Cemaat bataklıðından gerillaya bir 'abi'nin hikayesi...

Cemaat bataklıðından gerillaya bir 'abi'nin hikayesi...

Belki çok görüldü, duyuldu ama ben de hikayemi anlatmak isterim. Cemaat diliyle, Üstad dedikleri Sait Nursi’nin deyişiyle her cemal (güzellik) ve kemal (olgunluk) sahibi gibi ben de cemal ve kemalimi görmek ve göstermek isterim.

Ben cemaatteyken de cemaatten çıktıktan sonra da esprisi çok yapıldı “Ýnsanlar doðarken emzik alırlar benim elime risale vermişler.” (Risale hemen hemen her cemaatte farklı sayıda olan Said Nursi’nin kitaplarına verilen ad: Risale-i Nur Külliyatı) Biraz abartılı olsa da gerçek. Çok küçük yaşta bulaştım cemaate. Daha ilkokuldayken başladım, neredeyse benden daha aðır kırmızı kaplı kitapları okumaya. Yakın akrabalarımdan cemaatte olan ince bıyıklılar vardı. Cemaat gerçeðini bilmeyen ailem dıştan bakınca siyasete bulaşmayan, sorun çıkarmayan, “efendi”, namazı niyazındaki her dem gülen (bu gülüş genelde karşıdakini bilmeyen cahil ve yardıma muhtaç zavallı gören küstahça bir gülüştür.) insanları iyi sanıp beni onlara teslim ettiler. Aynı aldanmaya bende kapılıp aşk derecesinde ne olduðunu bilmediðim cemaate sevdalandım.

Sayıları bayaðı fazla olan cemaatlerden birçoðunun içine girip ne olduklarını öðrendiðimi sandıktan sonra Fetullahçıları en laçka ve samimiyetsiz, diðerlerini de pek etkisiz görüp halk arasından Nurcular diye bilinen disiplini saðlam “Meşveret cemaatinde” yer aldım. En büyük hayalim büyüyünce ince bıyık bırakıp vakıf olmaktı. Aslında istediðim bilmekti, bilen olmaktı. Dünyanın nasıl yaratıldıðından Allah’ın ne olduðuna kadar her şeyi bilmek istiyordum, bilmeyi seviyordum. Bilmek içinde vakıf olmak şarttı. Vakıf her hangi bir iş yapmaz, her şeyini cemaate vermiş, her şeyini cemaatin verdiði, Hıristiyan rahipleri gibi evlenmez, en az dört yıllık üniversite bitirmiş (bu üniversite yılları boyunca dershane dedikleri cemaat evinde kalması gerekiyor) kişiye deniliyor. Cemaatte fırsat buldukça okuyordum. Okuma programları dedikleri bir haftadan başlayıp bir aydan da fazla olabilen hiç dışarı çıkılmadan sadece okunan günler en sevdiðim günlerdi. Daha çok okunabilsin diye iki öðün yemek, az uyku olan o günlerde doymuyor herkes uyuduktan sonra geceleri de okuyor ya da bir abi ayarlayıp tartışıyordum. Günler, aylar, yıllar geçiyor ben okuyor, okudukça eski oluyordum. Eskiyip abi olunca artık ben de diðerleri gibi her şey hakkında kendini beðenir tarzda çirkin bir gülümsemeyle konuşmaya başlıyordum. Ne de olsa dışarıdaki bilgiler gülünecek, cemaatte öðrendiklerim ise yeryüzünün en doðru şeyleriydi. Küstahça gülümseyerek, hafif ses tonuyla, merhamet göstererek konuşmaya başlıyordum.

