Hozat: İmralı tecridine karşı direnişe!
KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Besê Hozat: Savaş İmralı’ya tecrit ile başladı. Tecrit son bulmadan ve Önder Apo özgürleşmeden AKP faşizminin önü kesilemez ve bu kirli savaşa son verilemez.
KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Besê Hozat: Savaş İmralı’ya tecrit ile başladı. Tecrit son bulmadan ve Önder Apo özgürleşmeden AKP faşizminin önü kesilemez ve bu kirli savaşa son verilemez.
KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Besê Hozat, “Savaş İmralı’ya tecrit ile başladı. Kürtlere, demokrasi güçlerine ve çok liberal sınırlarda mücadele eden insanlara saldıran, tutuklayan ve katladen bir devlet-hükümet İmralı’da herşeyi yapabilir. Bu vesileyle herkesi tekrar İmralı tecridine karşı direnişe çağırıyorum. Tecrit son bulmadan ve Önder Apo özgürleşmeden AKP faşizminin önü kesilemez ve bu kirli savaşa son verilemez.
Önder Apo’nun büyük emeği ve çabası ile demokrasi güçleri bu kadar güçlenmiş, toplumun demokrasi ve barış talepleri bu kadar gelişmiş, AKP faşizmi gerilemiştir. Bunu gören AKP tecrit politikasıyla Önder Apo’dan intikam alarak savaşı başlattı. Faşist AKP’nin önü alınamazsa AKP’nin yürüttüğü bu savaş hegemonik kurumsallaşmasını gerçekleştirene ve dinci-milliyetçi rejim inşasını sağlayana kadar sürecektir. Savaşa son vermenin tek yolu tecrit polikasını ortadan kaldırıp Önder Apo’nun eşit ve özgür koşullarda siyaset yapmasına olanak tanımak ve demokratik müzakere sürecini başlatmakla mümkündür. Bunu sağlamanın yolu da direnişi tüm Kürdistan ve Türkiye geneline yayarak geliştirmekten, her yeri direniş ve serhıldan alanı haline getirmekten geçiyor“ dedi.
KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Hozat, gündeme ilişkin ANF’nin sorularını yanıtladı.
“PKK terör örgütü değildir“ diyen Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi katledildi. Elçi’nin katledilmesi ile nasıl bir mesaj verilmek istendi?
Öncelikle bütün yaşamını insan hakları mücadelesine ve hakikat arayışına adamış çok değerli bir insan olan Tahir Elçi’yi saygıyla anıyorum. Tahir Elçi Saray gladyosu tarafından katledildi. Tayip Erdoğan’ın JİTEM‘i Tahir Elçi’yi katletti. Tahir Elçi ‘‘PKK terör örgütü değildir‘‘ dediği andan itibaren Erdoğan ve AKP tarafından hedef gösterildi ve siyasi olarak linç edildi. Aslında Tahir Elçi hakkında “PKK terör örgütü değildir“ cümlesini kurduğu an infaz kararı alındı. Bununla verilmek istenen mesaj açıktır; Kürt sorununun demokratik çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi için çaba harcayan, emek veren, düşünce üreten Kürt aydınları hedefleniyor. Tahir Elçi şahsında hedeflenen demokratik ve özgürlükçü Kürt aydınlarıdır. Bununla gerçek Kürt aydınlarına sus, konuşma ve mücadele etme mesajı veriliyor. PKK’ye, Kürtlere dair olumlu anlamda söz söyleyen ve çalışma yürüten herkes hedeftir denilmek isteniyor. Bu biçimde demokrasi ve barış mücadelesi veren herkese gözdağı verilerek bu kesimler korkutulup sindirilmek isteniyor. En liberal sınırlarda bile demokrasi ve barış mücadelesi veremezsiniz mesajı veriliyor.
Binlerce faili belli ama meçhul kabul edilen cinayetlere imza atmış Türk devleti nasıl ki geçmiş süreçte bir sonuç alamadıysa şimdi de alamayacak. Her bir şahadet demokrasi ve özgürlük mücadelesini daha fazla yükseltmenin gerekçesi olacaktır. Bu mücadele zafere kadar sürecektir. Tahir Elçi ve Tahir Elçi gibi bu yolda çok sayıda yaşamını yitiren değerli demokrasi şehitlerinin gözleri arkada kalmayacaktır.
Bu saldırılar karşısında Türkiye toplumunun yaklaşımlarını nasıl buluyorsunuz? AKP’nin sınır tanımayan saldırıları karşısında toplum neler yapmalıdır?
Saldırılar karşısında Türkiye toplumu sessizdir. Olup biteni izleyen ve gözleyen bir pozisyondadır. Adeta korku filmi izler gibi büyük bir ürküntü içinde ama kayıtsızca gözünü ekrana dikmiş seyirciler misali bir toplumsal gerçeklik var. Bu tam da diktatör Tayip Erdoğan’ın ve faşist AKP’nin istediği bir durum. Zaten Tayip Erdoğan’ın bütün çabası toplumu bu noktaya getirmekti. Türkiye toplumu Kürdistan’da yürütülen bu kirli savaşa ve yapılan bunca katliama kayıtsız kaldıkça bu savaş tüm toplumu da içine alarak sürecektir.
