Pirsus’tan Kobanê’ye bakarken
Manzara o kadar tanıdık ki, çok değil bundan 8 ay önce yine bu köyde, yine çok uzaklara bakan kadın yüzleri giriyordu kameralarımızın, objektiflerimizin kadrajına...
Manzara o kadar tanıdık ki, çok değil bundan 8 ay önce yine bu köyde, yine çok uzaklara bakan kadın yüzleri giriyordu kameralarımızın, objektiflerimizin kadrajına...
Manzara o kadar tanıdık ki, çok değil bundan 8 ay önce yine bu köyde, yine çok uzaklara bakan kadın yüzleri giriyordu kameralarımızın, objektiflerimizin kadrajına. Uzaklardaki hiç göremedikleri evlerine, o evlerin içindeki akrabalarına, sokaklarda adım adım çatışan oğullarına-kızlarına sanki görürcesine dikkatle bakan anneler, onların bin bir acıyı simalarında taşıyan çizgileri, gözleri ve göz pınarlarının ucunda beklettikleri gözyaşları.
Aylar sonra yine Etmanek köyündeyiz. Türk basını günlerce 'sınırın sıfır noktası' diye kilometrelerce uzaktan yayın yapsa da, kelimenin tam anlamıyla sınırın sıfır noktası burası. 50 adım atsak Kobanê'deyiz. Ama atamıyoruz. O adımların arasına gerili tel örgüler ve o tel örgülere paralel dizilmiş, eli silahlı askerler var Kobanê'yle aramızda. İki taraf birbirine o kadar çok benziyor ki; doğasıyla, rengiyle, sıcağıyla ama en çok tel örgülerin yanına yığılmış kadınlı-erkekli-çocuklu insanlarıyla. Benzerlikleri tesadüfi değil; kimileri amca çocuğu, kimileri teyzekızı, kimileri dayı torunu.
Bu tarafta yani Pirsus'ta bekleyenler biraz daha şanslı. Çünkü hemen arkalarında süren bir savaş yok. Kurşun, bomba, havan, doçka seslerinden kaçtıkları için orada değiller. Akrabalarını merak ediyorlar, onlardan bir ses-bir haber almak için 24 Haziran'ı 25 Haziran'a bağlayan geceden beri oradalar. Yaz sıcağına rağmen bekliyorlar ama yine de şanslılar çünkü güneşten kaçabildikleri birkaç ağaç gölgesi, birkaç çatı dibi, hiç olmadı girip serinleyebildikleri arabaları var bazılarının. Ama diğer taraftakiler, ya onlar? Onlar tel örgülere yapışık gibiler: Kimbilir Kobanê'nin hangi köyünden, hangi mahallesinden can havliyle kaçarak sınıra gelmişler. Yanlarında ne bir ağaç var, ne bir ev. Açlar, susuzlar ve güneş her geçen gün daha çok damarlarındaki sıvılara meydan okuyor. Bir yandan hayatta kalmaya çalışıyorlar, ama bir yandan da Pirsuslularla birlikte ağıtlar yakıyor Kürtler. Kürt tarihinin en büyük katliamlarından birini yaşamışlar ve daha katliamın boyutları bile netleşmiş değil.
Her bekleyenin bir roman dolusu sayfa kadar hikayesi var. Çok daha fazlasını hak etseler de onları birkaç satırla da olsa, Kürt tarihinin sayfalarına yazmak gerek. Hatırlamak için, unutmamak için.
‘KEŞKE OĞLUMLA ÖLSEYDİM’
Onlardan biri, Adül ana. Konuşamıyor, ağıtlarından anlıyoruz ki bir haftalık evli oğlu Amed, DAIŞ çeteleri tarafından katledilmiş. Gelininden ise haber alamıyor. Onların yanında olmayı, onlarla ölmeyi diliyor ağıtında birbirinin ardına eklediği sözcüklerle.
ZARİFA'NIN AİLESİNDEN 8 KİŞİ YOK
Adül Ana'yı izlerken, gözümüz sınırda feryatlarıyla yeri göğü inleten Zarifa Ahmad'a çarpıyor. Ailesinden 8 kişi DAİŞ’in kurbanı olmuş: Ağabeyi, kız kardeşi, yeğeni. DAİŞ her birinin kafasını keserek, evlerinin önüne asmış. Kobanê'yle zar zor yaptığı telefon görüşmesinden sonra kendisini Etmanek sınırına atmış, çaresiz bekliyor.
O SIRADA TELEFONDAYDI
2 yıldır Pirsus'ta yaşayan Mehemed Osman, katliamı telefonla canlı olarak dinlemiş desek yanlış olmaz. DAİŞ’in evlerini bastığı sırada, ilk olarak kız kardeşinin boğazını kestiğini ve babasının can havliyle kendisini aradığını anlatıyor hıçkırıklarının arasında. Daha sonra ise elinde telefon kalakaldığını ve o dakikadan itibaren 80 yaşındaki babası ile 70 yaşındaki annesinden ölü ya da sağ haber alamadığını anlatıyor dili döndüğünce bize.
VAKUR BİR ŞEHİT ANNESİ
Üzerinde kıpkırmızı bir giysi vardı, sınıra bakıp, bakıp dudakları titreyerek ağlıyordu. Adını soramadık ama hikayesini dinledik. 3 yıl önce YPG'ye katılan ve şimdiye kadar 4 kez yaralanan oğlunun ölüm haberini almış bir şehit annesinin vakurluğunda bakıyordu Kobanê'ye. Arada bir yanaklarına damlayan gözyaşlarını belli ki daha çok içine akıtıyordu.
ÖLÜLERİNDEN UTANIYOR
Abdullah Cafer kolundan yaralanmıştı, hastaneden çıkarken karşılaştık onunla. Anlattıkları şeyler, diğerlerinin tıpatıp aynısı. YPG'li kılığında DAİŞ'liler, taranan evler, kesilen kafalar. Kendisini ise hiç anlatmak istemiyor, çünkü sadece kolundan yaralandığı için anlatacak bir hikayesinin olmadığını düşünüyor. Ölülerinden utandığını söylüyor.
DİRENEREK YARALANMIŞ
Fiyaz Ahmed, DAİŞ'e direnenlerden. Kendilerine saldıranların Arapça konuştuğunu ve onları yanıltmak için Özgür Suriye Ordusu üyesi olduklarını söylediklerini anlatıyor ve çok geçmeden sokaktaki insanları taradıklarını. Buldukları silahlarla direnmişler o ve birkaç arkadaşı. Kolundan aldığı yaralar da o direnişin sonucu.
ÖNCE SU İÇTİLER, SONRA TARADILAR
Bahaddin Muhammed'in anlattığı ise insanlığın bittiği anı işaret ediyor. Çetelerin önce kapılarını çalıp kendilerinden su istediğini, verdikleri suları içtiklerini ve daha sonra ev halkına ateş etmeye başladıklarını anlatıyor. Kendisini son anda dışarı atarak yaralı kurtulan Bahaddin Muhammed, halkın gelenleri YPG'li sandığı için silahlarına davranmadıklarını söylüyor.