“Ya birlik olacağız, ya da bir bir gideceğiz’

Japonlar için II. Dünya Savaşı’ında Hiroşima ve Nagazaki’de yaşatılanlar asla unutulmazdır. 27 yıl önce Kürtlerin Halepçe’sinde yaşatılan da benzerdir. 16 Mart 1988 günü Halepçe’de yaşatılan katliamın açtığı yaralar kanıyor.

Japonlar için II. Dünya Savaşı’ında Hiroşima ve Nagazaki’de yaşatılanlar asla unutulmazdır. 27 yıl önce Kürtlerin Halepçe’sinde yaşatılan da benzerdir. 16 Mart 1988 günü Halepçe’de yaşatılan katliamın açtığı yaralardan da kan akmaya devam ediyor. Beş bin civarında Kürdün katledildiği saldırıdan kurtulanlar ise katliamın şokunu yaşamlarının geri kalanında da üzerlerinden atamadılar. Saldırının sosyal, ekonomik ve ekolojik zararları ise hala netleştirilmeyi bekliyor. Kürtlere yönelik katliam girişimi bugün de Kürt tarihinin önemli bir parçası olan Şengal’de deneniyor.

Kürtler üzerinde soykırım hareketi 20. yüzyılda alevlendi. Ortadoğu üzerindeki hegemonya mücadeleleri ve ulus-devletin milliyetçiliği azdırması ile Kürtler üzerinde imha ve inkâr politikaları yok edici bir düzeye ulaştı. Kürtler bölgede başkalarının yürüttüğü politikaların araçları haline geldiler. Bu politikalar beraberinde çok sayıda katliamı da getirdi. Bunlardan biri de Güney Kürdistan’daki Halepçe kentinde yaşandı.

Bu katliamın bir benzeri de günümüzde uygulanmaya çalışılmaktadır. Bu katliamlarla Şengal başta olmak üzere Kürdistan’ın Kürtsüzleştirilmesi amaçlanmaktadır. Bir taraftan emperyalist güçler, bir taraftan gerici-faşist bölgesel devletler, diğer taraftan da Kürtlerin birliğini engellemek için elinden geleni yapan bir işbirlikçi Kürt gerçekliği bulunmaktadır. Kürtlerin tarih boyunca sömürü altında yaşamasına da neden olan bu güçlerin Kürdistan’ın Kürtsüzleştirilmesi politikaları 16 Mayıs 1916’da kabul edilen Sykes-Picot anlaşmasıyla başlar.

SOYKIRIMIN BAŞLAMASI

İngiltere’nin başını çektiği güçlerin 20. yüzyılda kurduğu sistem Kürtlere varlık sorunu yaşattı ve var olduğunu ispat etmek zorunda bıraktı. Ortadoğu’yu şimdiye kadar hala sorunlarını çözemeyen bir bölge haline getiren bu girişimlerden ilki, daha I. Dünya Savaşı sürerken imzalanan Sykes-Picot Antlaşması’ydı.

İngiliz Hükümetinden Mark Sykes, Fransız hükümeti adına da Georges Picot tarafından imzalanan ve Rusya’nın da onayladığı bu antlaşmaya göre Kürdistan da dahil Ortadoğu’da birçok yeni devlet kurulacak ve bölge yeniden dizayn edilecekti. Bu antlaşma savaş sonrasında yapılan diğer soykırımcı antlaşmalara zemin oluşturdu.

Dört yıl süren savaşı ABD’nin de desteğini arkasına alan İttifak Devletleri kazandı. Savaş sonrasının tasarımı İngiltere, Fransa ve ABD’nin inisiyatifinde gerçekleşti. Bunun sonucunda Osmanlı ile Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920) imzalandı.

“Kürdistan, İngilizlerin Hindistan yolu üzerinde bulunmaktadır. Ayrıca, Irak’ın can damarı olan Dicle Nehri’ni de kontrol etmektedir. Dolayısıyla, ne pahasına olursa olsun burası İngilizlerin denetimi altında olmalı ve asla bağımsız bir devlet olmamalıdır.” (İngiltere’nin Kürdistan arşivinden)

Sevr Antlaşması’nın Kürtlere ilişkin bölümü antlaşmanın 62, 63 ve 64’üncü maddelerinde yer aldı. Buna göre Kuzey ve Güney Batı Kürdistan’ın büyük kısmı, Doğu Kürdistan’ın ise tamamı Kürdistan’ın dışında bırakıldı.

Yine İngilizlerin Kürt politikasını oluştururken referans aldığı tespitlere bakacak olursak: “Kürtler, üzerinde oturdukları hazinenin ve kendi potansiyelinin farkında olmayan cahil bir halktır. Egemenliği altında bulundukları devletlerle ve kendi aralarındaki çatışmalar, ulusal olmaktan çok yerel sorunlardan kaynaklanmaktadır. Öyleyse, bölge devletlerine karşı kullanılabilecek bir güç; ama aynı zamanda sürekli baskı altında tutulması gereken bir halktır.”