Kürdistan’da faşizm oldukça Türkiye’de demokrasi olmaz. Olmadığı da ve olmayacağı da çok açık ortada. Ahmet Hakan’ın dövülmesi, Can Dündar ve Erdem Gül olayını bu açıdan bakarak değerlendirmek lazım. Buna benzer sayısızca olay var. İşten atılan, tehdit edilen, sözlü ve fiziki şiddete uğrayan sayısızca insan, kurum, örgüt var. Bugün Türkiye’de en liberal sınırlarda demokrasi mücadelesi veren insanlar bile konuşamıyor, konuşmaktan korkuyor. Doğan Medya‘nın durumuna bakar mısınız, korku ve baskı altında otosansür uygulaya uygulaya ne hale geldi. Yarım doğruyu söyleyene kadar kırk tane yanlışı peş peşe sıralıyor. Sarayı memnun etme telaşından kaynaklı, tedirginlikle arada bir gerçekleri sadece ıskalayabiliyorlar.
Türkiye toplumu Kürdistan’da olup bitenlere gözünü, kulağını, aklını kapatarak kendisini kurtaramaz. Olup biteni sesizce ve kayıtsızca izlemek olmaz, bu kendi kendini öldürmektir. Çok iyi bilmek gerekir ki sessizlik AKP faşizmini güçlendirecek ve daha fazla saldırgan hale getirecektir. Nitekim AKP’nin faşizmini bu kadar rahat uygulamasının sebebi de toplumun bu kayıtsızlığı değil midir? O açıdan toplumsal mücadele ve direniş hayati bir öneme sahiptir. Türkiye toplumu daha fazla zaman kaybetmeden ayağa kalkmalıdır. AKP faşizmine karşı mücadele etmeli ve direnmelidir. Herkes 7’den 70’e sokaklara, meydanlara çıkmalı ve AKP faşizmine geçit vermemelidir.
Gezi’de olduğu gibi bir direnişi mi kastediyorsunuz?
Evet, gezi direniş ruhunun örgütleyecek tek birlikten bahsediyorum. Gezi ruhu tam da bu süreçlerde gerekiyor. AKP faşizmini geriletecek ve ortadan kaldıracak tek gücün topyekün toplumsal mücadele ve direniş olduğunu çok iyi bilmemiz gerekiyor. AKP’nin yürüttüğü topyekün savaşa karşı topyekün direniş demokrasiyi ve barışı ortaya çıkaracaktır.
Şu anda AKP faşizmine karşı en güçlü direnişi Kürtler geliştiriyor. En güçlü mücadeleyi Kürtler veriyor. Türkiye toplumu buna seyirci kalmamalıdır. Kürtlerin yanında yer almalı ve Kürtlerle birlikte faşizme karşı direnişi yükseltmelidir. Türkiye toplumu Kürdistan’da gelişen bu onurlu direnişi sahiplenir ve kendisi de direnişe kalkarak destek sunarsa, AKP’nin yürüttüğü bu kirli savaş ve zulüm son bulacaktır, demokratik siyasetin önü açılacaktır. Çözüm buradadır, çözüm halkın kendisidir. Çözüm topyekün toplumsal direniştedir. Çözüm demokrasi ve barıştan yana olan bütün toplumsal ve siyasi kesimlerin ortak mücadele birliğindedir.
Belirttiğiniz mücadele birliği Türkiye toplumunda nasıl vücut bulacak, nasıl örgütlenecek?
Anti faşist güçler bir blok altında biraraya gelerek topyekûn toplumsal direnişe öncülük yapmalıdır. Devrimci-Demokratik Güç Birliği geliştirilmeli ve tüm Türkiye toplumunu ayağa kaldıracak çok güçlü bir mücadele içerisine girilmelidir. Adı bu olmalıdır. Türkiye’de tek bir saat bile zaman kaybetmeden faşizme karşı hareket geçmelidir. Mevcut koşullar ve konjonktür böyle bir örgütlenmeyi ve direnişi acil bir ihtiyaç haline getiriyor ve şart kılıyor. Hiç ama hiç zaman kaybetmemek lazım. Boşa harcanan her bir saat ve gün çok ağır bedellere neden oluyor. Bu sorumluluğu kendisine demokratım, özgürlükçüyüm, solcuyum, sosyalistim, devrimciyim, çevreciyim, feministim, anarşistim, barış severim diyen herkes, her siyasi ve sivil yapı taşımalı ve harekete geçmelidir.
Kürtlerin AKP-DAİŞ faşizmine karşı yükselttiği direniş etrafında büyük bir devrimci demokrasi bloğu oluşturulursa faşizm yenilecek demokratik halk iradesi kazanacaktır. Bu açıdan AKP-DAİŞ faşizmine karşı devrimci demokratik güç birliği acil bir ihtiyaçtır. Türkiye’de topyekün toplumsal direniş ancak bu birliğin öncülüğünde gelişebilir.
Türk devleti bazen bir merkezi bazen biri iki tanesi birden sokağı çıkma yasağının ardından kuşatıyor/ablukaya alıyor. Siviller öldürülüyor; evleri, işyerlerini tahrip ediyor; göçertiyor ve gayet pervasızca resmi zihniyetini sloganlara döküyor. Türk devleti tüm gücüyle öz yönetimlerin ilan edildiği yerlere bu kadar pervasız saldırılarla nasıl bir sonuç almayı amaçlıyor?
AKP 12 Eylül faşist rejimini, laiklik kimliği yerine dini kimliği koyarak yeniden dizayn etmeye çalışıyor. Yani laiklik ve milliyetçilik kimlikli faşist 12 Eylül rejimi şimdi AKP eliyle islami ve milliyetçi faşist bir rejim haline getirilmeye çalışılıyor. 2023 hedefi dedikleri şey de esas olarak budur. Bunun önünde engel olarak gördükleri herkesi ve her gücü derhal ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Kuşkusuz en büyük engel olarak da Kürtleri görüyorlar. Çünkü Kürtler kararlı bir biçimde korkmadan, ürkmeden, yılmadan demokrasi ve özgürlük mücadelesi veriyorlar. Kürtler faşist AKP’nin her türlü baskı ve zulmüne karşı tek bir milim geri adım atmadan, boyun eğmeden onurluca direniyorlar. AKP Kürtleri ezmeden sonuç almayacağını çok iyi bildiği için tüm gücüyle Kürtlere saldırıyor. Kürt kentlerini yerle bir ediyor, katliamlar yapıyor, aydınlarını infaz ediyor. Özellikle özyönetim direnişinin geliştiği kentleri ezerek tüm Kürtleri ezmeye ve sindirmeye çalışıyor. Kürtlerin direnişini ezerek Kürtleri teslim alıp 2023 planları önündeki en büyük engeli ortadan kaldırmaya çalışıyor.