Cemaatteki hiyerarşi tarzı abi-kardeş ilişkisinden dolayı herkese abi demeyi bırakıp kimilerine kardeş demeye başlamıştım. Artık benim de bin bir yolla örgütlediðim ya da kandırdıðım yeniler vardı. Yenilerle çok şey yaşamama raðmen iki olay hep incitir beni. Birincisi; hala cemaatte olan bir Kürt gencinin karşıma geçip “Allah senden razı olsun, senin sayende cemaatle tanıştım” demesi ki o vakit buna çok sevinmiş olmama raðmen her zaman vicdan azabı çekmeme sebep oldu. Ýkincisi; en sevmediðin sanatçı kim diye bir soruya bizzat örgütlediðim Türk birinin “Ahmet Kaya deðil mi?” diye sormasıydı. Bütün sanatçılara aynı yaklaşıyoruz diye bir cevap vermiştim ama ben Kürt olarak her şeyimden vazgeçmişken o Türk haliyle kendisinden, siyasetinden pek bir şey vermemişti. Beni çok düşündürmesine raðmen abiydim ve abi gibi cevap vermeliydim.

Kadın konusu ise başlı başına bir dertti. Kadınlarla herhangi bir alışverişe girmemekle beraber onlarla konuşmuyordum bile. Şimdi düşündüðümde korkunç bir gerilik olsa da o dönemlerdeki düşüncemde cennete girmek deðil de Allah rızasını kazanmak için bu gerekli ve gerçekti. Allah rızasını kazanmak için Allah’ın yarattıðı bir insanı şeytanla bir tutup her namaz sonrası cemaatle birlikte tesbihat denilen duada “euzu billehi mineşşeytani ven nisa” yani Allah’ım beni şeytanın ve kadının şerrinden koru diyordum. Asıl acı ve anlaşılmaz olan kadınların da aynı şeyi söylüyor olmasıydı. Gerçi ben bir dönemden sonra bunun anlamını biliyor ve canı gönülden söylüyordumsa da birçok erkeðin ve kadının ne dediðini bilmeden söylemesi daha da korkunç bir durumdu.

Bu bataklık içinde mutlu mesut ve önüm açık, geleceðim parlak bir şekilde ilerlerken lise yıllarımda kafama sorular takılınca ve sorularıma kaba anlamıyla “Allah’ın işi” tarzı yada beni tatmin etmeyen cevaplar (ki asıl sıkıntım bundaydı, cevaplarıyla tatmin olmuyordum) verilince geçmişte asla okumayı düşünmediðim, cemaatte her soruma cevap bulurum fikriyle gereksiz gördüðüm felsefi aðırlıklı kitaplar okumaya başladım. Okudukça sorularım arttı, sorular arttıkça okumam gerektiðini fark ettim. Bilmeyi seven bana, anlamı bilgi sevdalılıðı olan felsefeden daha iyi bir şey gelmiyordu. Cemaatte aldıðım bilgilerle dinle ilgili sorulara, çelişkilere karşı bilimsel ispatta bulunurum derken bir baktım ki (her ne kadar yanlışta olsa) koyu ateist, kaba materyalist olmuşum. Birçok insanın kısa sürede bu deðişim deyip hayret kaldıðı süre aslında benim için uykusuz geceler, toplumdan kopuk gündüzler şeklinde uzun bir yoðunlaşma süreci anlamına geliyordu.

Cemaat bataklıðından kurtulmam lise yıllarımda beni saran sorgulama aşkıyla oldu. Bir ayaðım cemaatte bir ayaðım siyaset ve felsefede kısa bir süre geçirdim. Bu süre içinde benim için ‘Layetezelzel’(sarsılmaz) diyen gözdesi olduðum aðabeylerimle çatışmaya başlamıştım. Çünkü sorguluyordum. Bu çatışma döneminde cemaatin çok şeyini görmeye başladım. Siyasete bulaşmıyoruz diyor ama başta Kürt gençleri olmak üzere bütün gençleri farklı düşünmekten, sorgulamaktan, her türlü devlet yamuðuna karşı gelmekten alı koyarak büyük siyaset yapıyorlardı. PKK’ye karşı olduklarını her zaman dile getirmekten, 2002’den beri de Erdoðan’ı övüp ona oy vermeyi ise aşikâr yapmaktan çekinmiyorlardı. Risale dışında başka kitaplar okunmamalıydı çünkü okuyan sarsılırdı. Hatırlarım felsefe okumaya yeni başladıðım bir dönemde bizzat örgütlediðim birinin elimde bir felsefe kitabı (sanırım Sofi’nin Dünyası’ydı) görünce bana merhamet edercesine bir bakışla “mübarek; ne diye okuyorsun bu kitapları, risale yetmez mi?” tarzındaki sözü beni düşündüren bir tebessüm yaratmıştı yüzümde. Belki karşımdaki öyle öðrendiði için söylüyordu ama büyük aðabeylerin de bildiði gibi düşünen, sorgulayan insan ne cemaatin ne de devletin işine gelirdi. Bunu fark etmek zor deðildi. Kadın konusunda bu kadar radikal olmalarına raðmen vakıf olmayan ve ya olamayacak erkek ve kadınları çok çirkin ve gizli bir şekilde ve çok kirli yöntem ve oyunlarla evlendirmeleri insanı hayrete düşürüyordu.

