sonunu getirdi. Dürzi diyarı yine kendi özgünlüklerini korumayı bilmiş ve özerk yaşama hedeflerinden vaz geçmemiştir.

Hafız Esad’ın yönetime gelmesinde desteğini aldığı Dürziler, İsmaililer, Aleviler ve Kürtlere karşı yaklaşımı, iktidarını koruma temelinde olmuştur. İstenilen düzeyde karşılığını alamayan bu kesimler, iktidarda kendilerine fazla yer bulamamışlardır. Esad ailesine verilen destek, daha sonra zamanla karşı tepkiye dönüşmüştür.

BAAS rejiminin yıkılışından sonra HTŞ iktidarına tabi olmayan Dürziler, özerklik taleplerini dayatmaktadır. Dürzilerin yaşadığı Süveyda, Dürzi Dağı bölgeleri ile İsrail sınırındaki bölgelerin fiilen birbirlerinden kopuk olması dezavantajlı bir durum yaratmaktadır. İsrail’in işgal ettiği Golan Tepeleri’nin eteklerinde, Kuneytra, Deraa, Şam ve çevresi gibi dağlık ve stratejik alanlarda yaşamaktadırlar. Hem kültürel kimliklerini koruma hem de dış müdahalelere karşı kendilerini savunma açısından tercih ettikleri bölgeler genellikle dağlık alanlar olmuştur.

Dürzilerin içe kapanık toplumsal bir yapısı vardır. Kadın-erkek eşitliği konusunda ileri düzeyde bir sosyal yaşama sahiptirler. Dini inançları konusunda dini ulemanın rolü çok büyüktür. Ulemanın toplum üzerindeki etkisi oldukça fazladır. Etnik kimliklerinden ziyade, dini azınlık olarak ön plana çıkmaktadırlar. Dini önderlerin dini konularda yetkinliği esastır. Herkes bu mertebeye ulaşamaz. Uzun bir eğitim sürecinden ve deneyimden geçmesi gerekmektedir. Bu konuda biraz Êzidi inanç topluluğuna benzerler. Dini inançlarını sır gibi saklarlar. Gizemi korunan, gizliden örgütlenmiş bir geçmişe sahiptirler. Kimin dini alim olacağı, o dar ulemanın kararına bağlıdır. Dar ulemanın faaliyetleri tümüyle içe dönük ve kapalıdır.

Dürziler, BAAS rejimi devrildikten sonra özerklik yanlısı bir politika izlemektedirler. Kendi savunma gücüne sahip, öz yönetim kurmaya çalışan bir siyasi çiziye sahiptirler ve bu nedenle HTŞ yönetimiyle sorunlar yaşamaktadırlar. İsrail’in tüm çabalarına rağmen Dürzi toplumu, İsrail devletiyle mesafelerini korumuş ve hiçbir zaman tabi olmamışlardır.

ARAP ALEVİLER (NUSAYRİLER)

Nusayriler olarak adlandırılan inanç topluluğu, Şiiliğin, On iki İmam kolunu benimserler. On birinci İmam el-Askari döneminde ortaya çıktığı sanılmaktadır. İmam Askari’nin ölümünden (Ö.873) sonra İbn Nusayr ve kendisine inananlar tarafında geliştirilen dini bir akımdır. Irak merkezli Şii inancının bir kolu olarak ortaya çıkmış ve Suriye’ye (o dönemdeki ismiyle Levant) yerleşmişlerdir. Etnik kökenleri, tıpkı Dürziler gibi soyut bilgilere dayandırılmaktadır. Etnik kökenlerine dair net bir kaynak bulunmamaktadır. Bazı Alevi kaynakları, şimdiki Şengal-Sincar Dağı’ndan 13. yüzyılda gelen yerleşimcilerin devamı olarak bahseder.