ÖZYÖNETİMLERE SAHİP ÇIKILMALI, HALKIMIZ HER YERDE AYAĞA KALKMALI
AKP çok iyi biliyor ki, Kürtleri ezerse önünde hiçbir engel kalmayacaktır. Çünkü şu anda korkusuzca direnen tek güç Kürtlerdir. Direnişin geliştiği yerlerde direnişi ezmeyi ve halkı Kürdistan’dan sürmeyi amaçlıyor. Halkımız çok onurluca ve kahramanca direniyor. Cizre’de, Farqin’de, Nusaybin’de, Gever’de, Sur’da ve Derik’te destansı bir halk direnişi yaşandı. Yaşanmaya devam ediyor. Haftaları bulan sokağa çıkma yasaklarına, Saray Gladyosu‘nun vahşice saldırılarına karşı halkımız onurluca ve kahramanca bir direniş geliştirdi. Bu direnişin her yerde çok güçlü bir biçimde sahiplenilmesi gerekiyor. İllaha ki aynı yöntemle olmayabilir fakat halkımız çok rahatlıkla Bakur başta olmak üzere Kürdistan’ın her dört parçasında ve ülke dışında yüzbinlerce kişiyle ayağa kalkabilir faşist AKP’nin bu saldırı ve katliamlarına karşı direnişi yükseltebilir. Yaşadığı her yeri görkemli bir serhıldan alanı haline getirebilir. Günlerce ve sonuç alıncaya kadar her gün meydanları insan seli haline getirebilir. Halkımız bir serhildan halkıdır. Onlarca yıldır halkımız ve dostları sokaklarda ve meydanlarda direniyor. İnkar ve imha sistemine karşı mücadele ediyor. Şimdi ise bu direnişi iki üç katına çıkararak geliştirebilir. AKP faşizmine en güçlü cevabı ancak özyönetim direnişinin geliştiği kentlere en güçlü bir biçimde sahip çıkarak verebiliriz. Yerel demokrasiyi inşa ederek geliştirebiliriz.
Özyönetimler yani Demokratik Özerklik, Türkiye’nin yeni gerçeği, hakikatidir. Bu Demokratik Cumhuriyet Türkiye’sinin de yaratıcısı ve garantisidir. Dinci ve milliyetçi neo faşist AKP rejimine karşı Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Demokratik Cumhuriyet inşası demokratik özerklik projesinin Kürdistan başta olmak üzere Türkiye geneline yerel demokrasi biçiminde uygulanmasıyla mümkündür. Şu anda aslında iki rejim paradigmasının ve projesinin savaşı ve çatışması sözkonusudur. Biri AKP’nin başını çektiği İslami ve milliyetçi neo faşist rejim projesi diğeri de Kürtlerin başını çektiği Demokratik Cumhuriyet rejimini hedefleyen demokratik özerklik projesi. Bu savaşın kazananı kim çıkarsa o Türkiye’nin kaderini belirleyecektir.
Bu süreç AKP-DAİŞ faşizmine karşı herkesin safını belirleme ve kendisini netleştirme sürecidir. Yani 12 Eylül faşist rejiminden daha korkunç bir noktayı ifade eden AKP’nin mezhepçi-milliyetçi neo faşist rejimine boyun mu eğilecek ve yoksa Kürtlerin devrimci-demokratik direnişine güç verilerek ve ortak mücadele çatısı altında bir araya gelinerek direniş mi yükseltilecek? Herkes zaman kaybetmeden hızla safını netleştirerek harekete geçmelidir.
Türk devleti, 24 Temmuz'da yeniden savaş başlattıktan sonra ABD, NATO, AB ve BM yazılı açıklamalar yaparak "tarafları" çözüm masasına çağırdılar. Bu, ilk kez yaşanan bir durumdu. Türk devleti neden savaşta bu kadar ısrar ediyor? Bu konuda sizin yaklaşımlarınız nedir?
AKP diyalog sürecini kendi hegemonik amaçlarını gerçekleştirmek ve hegemonyasını kurumsallaştırmak için bir taktik olarak kullandı. Yani diyalog sürecini araçsallaştırdı. Birkaç seçimi de bu biçimde kazandı. AKP yaklaşık 2,5 yıllık diyalog sürecinden bu biçimde kazanırken belki AKP’den daha fazla kazanan bir diğer güç ise HDP oldu. Diyalog süreci HDP’yi çok güçlendirdi. HDP şahsında sol-sosyalist, devrimci, demokratik güçler bu süreçten güçlenerek çıktı. Bu süreçte Kürt sorununun demokratik çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi temel bir toplumsal talep haline gelmeye başladı. Yine demokrasinin ve barışın toplumsallaşmasının ortamı ve zemini oluşmaya başladı.