Bu politikalar ile Kürtlere hep dışarıdan destek verilmek suretiyle devletleşecekleri yönünde bir umut aşılanırken, bölge devletlerini de Kürtler konusunda güvensiz, kuşku duyar hale getirilecek, böylelikle de halkların birlikte yaşama imkânlarının zedelenmesine neden olunacaktı.

Ancak hesaplar tutmadı. Anadolu’da halk ittifak güçlerine karşı etkili bir direniş içine girdi. Böylelikle Sevr ile belirlenen hususlar kurtuluş hareketi sonucu işlevsiz kılındı. Bu nedenle de savaş sonrası ortaya çıkmış olan sorunları halletmek üzere yeni bir barış antlaşması ihtiyacı doğdu. Kurtuluş Savaşı sonucunda Sevr işlemez hale getirilince, Lozan Antlaşması hazırlandı. Bu antlaşma esnasında en çok da sınır sorunu tartışıldı.

Lozan Anlaşması, Batı Kürdistan’ın parçalanmasını onayladı. Güney Kürdistan’a ise Misak-ı Milli’de belirlenen sınırlar dâhilinde yaklaşılmamış ve parçalanmasına müsaade edilmiştir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan Musul-Kerkük’ün Irak’a dâhil edilerek, Kürdistan’ın parçalanmasını ‘Kürt soykırımının başlangıç tarihi’ olarak ele almıştır.

KÜRT SORUNU KATMERLEŞİYOR

İngiltere’nin o zaman Irak Genel Valisi olan Sir Wilson, Irak’ın İngiliz güçleri tarafından işgal edilmesini şu şekilde yorumluyordu: “Bu stratejik bölgenin (Ortadoğu’nun) anahtarı Irak’tır. Irak’ı işgal etmekle İslam dünyasının kalbine hançer saplamayı ve böylece Müslümanların aleyhimize birlik oluşturmalarını engellemeyi başardık. Zira Mezopotamya bizim için bölgedeki bütün ülkeleri İngiltere hâkimiyeti altında tutmaya yarayan bir çivi gibidir. Bu yüzden bu ülke, bölgedeki Arap ve diğer İslam ülkeleri ile birlik olmamalı ve onlardan uzak tutulmalıdır.”

Politikasını bu şekilde dillendiren kapitalist modernite dümencisi İngiltere, Türkiye Cumhuriyeti’ni bir ulus-devlet haline getirdikten sonra aynı şeyi Irak’ın da başına getirdi. Bu devletlerin ulus-devlet haline gelmeleri demek, Kürt sorununun geçmişi kat be kat aşan bir şekilde derinleşmesi demekti.

30 Haziran 1930'da, İngiltere-Irak Antlaşması imzalandı. Kral Faysal liderliğindeki Irak, ‘bağımsızlığına’ kavuştu. Söz konusu antlaşmada, Kürt halkının taleplerine yer verilmedi. Bu da sorunun olduğu gibi devam etmesini beraberinde getirirken, Kürtler tepkilerini süreklileşen serhildanlarla gösterdiler. Böylelikle İngiltere öncülüğündeki sistem hem Türkiye’de hem de Irak’ta bir Kürt sorunu peydahladı.

ORTADOĞU’DA YENİ HESAPLAR

1980’ler Ortadoğu’su Filistin İsrail sorununda tehlikeli bir dönem yaşıyordu. Kürt sorunu ise PKK öncülüğünde yeniden canlanıyordu. Türkiye içerisinde ciddi bir devrimci muhalefet vardı. Bütün bunların yanında ABD-CIA'in bölge faaliyetlerinde temel dayanak noktası olan İran şahlığı rejimi tabandan gelişen bir hareketle yıkıldı. İran yeni İslam kimliğiyle anti-Amerikancı bir politikayla yeniden tarih sahnesine çıktı. Bu Irak-İran savaşı için bir bahane oldu.

1979’daki İslam Devrimi ile birlikte, yeni bir ideolojik hüviyete bürünmüş olan İran egemenliği, Ortadoğu’daki mevcut dengeleri tehdit eden bir yayılma eğilimi içerisine girdi. Bunun siyasi anlamı ise, Ortadoğu’yu kendi çıkarları temelinde şekillendirmiş uluslararası güçlere yeni bir ortağın eklenmesiydi. Ya onunla bir şekilde uzlaşılıp tavizler verilecek, ya da bu durum kabul edilmeyip müdahale edilecekti. Bu oluşumun önüne geçmek için dönemin temel politikası, verili gücü savaş ortamına çekmek ve yıpratmaktı.

SADDAM ZORLANDIĞINDA KİMYASAL GAZ DESTEĞİ ALDI

Böyle bir iş için de Arap milliyetçiliğinin liderliğine oynayan Saddam Hüseyin seçildi. Böylece Saddam rejimi Humeyni rejiminin üzerine sürüldü. Batılı devletler Saddam rejimine her türlü maddi, teknik ve diplomatik desteği sundular. Saddam zorlandığında kendisine ‘kimyasal gaz’ desteği de bizzat NATO’ya üye devletler tarafından yapıldı.