İbn Nusayr ve ondan sonra gelen Nusayri liderlerinin her biri, bu inanç sistemine yeni kurallar ve ritüeller ekleyerek onu geliştirmiştir. Nusayriliği en fazla örgütleyen ve değişikliğe uğratan kişi el-Hasibi olmuştur. Zamanla ‘Nusayrilik’ kelimesi pek kullanılmaz olmuş ve yerine Alevilik kavramı geçmiştir. Suriye’nin Fransız mandası altına girmesinden sonra, ‘Nusayri’ kavramı yerine ‘Alevi’ kavramını kullanmışlardır. Bazı Alevi entelektüeller de kendilerini bu şekilde tanımlamayı tercih etmişlerdir. Hatta ‘Nusayrilik’ kelimesinin giderek aşağılayıcı ve küçük düşürücü bir anlam kazandığını söyleyenler bile ortaya çıkmıştır.

Nusayrilerin genel toplam nüfusu hakkında net bir veri bulunmamaktadır, zira yapılan nüfus sayımları mezhepsel dağılıma göre yapılmamaktadır. Ancak tahmin edilen Nusayri nüfusunun 3-3 buçuk milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Ulus devletlere bölünen coğrafyalarda, Suriye’deki nüfusun yaklaşık yüzde 10-12’sini (3 milyona yakın) Nusayriler oluşturmaktadır. Ağırlıklı olarak; Lazkiye, Tartus, Hama ve Humus kırsalı, İdlib’in batı kesimi, çok az kısmı da Şam ve Halep’te yaşamaktadır.

Türkiye-Hatay-Samandağ, Arsuz, Altınözü, sayıları az da olsa Adana, Mersin gibi çevrelerde yaklaşık 400 ila 500 bin Nusayri olduğu tahmin edilmektedir. Lübnan’ın kuzeyinde ve Ürdün’de çok az sayıda bir Nusayri nüfustan bahsedilir. Kuşkusuz bu oranlar, Suriye iç savaşından önceki oranlardır.

Nusayriler, klasik Şii inancından ayrılmaktadırlar. Hz. Ali’yi ilahi bir varlık olarak kabul ederler. İnançlarında tasavvufi öğeler ağır basmaktadır. Toplum içinde dini bilgi aktarımı sınırlıdır. Gizli öğretileri olduğu inancı hakimdir, bu nedenle inancın detayları bilinmez ve dışa kapalıdır. İslam gelenekleri uygulanmaktadır, fakat farklılıklara sahiptir. Namaz, oruç gibi klasik ibadet biçimlerini kendi tarzlarına göre ifa ederler. Arap Alevilerin inancında (ruh göçü), reenkarnasyona büyük önem atfedilir.

Sosyal yaşamlarına dair söylenecek özeliklerinden biri, kapalı toplum olmalarıdır. Evlilikler genelde toplum içinde yapılır. Kadınlar nispeten daha özgürdür. Dini önderleri olan Dede veya Şeyh mertebesindeki kişiler, toplumda saygın bir yer tutarlar. Dini öğretiyi bunlar yayarlar. Ana inançları denilen bir üçleme vardır: Anlam (Mana), İsm (İsim) ve Bab (Kapı) olarak bilinen bu üçlemede, Tanrı’nın bu üçlü yapı içinde tecelli edeceğine inanılır. Mana- Ali, İsm Muhammed, Bab- Selman-i Farısi olarak temsilini bulmaktadır.

Nusayri inancı ortaya çıktığı 9.yüzyıldan günümüze kadar rahat bir gelişim ortamı bulamadığı gibi, baskılardan da kurtulamamıştır. Klasik Şii inancıyla birçok açıdan ayrışmıştır ve hatta dışlanmış bir özelliğe de sahiptir. Bu inanç topluluğunun yaşadığı yerler, genellikle dağlık kesimlerdir ve köylü topluluğu statüsündedirler. Hiçbir dönemde beklenen ilgiyi görmemişlerdir. İnançlarından dolayı sürekli baskı altında yaşamış bir azınlık topluluğudur.

Osmanlı egemenliği döneminde dışlanan, baskı gören ve haksızlığa uğrayan bir topluktur. Asker ihtiyaçlarını karşılayan, vergi veren konumda kalarak kendilerine başka da fırsat tanınmamıştır. Kendi ibadetlerini dahi gizli yapmak zorunda kalmışlardır. Batıni inanca sahiptirler. Görünenin altında yatan derin anlam, sır, hakikat gibi anlamlar yüklerler.

Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Suriye’nin Fransız mandası olduğu dönemde, Arap Aleviler olarak kısmi bir tanınma sağlamışlardır. Suriye’nin diğer azınlıkları için devlet öngörülürken, Aleviler bundan da mahrum kalmış, fakat kâğıt üzerinde de olsa yaşadıkları bölgeler, ‘Alevi toprakları’ olarak resmi bir kabul görmüştür.

BAAS rejimi döneminde de akıbetleri pek değişmemiştir. 1970 askeri darbesiyle iş başına gelen Hafız Esad, Arap Alevi olmasına rağmen Alevilerin makus kaderi pek değişmemiştir. Tek bir partiden çıkmış iki BAAS rejimini birbirine karıştırmamak için kısaca açıklamakta fayda vardır:

Suriye’de kurulan BAAS partisinin bir şubesi de Irak’ta kuruldu. Tek parti olan BAAS Partisi, iç çelişkilerden dolayı Irak şubesi zamanla ayrışarak Irak BAAS partisine dönüştü. Genelde Sünni yönetimlerin denetiminde kalan bir parti oldu. Her ne hikmetse, tek bir parti olarak doğan BAAS, birbirine düşman olan iki parti haline geldi. Irak’taki BAAS Partisi, Sünni azınlığın Şii çoğunluğu yöneten bir parti haline gelirken, Suriye’de ise Alevilerin öncülüğünde bir parti haline gelerek Sünni çoğunluğu yönetir oldu. Bu konuda iki devletin karşılıklı olarak birbirlerini suçladıkları da olmuştur.

Suriye BAAS Partisi’nin başına geçen Hafız Esad’a karşı, Sünni halk büyük bir tepki göstermiş ve karşı çıkmış, ciddi protestolar meydana gelmiştir. O dönemin Suriye Anayasası’na göre cumhurbaşkanı sadece Sünniler’den seçilmek zorundaydı. Bunun üzerine Hafız Esad, iktidarda kalmak ve halkın öfkesini yatıştırmak için yanına Şam Müftüsü’nü alıp, Emevi Camii’nde namaz kılarak kendisini Sünni olarak ilan etti. Sünni kesimlerin Alevi düşmanlığı, daha o dönemde ortaya çıkmıştır. Bugünkü Alevi katliamlarını okurken, Esad ile pek alakalı olmadığı bu örnekten de anlaşılmaktadır.

Hafız Esad’ın kurduğu iktidarda, bakanlıkların ağırlıklı bir kesimi Sünniler’den oluşturulmuştur. Esad, Alevi olarak resmen din değiştirmiş biridir ve kabinesinin neredeyse hepsi Sünniler’den oluşmuştur. Alevilerin genelinden ziyade, sadece Esad’ın yakın akraba çevresi ve bir de Esad’ın eşinin mensup olduğu aile çevresi, yani sadece iki aile iktidarın imkanlarından yararlanmıştır. Bunlar da genelde ordu yönetiminde ve istihbaratta yer almışlardır.

Esad iktidara gelirken Arap Alevilerden yardım almasına rağmen, Alevilerin durumunda iyileştirme pek yaşanmamıştır. Bu konuda yanlış bir algı da oluşmuş durumdadır. Esad yönetiminin Alevi olduğu şeklinde bir bilgi kirliliği de mevcuttur. Esad yönetimi, bir Alevi’nin başında bulunduğu Sünni bir iktidardır. Bu nedenle Aleviler, Esad yönetimi döneminde de mağdur kalan bir topluluktur. Yaşadıkları taşra kesimlerde hizmetin gitmediği, alt yapının gelişmediği kırsal alanlara sıkışıp kalmışlardır.

Hafız Esad gerçekleştirdiği 1970 askeri darbesinde, desteğini aldığı azınlık kesimleri kontrol altına almıştır. Aleviler, Dürziler, İsmailliler ve Hristiyan azınlıklar, Esad’ın en önemli destekçileriydi. Bu kesimlerin tümü iktidardan dışlanmış ve denetim altına alınarak baskılara maruz kalmışlardır.