Diğer yandan aynı zaman dilimi içerisinde Türkiye’nin hemen yanı başında Rojava’da bölge devrimine öncülük yapabilecek ve bölgenin demokratikleşmesinde model olabilecek büyük bir devrim gerçekleşti. Burada Kürtler, Arap, Süryani, Ermeni ve Türkmen halklarıyla birlikte ortak özyönetim sistemlerini kurdu. Bu durum Kürt düşmanlığını terk etmeyen, inkar ve imha politikasını sürdürmede kararlı ve hegemonyasını kurumsallaştırmayı hedefleyen ve 2023 yılını bu hedefe ulaşmada bir doruk noktası olarak belirleyen AKP’nin planlarını bozmaya başladı. Tayyip Erdoğan bunu görünce hemen harekete geçti. İmralı ile diyaloga son verdi. Önder Apo üzerinde mutlak bir tecrit uyguladı. Öyle ki aile görüşmelerine dahi yasak getirdi. HDP heyeti gitmediği gibi devlet heyeti de İmralı ile tamamen ilişkisini kesti.
Amed AKP milletvekili Galip Ensarioğlu’nun devlet Öcalan ile görüşüyor açılamasında bulundu. Bu açıklama nasıl okunmalı?
Öyle devletin Önder Apo ile görüştüğü yok, bu bir gündem saptırmadır. Kürt halkının Önder Apo üzerindeki tepkisi minimize etmektir. Galip Ensarioğlu zaten hain, işbirlikçi ve özel savaş adamıdır. Zaman zaman buna benzer tiplere devlet eliyle bu gibi açıklamalar yaptırılıyor. Halkımız bunu bilmelidir; devletin İmralı’ya gittiği, görüştüğü gibi bir durum yoktur. Devlet heyetinin de İmralı ile ilişkileri tümden kesilmiştir. Yüksek olasılıkla geçmişte yaptıkları gibi şu anda içerde Önder Apo’ya karşı özel-psikolojik şiddetin yanı sıra çok daha farklı uygulamalar da sözkonusu olabilir. Ne yaptıklarını bilemiyoruz, Kürt halkına hergün katliam yapan, şehirlerini yerle bir eden, mezarlarına, ibadet yerlerine saldıracak kadar çılgınlaşan bir savaş hükümeti İmralı’da Önder Apo’ya herşeyi yapabilir. Kürt halkının ve dostlarının bunu çok iyi bilmesi gerekiyor. Çünkü savaş İmralı’ya tecrit ile başladı. Kürtlere, demokrasi güçlerine ve çok liberal sınırlarda mücadele eden insanlara saldıran, tutuklayan ve katladen bir devlet-hükümet İmralı’da herşeyi yapabilir. Bu vesileyle herkesi tekrar İmralı tecritine karşı direnişe çağırıyorum. Tecrit son bulmadan ve Önder Apo özgürleşmeden AKP faşizminin önü kesilemez ve bu kirli savaşa son verilemez.
Önder Apo’nun büyük emeği ve çabası ile demokrasi güçleri bu kadar güçlenmiş, toplumun demokrasi ve barış talepleri bu kadar gelişmiş, AKP faşizmi gerilemiştir. Bunu gören AKP tecrit politikasıyla Önder Apo’dan intikam alarak savaşı başlattı. Faşist AKP’nin önü alınamazsa AKP’nin yürüttüğü bu savaş hegemonik kurumsallaşmasını gerçekleştirene ve dinci-milliyetçi rejim inşasını sağlayana kadar sürecektir. Savaşa son vermenin tek yolu tecrit polikasını ortadan kaldırıp Önder Apo’nun eşit ve özgür koşullarda siyaset yapmasına olanak tanımak ve demokratik müzakere sürecini başlatmakla mümkündür. Bunu sağlamanın yolu da direnişi tüm Kürdistan ve Türkiye geneline yayarak geliştirmekten, her yeri direniş ve serhıldan alanı haline getirmekten geçiyor.
Bir süre sonra çözüm masasına hazır olduğunuzu, ancak üçüncü bir gözlemciye/hakeme ihtiyaç duyulduğunu belirttiniz, buna herhangi bir yanıt verildi mi?
Hayır verilmedi. Şu anda AKP’nin esas aldığı tek şey savaştır. AKP savaş, katliam ve korku politikasıyla Kürtler başta olmak üzere direnen tüm toplumsal dinamikleri ezmeyi ve teslim almayı hedefliyor. AKP’nin odaklandığı tek nokta budur. İç ve dış siyasetini buna göre belirlemiş durumda. Savaş ve şiddet yöntemiyle İslami ve milliyetçi hegemonik rejim inşasını sonuca götürmeyi amaçlıyor. Fakat gerçek şu ki AKP ne yaparsa yapsın Kürtler direnecektir. Kürtler demokrasi ve özgürlük mücadelesini her yerde yükseltecektir. Bu savaşın gideceği nokta eninde sonunda yine masa olacaktır. Fakat AKP bu kafayla giderse -ki gideceğe benziyor- bu masada AKP olmayacaktır.
Bu tür tarihsel sorunların nasıl ve hangi yöntemlerle çözüldüğü ortadadır. Müzakere olmadan ve bu müzakere sürecini izleyen, gözleyen tarafsız bir heyet, üçüncü bir göz devrede olmadan müzakereden sonuç almak mümkün değildir. Yine böyle bir sürecin yasal ve hukuki dayanakları oluşturulmadan süreci sağlıklı ve sonuç alıcı yürütmek mümkün değildir. Gerçek bir müzakere için bunlar olmazsa olmaz şartlardır ve bu şartaların başında ise masaya oturan tarafların eşit ve özgür koşullara sahip olması gerekiyor. Yani Önder Apo’nun eşit ve özgür koşullara kavuşması müzakere sürecinin temel şartı olmak durumundadır. Ancak şu anda demokratik çözüm lehinde herhangi bir gelişme sözkonusu değildir. Zaten bu koşullarda ve atmosferde olması da mümkün değildir. Faşist AKP’nin düşündüğü ve yaptığı tek şey savaş ve şiddet yöntemiyle hegemonyasını sürdürmek ve kurumsallaştırmaktır. Hükümet programı da bunu çok açık bir biçimde ortaya koyuyor. Bu açıdan hiç kimse boş beklentiler içerisine girmemeli ve kesintisiz bir biçimde mücadele ve direnişi geliştirmelidir. İmralı tecrit sistemine karşı Kürtler, kadınlar, gençler ve demokratik kamuoyu Türkiye’de ve dünyanın dört bir yanında çok güçlü bir mücadele sürecine girmelidir.