Suriye’deki Alevi topluluğu, inançlarından dolayı, Sünni kesimin baskılarına da maruz kalmıştır. Katli vacip olarak görülmüşlerdir. Esad’a tepki duyan Sünni çoğunluğun Alevileri hedef almasının sebebi, dinsel farklılıktır. Alevilerin Esad destekçisi olarak görülmesi ve hedef alınması, büyük bir çarpıtmadır. Soykırım düzeyinde yapılan saldırıların kaynağında mezhepsel düşmanlık vardır.

Alevi topluluğunun durumu sosyolojik olarak ciddi bir değerlendirmeye tutulduğunda görülecektir ki, Nusayrilerin ortaya çıktığı 9.yüzyıldan günümüze kadar kaderleri genelde hep aynı olmuştur. Azınlık olarak kaldığı coğrafyada Şiilik’ten kopan bir kol olmasına rağmen, klasik Şii inancından da aforoz edilmiştir. Bütün dönemlerde benzer baskı süreçlerine maruz kalmış ve dış egemenlerin denetiminde hiçbir varlık gösterememişlerdir. Alevi yönetimi olarak bilinen Esad yönetimi de dahil, makus talihleri değişmemiştir. Beşar Esad dönemi, baba Esad döneminden daha da kötü bir duruma yol açmıştır.  

Suriye yönetimi el değiştirince, Rafızilere (Alevilere) düşman bir kafa yapısına sahip Selefi-tefkirci-cihatçıların Alevilere yönelik soykırım yapmasının önü açılmış oldu. Yapılan Alevi katliamının Esad yönetimiyle bağlantılı bir durumdan ziyade, Sünnilerin Şii düşmanlığının bir sonucudur.

Suriye’nin sahil şeridine sıkışıp kalan Alevilerin diğer topluluklara göre daha örgütsüz olması, onları daha savunmasız hale getirmiştir. HTŞ’nin saldırılarında yaşamını yitiren Alevilerin 50 bin civarına ulaştığı yönünde tespitler yapılmaktadır. İsrail’in Filistin saldırısında ölen Filistinli kadar, kısa bir süre içinde Alevi katledilmiştir. 100 bin civarında Alevi’nin Lübnan’a sığındığı yönünde haberler kamuoyuna yansımaktadır.

Sonuç olarak, Suriye’deki HTŞ yönetiminin azınlık hakları ve inançlar için büyük bir tehlike oluşturduğunu şimdiden belirtmekte fayda vardır. HTŞ, DAİŞ örgütlenmesinin bir devamıdır. İsmi her ne olursa olsun, yapısı, zihniyeti ve uygulamaları DAİŞ’in aynısıdır. En örgütlü gibi görünen Kürtler için de bu uyarı geçerlidir ve tehlike her zaman vardır. Suriye’deki etnik ve dini azınlıkların tümünün, HTŞ iktidarında her zaman tehlikelerle karşı karşıya gelecekleri kaçınılmazdır. Bu tehlikeyi bertaraf etmek için kendi aralarında örgütlenmeleri ve Suriye’nin geleceğinde kendilerini temsil etme hakkını kazanmaları gerekmektedir.

Büyük halk grupları olan Kürtlerin, Alevilerin, Dürzilerin, İsmailliler ve Hristiyanların mutlaka kendi içlerinde bir örgütlenmeye gitmeleri, meşru savunmalarını yapmaları, kendilerini ifade edebilecekleri, söz ve karar süreçlerine katılacakları yeni bir anayasayla kendilerini güvenceye almaları gerekmektedir.

Suriye’nin geleceğine bakıldığında, istikrarsızlık ve çatışma çok daha sırıtır hale gelmiştir. Geleceği böyle okunan şimdiki Suriye’nin, iç ve dış gelişmeleri de hesaba katarak yaşanacak kaotik süreçlerine şimdiden hazırlıklı olmak şarttır.