Diyalog sürecinde uluslararası güçler üçüncü bir göz olarak devrede olsalardı süreç diyalogdan öte bir noktaya taşınabilirdi. Yani AKP müzakereye zorlanabilirdi. AKP bunu bildiği ve öngördüğü için ısrarla uluslararası bir üçüncü gözün sürece katılmasını istemedi. Çünkü AKP’nin müzakere yapma gibi bir niyeti ve düşüncesi yoktu. AKP’nin böyle bir niyeti olsaydı uluslararası güçlerden oluşan bir üçüncü gözün süreci gözlemesinin ne gibi bir zararı olabilirdi ki? Aksine çok büyük yararları olurdu. Bu heyet süreci hem gözler ve hem de kolaylaştırıcı bir rol oynardı. Bir sorun ve tıkanma durumu yaşandığında kimden nasıl kaynaklıysa destek sunar aştırmaya çalışırdı. Bir de tabii Kürt sorunu artık bölgesel ve uluslararası bir sorun haline gelmiştir. Bu açıdan bakmadığımızda da uluslararası güçlerin müdahil olmasından daha doğal ve meşru bir durum olamaz değil mi?
Yine Kürt Halk Önderi Abdullh Öcalan’a yönelik tecrit devam ediyor. Bu konuda neler belirtebilirsiniz? Halka ve kamuoyuna çağrınız var mı?
Bu savaş Önder Apo üzerinde uygulanan tecrit ile başladı. Bu açıdan savaşın durması da tecridin ortadan kalkmasına ve Önder Apo’nun eşit ve özgür koşullara kavuşmasına bağlıdır. Savaş hükümeti faşist AKP’nin tüm kirli planlarını bozacak tek şey İmralı tecridinin son bulmasıdır. Bunun için faşizm ve savaş karşıtı herkesin tecridin kalkması ve Önder Apo’nun özgür koşullara kavuşması için mücadele etmesi gerekiyor. Her yerde tecride karşı yüzbinler ayağa kalkmalı, tecrit politikasının uygulayıcılarına ve destekçilerine karşı direnişi yükseltmelidir.
Önder Apo’ya uygulanan tecrit Kürt halkının özgür iradesine uygulanan tecrittir. Bununla Kürt halkının özgür iradesi tecrit altına alınmıştır. Bu büyük bir başkaldırı-serhildan gerekçesidir. Halkımız Önder Apo şahsında kendi özgür iradesi üzerine konulan bu kirli tecrit polikasına karşı Kürdistan’ın ve dünyanın her yerinde kesintisiz büyük bir mücadele sürecine girmelidir. Her yerde mücadelesini sonuç alıncaya kadar aralıksız bir biçimde büyüterek ve yükselterek sürdürmelidir.
Önder Apo üzerindeki tecrit aynı zamanda kadına karşı bir tecrittir. Önder Apo kadın özgürlük mücadelesinin en büyük emekçisi ve savaşçısıdır. Özgür ve eşit yaşam mücadelesiyle kadının gerçek dostu, yoldaşı ve arkadaşı olmayı başarmış büyük bir hakikat arayışcısıdır. Dolayısıyla Önder Apo şahsında tecrit altına alınan kadının özgürlüğü ve hakikat arayışıdır. Buna karşı tüm kadınlar ‘‘Öcalan’ın Özgürlüğü Özgürlüğümüzdür‘‘ diyerek tecride karşı her yerde direnişi geliştirmeli ve toplumsal direnişe öncülük etmelidir.
Önder Apo üzerindeki tecrit halklara ve tüm ezilen, ötelenen kimliklere uygulanan bir tecrittir. Önder Apo demokratik ulus paradigmasıyla ve onlarca yıldır verdiği soluksuz mücadelesiyle ezilenlerin sesi ve yüreği olmayı başarmıştır. Halkların ve tüm farklı kimliklerin özgürce ve eşitçe bir arada yaşamasının kilit ismi ve güvencesi olmuştur. İmralı tecridi halkların, farklı kültürel, sosyal kimliklerin bir arada yaşam umutlarına uygulanan bir tecrittir. Tecride karşı mücadele özgürce, eşitçe ve kardeşte bir arada yaşam mücadelesidir. Bu açıdan tüm Türkiye, Avrupa halkları, ezilenleri ve ilerici dünya insanlığı bu zulüm polikasının son bulması için ortak mücadele etmeli, meydanlara çıkarak sesini yükseltmelidir. Bu sorunun muhatabı sorumlu kurumlara rahat vermemelidir.
Türk devleti ile 24 Temmuz'a kadar süren görüşme ve çatışmasızlık sürecine, şimdiden baktığınızda "Milli çözüm" perspektifine ve uluslararası güçlerin dışında tutulmasına rıza göstermenin ne gibi sakıncaları olduğunu görüyorsunuz?
AKP’nin Kürt sorununa taktiksel yaklaşımının ve bu sorunu politik bir araç olarak kullanmasının en açık örneklerinden biri de sorunun adını kendi dönemsel polikalarına göre sürekli değiştirmesidir. 2013 baharından 5 Nisan 2015 baharına kadar AKP açısından sürece ‘çözüm süreci‘ demek daha uygundu. Bu söylem AKP’nin politikalarına daha çok hizmet ediyordu. 5 Nisan’dan itibaren tecrit-savaş politikasıyla birlikte, bu defa ‘milli birlik ve kardeşlik projesi‘ AKP’nin yeni dönem söylemi haline geldi. Bu söylemi içinde bulunduğumuz sürece daha uygun gördü ve şimdi de bu söylemi kullanmaya başladı. Derler ya bu bir AKP gerçeğidir, klasiğidir.
Türk devletinin halka gerilla alanlarına yönelik saldırıları artarak devam ediyor. Sizin bundan sonraki süreçte yaklaşımlarınızda bir değişiklik olacak mı?
AKP’nin faşist saldırılarına karşı yapılacak tek şey topyekün direnişi geliştirmektir. İçinde bulunduğumuz süreç çok yaygın ve kapsamlı bir mücadeleyi ve direnişi dayatıyor. Halkımız ve dostları nasıl ki 6-7-8 Ekim 2014‘de Kobani direnişini çok görkemli bir biçimde sahiplendi ve direnişe katıldıysa şimdi de aynı biçimde ve aynı ruhla her yerde ayağa kalkmalı, özgürlük ve demokrasi mücadelesini yükseltmelidir. Biz bundan sonra da halkımız ve dostlarımızla birlikte AKP faşizmine karşı her yerde mücadeleyi yükselterek sürdüreceğiz. AKP’nin yaptığı katliamlara karşı gereken cevabı en etkili bir biçimde vereceğiz.
Bu savaş adım adım tüm Türkiye’ye yayılıyor ve yayılacaktır. AKP’nin savaş politikaları Türkiye’yi de Kürdistanlılaştıracaktır. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur. Kürdistan’da savaş bütün vahşetiyle devam ederken Türkiye bundan azade kalamaz. Kalması mümkün değildir. Bu savaş herkesi saracak ve içine alacaktır. Halklar birlikte direnir ve ortak bir direniş geliştirirse bu felaketin önüne geçilebilir aksi halde iç savaş Türkiye’nin kaderine düşen şey olacaktır. Zaten şu anda yaşanan da aslında biraz budur. Bu durum önümüzdeki günlerde ve aylarda tüm Türkiye’yi içine alarak bütün şiddetiyle devam edecektir.
Türk devletinin Rojava’ya yönelik saldırıları ve çetelere yönelik desteği devam ediyor. Ayrıca ABD ile ortak operasyon yapılacağı da belirtiliyor. Tüm bu belirtilenler ışığında Rojava ve Suriye’deki durumu nasıl ele alıyorsunuz?
Türkiye 2011’den bu yana Suriye’deki savaşın bir tarafıdır. Doğrudan Suriye savaşının içinde yer almıştır. Hem Kürtlerin Rojava Kürdistan’ında siyasi bir statü sahibi olmasını engellemek ve hem de Baas rejimini tasfiye ederek İhvan çizgisinde Türkiye ile ittifak içinde ve Türkiye’nin güdümünde yeni bir rejimin şekillenmesi için kıyasıya bir savaş yürütmüştür. El Nusra’yı bu amaç için kurmuştur. Dikkat edilirse El Nusra’nın yönetiminde ağırlıkta Türkiye’nin yıllardır eğittiği Çeçenler, Türkler ve AKP’ye yakın Araplar var. Son bir yılda oluşumunda ciddi rol aldığı Ahrar el Şam da benzer bir yapıya sahiptir. AKP önce Kürtlere karşı El Nusra’yı savaştırdı, 2012 Serekaniye savaşında El Nusra kırılınca bu defa DAİŞ’i güçlendirdi. AKP DAİŞ’e silah, cephane, lojistik, askeri-taktik eğitim vb her türlü desteği sundu. Tırlarla DAİŞ’e silah cephane aktardı. Türkiye-Suriye sınırını tamamen DAİŞ’e açtı. DAİŞ bu sınırlardan binlerce savaşçıyı Türkiye üzerinden Suriye’ye geçirdi. Binlerce yaralısını Türkiye’de tedavi ettirdi. Bugün Rusya başkanı Putin’in açıkladığı gibi DAİŞ sayısızca varil petrolü Türkiye’ye sattı, milyarlarca para kazandı. Bütün bunlar dünyanın gözü önünde olup biten şeylerdir. Gizlisi saklısı yoktur. Böyle bir şey olmadığını söyleyenler güncel çıkarlardan hareket ederek büyük bir ikiyüzlülük yapıyorlar.
Türkiye’nin DAİŞ ile işbirliği ayan beyan ortaya çıkınca ve artık gizleyecek bir tarafı kalmayınca bu defa İncirlik üssünü koalisyon güçlerine açarak bu durumu örtbas etmeye, koalisyonun desteğini alarak Kürt Özgürlük Hareketini ezmeye ve Rojava devrimini bu defa bu biçimde ortadan kaldırmaya çalıştı. Yöntem değiştirdi DAİŞ ile savaş adı altında DAİŞ’i pazarlamaya başladı. Göçmen şantajı ile Avrupa’yı, Amerika’yı sıkıştırmaya başladı. DAİŞ ve göçmen tehditi ve şantajıyla Batı‘yı kendi politikasına çekmeye çalıştı. Cerablus planı bu sürecin sonucu olarak şekillendi. AKP’nin amacı DAİŞ ile savaş değil, DAİŞ’i kurtarmaktır. YPG’nin Cerablus’a girmemesi ve Cerablus’un DAİŞ’in elinde kalması için AKP elinden gelen herşeyi yaptı. Son noktada ise DAİŞ ile El Nusra’yı ve Ahrar El Şam’ı uzlaştırarak yeni bir durum yaratmaya, bu birleşik güçten meşru bir muhatap yaratmaya çalıştı. AKP’nin Cerablus politikası biraz buna dayanıyor. Yani bu üç gücü Ahrar El Şam ya da El Nusra çatısı altında birleştirerek meşru bir muhatap yaratmaya çalışıyor. Koalisyon ile de bu konuda görüşmeler yapıyor. Anlaşılan o ki koalisyonla Ahrar El Şam ve El Nusra konusunda bir uzlaşma durumu gelişiyor. AKP’nin Türkmen gücü dediği güçte bu güçtür. El Nusra ve Ahrar El Şam’dır. Bu güçlerin içerisinde azımsanmayacak sayıda JİTEM‘ci ve Çeçen güçler var. Yani DAİŞ başta olmak üzere benzer birçok güç bir nevi ortadoğu Jitemidir. Hepsi kontra yapılardır. Islamiyetle yakından ve uzaktan hiç bir alakaları yoktur. Aksine İslam düşmanı, insan avcısı, katliamcı ve tecavüzcü güçlerdir.
Sizce bu politikalardan hem Türkiye, hem de Amerika ve Avrupa sonuç alırlar mı?
Hayır. Bu politikayla ne Türkiye ne de Amerika ve Avrupa bir sonuç alır. Bu politika Suriye’de kaosu daha fazla derinleştirir. Çete yapıları güçlendirerek ve bu güçlere hakimiyet alanları sağlayarak Suriye’de tek bir adım atılamaz. Bu demektir ki Amerika’nın ve Avrupa’nın Suriye’ye dönük bir çözüm politikası ve projesi yoktur. Suriye’de savaşın bir tarafı olan AKP ile çözüm geliştirme arayışı daha bugünden büyük bir fiyaskodur. Suriye’de çözümün tarafları bellidir. Kürtlerdir ve Suriye demokratik güçleridir. Çözüm ancak bu güçlerle demokratik Suriye federasyonu temelinde mümkün olabilir. Demokratik Suriye Federasyonu en gerçekçi çözüm modelidir. Kürtler de Kuzey Suriye Federasyonu bünyesinde Demokratik Özerk Rojava Kürdistan’ı bölgesi biçiminde yaşayabilirler. Federasyon modeli Kürtler başta olmak üzere çok kimlikli ve çok kültürlü bir toplumsal yapıya sahip olan Suriye için en ideal çözüm modelidir. Son derece demokratik ve özgürlükçüdür. Suriye’de yaşanan iç savaşın son bulmasında ve göç eden milyonların tekrar topraklarına geri dönmesinde en gerçekçi çözüm modelidir. Amerika ve Avrupa gerçekten göçmen ve DAİŞ sorununu çözmek istiyorsa o halde Demokratik Suriye Federasyonu projesini Kürtler ve Suriye’nin demokratik güçleriyle birlikte ele almalıdır. Bu güçler buna hazırdır.
Yine Rus uçağının düşürülmesi sonrası Türkiye Rusya arasındaki gerginlik artıyor. Rusya Türkiye’nin DAİŞ’i desteklediği için uçağı düşürdüğünü belirtti. Uçağı vurulana kadar ses çıkarmayan Rusya böyle bir tepki gösterdi. Hareketinizin bu yaşananlar konusundaki görüşleri nelerdir, bu gerginlik nereye kadar gider? Uluslararası güçlerin yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Rusya’nın Türkiye ve DAİŞ ilişkilerine, işbirliğine ilişkin söylediği şeyler yanlış değildir. Hepsi doğrudur. Aslında bunların doğru olduğunu Amerika ve Avrupa’da çok iyi biliyor. Fakat kimin işine ve çıkarına ne daha iyi geliyorsa öyle davranıyorlar. Kimse gerçekleri her zaman ve her yerde dile getirmiyor. Kendi politikalarına hizmet ettiği zamanlarda dile getiriyorlar. Rusya’nın tutumunu da böyle değerlendirmek lazım. Amerika da, Avrupa da sanki altı ay veya iki ay öncesi gibi mi konuşuyorlar? Değil. Hatta bir çoğu bir ay önce konuştukları gibi bile konuşmuyorlar. Herkes politika yapıyor. Güncel konjonktüre göre herkes siyasi ve ekonomik çıkarları neyi gerektiriyorsa ona uygun bir üslup ve dil tutturuyorlar.
Türkiye’nin sadece DAİŞ’i değil, DAİŞ de dahil Ahrar El Şam ve El Nusra’yı korumak için Rus uçağını düşürdüğü, Cerablus’u bu güçlerin denetiminde tutmak istediği bir gerçektir. Türkiye’nin öyle iddia ettiği gibi Cerablus’ta ciddi bir Türkmen gücü de yoktur. Türkmen dediklerinin hepsi JİTEM‘cidir. El Nusra‘cıdır. DAİŞ‘cidir. Rusya bu güçleri vurdu. Türkiye de bu güçleri korumak için Rus uçağını düşürdü. Tabii Türkiye’nın Rus uçağını düşürmesinin tek nedeni bu değildir. Türkiye bir taşla bir kaç kuş vurmayı hedefledi. Rusya uçağını düşürerek Amerika ve Avrupa’yı biraz daha yanına çekmeye ve bu güçlerden yararlanmayı amaçladı; Kobani ve Afrin Kantonları‘nın birleşmesini engellemeyi, Kürtlere ve demokrasi güçlerine karşı yürüttüğü savaşı desteklemelerini ve seslerini çıkarmamalarını istedi. Ve diğer önemli bir şey de Suriye’nin yeniden dizaynında ve yeni sistemin kurulmasında söz sahibi olmayı hedefledi.
Karadan, havadan ve denizden Rusya ve NATO bölgeye askeri sevkiyat yapıyor. Bunu nasıl yorumlamalıyız?
Tüm bu yaşananlar Rus uçağının düşürülmesinden sonra gelişti. Şu anda Suriye savaşı bölgenin kaderini belirleyen bir rol oynuyor. Gerçekten yaşanan bir 3. Dünya Savaşı‘dır. Suriye 3. Dünya Savaşı‘nın sembol ülkesidir. 21. yüzyılın karakterine has yöntemlerle yürütülen bu savaş giderek DAİŞ üzerinden tamamen küresel bir kapsam kazanıyor. Bu savaş ulus üstü büyük sermaya güçlerinin bölgenin enerji kaynaklarını yeniden paylaşma ve buna uygun yeni bir sistem inşa etme savaşına dönüşmüş durumda.
Rusya’nın rejimi koruma üzerinden somutlaşan politikası, esas olarak Suriye’deki ve bölgedeki varlığını, etkisini kaybetmeme daha da güçlendirme çabasıdır. Yani bölgenin yeniden şekillendirilmesinde pastadan pay kapma savaşıdır. Aynı durum Amerika ve Avrupa ülkeleri açısından da geçerlidir. Rusya uçağının düşürülmesi Rusya’nın Suriye’ye daha güçlü yerleşmesine yol açtı. Bu durum İran ve Esad rejimine daha fazla güç kattı. Rejim karşıtı olduğunu söyleyen Türkiye, bu biçimde rejime epey bir katkı sunmuş oldu. Rusya bundan böyle Suriye merkezli bölgedeki etkisini sürdürme mücadelesini yürütmeye devam edecektir. Rejimi siyasi çözümün muhatabı kılma politikasını sürdürecektir. Kürtlerle de ilişkisini Suriye ve bölge politikasına hizmet edeceği ve zarar vermeyeceği biçimde belli bir uyum içerisinde sürdürmeyi esas alacaktır.
Rusya uçağının düşürülmesi Rusya da dahil birçok gücün çıkarına sonuçlar ortaya çıkardı. Uçağın düşürülmesi ardından Rusya’nın adeta Suriye’ye askeri çıkarma yapması NATO’ya üye ülkeleri harekete geçirdi. Bu durum fırsat bilenerek Almanya ve İngiltere başta olmak üzere Avrupa ülkeleri peş peşe İncirliğe yığınak yapmaya, güç konuşlandırmaya başladı. Suriye eksenli fakat esasta genel bölge üzerinde büyük bir kapışma sözkonusudur.
Rus uçağının düşmesiyle birlikte Avrupa’nın Türkiye’ye müzakerelerin yeniden başlatma çağrısını nasıl yorumlamak gerekiyor.
Bu çağrı öyle birden gelişen bir durum değil tabii ki. Bazılarının ifade ettiği gibi Rusya uçağının düşürülmesi bir açıdan Suriye’de dengeleri bozan Rusya’nın burnunu sürtmek amacı da taşıyor olabilir. Ancak bunun ortaya çıkaracağı sonuçlar daha farklı olacaktır. Bu süreç kendisi ile beraber bir zamanlar ekseni doğuya kayan Türkiye’nin eksenini Batı‘ya çevirmenin ve kontrole almanın da bir vesilesi yapılıyor. Türkiye’ye destek açıklamalarını çok sıradan değerlendirmemek lazım. Mevcut tutumlar akla birçok soru işareti getiriyor. Bu eylemi Türkiye’nin kendi başına ne kadar bağımsız yaptığı konusunda da bazı çevrelerde soru işaretleri yaratıyor. Bu yabana atılacak türden bir kuşku değil tabi. Türkiye, Cerablus planı ve Kürtler başta olmak üzere tüm demokratik muhalif kesimlere karşı yürüttüğü savaşa destek yaratmak, Suriye’nin yeniden şekillendirilmesinde söz sahibi olmak ve bunu da batıyla uzlaşmanın gerekçesi haline getirmek amacıyla bu saldırıyı gerçekleştirdi. Ama yalnız mı bu işe girişti? Tartışılır bir konu. Bunun Türkiye’nin başına büyük belalar açacağı da bir gerçek. Bu sürecin kaybedeni Türkiye olacaktır.
Bu biçimiyle Suriye’de savaş uzun yıllara yayılacaktır. Mevcut politikalar savaşı derinleştirmeye dönüktür. Fakat Suriye’de savaşı derinleştirerek Suriye sorununun çözülmeyeceği açıktır. Zaten mevcut haliyle sorun Suriye sorununu aşarak bölgesel ve küresel bir sorun haline gelmiştir. Suriye sorunu bölgenin yeniden dizayn sorununa dönüşmüştür. Dünya, yeni dünya düzenini kurmaya çalışıyor.
Suriye’nin ve bölgenin demokratik temelde yeni bir sisteme ihtiyacı olduğu açıktır. Milliyetçi, mezhepçi tekçi ulus devlet sistemi bölgede ömrünü tamamlamıştır. Çok kimlikli, demokratik ve özgürlükçü bir sistem özelde Suriye genelde ise tüm bölge açısından zaruri bir ihtiyaçtır. Bu açıdan Suriye’deki ve bölgedeki savaşı sonlandıracak ve kaosu ortadan kaldıracak tek gerçekçi proje Kürtlerin geliştirdiği demokratik ulus anlayışına dayalı Demokratik Federal Suriye projesidir.