Filozofların deðerli soru ve cevaplarıyla yaşarken devrimci düşüncelerle tanışmadan da edemezdim. Zaten toplumsal sorunlar bende de kendini yavaş yavaş hissettirmişti ki Marks’ın “filozoflar dünyayı farklı algılarlar ama önemli olan onu deðiştirmektir” tarzındaki sözü toplumdan ve toplum sorunlarından uzak beni bir nebze kendime getirdi. Bir Kürt olarak varlıðım bile toplumsal bir sorunken, her gün beraber olduðum, tartıştıðım arkadaşlarım da dahil cezaevine giren, şehit düşen insanların haddi hesabı yokken iki yumurta kıramayacak kadar toplumdan uzak ben Hegel’in metafizik aleminde gezinemezdim. Ne yapacaðımı bilmeden kara kara düşünürken Marks da dahil daha önce okuduðum hiçbir filozofa benzemeyen Önderlik’i okumaya başladım. Çok az okuma fırsatı bulup çok az anlamama raðmen derinliðiyle Hegel’i, toplumsallıðıyla Marks’ı, büyük ahlakıyla çok sevdiðim Nietzsche’yi katbekat geçiyordu. Büyük bir kısmı kadın düşmanı olan diðer kısmının ise hiç ilgilenmediði kadın konusunda ise geçmiş filozoflardan çok farklı düşünüyordu. Benim gibi cemaat yüzünden kadına hep öcü, canavar ve ya cehenneme gitme sebebi bir şeytan gibi bakmış birinin vicdan azabını dindirecek bir bakış açısı oluşturabilirdi. Sırf bu yüzden bile çok okuyup gerçekleri iyi anlamalıydım.

Öz olarak hepsi birbirine benzeyen cemaatler özgürlüðün en büyük düşmanları olan kendi halinden memnun köleler yaratan bir fabrika rolü oynarken buna karşı anti-cemaatçi bir role soyunmakla beraber şehirde parti çalışmalarında yer almama raðmen Nietzsche’nin çıldırmasına, bir ata sarılıp aðlamasına sebep olmuş kapitalist sistem beni de çıldırtmak üzereydi. Yaşam çekilmez, insanlar konuşulmaz olmuştu. Yaşam para üzerine konuşmalar yozluk üzerineydi. Çıldırmaya ramak kala M.Ö. 650’li yıllarda çok varlıklı olmasına raðmen her şeyi ardında bırakıp daðlara çekilen diyalektiðin babası Heraklitos gibi bu sisteme karşı etkin rol oynamam gerektiðinin farkına varıp büyük ve doðru bir kararla özgür daðlara doðru yolculuða çıktım. Şimdi özgür daðlarda bir elimde haksızlıða karşı kendimi savunduðum bir parçam olan silah, diðer elimde birçok filozofun aklına bile gelmediði derinlikteki kitaplarla Önderlik’in tam olarak anlamadıðım felsefesinde Gerilla diliyle yoðunlaşmaya ve pratikleştirmeye çalışıyorum.

Hepimizin bildiði gibi özeleştiri en iyi pratikte verilir. Bende cemaatte kendime ve bizzat örgütlediðim Kürt gençlerine karşı yaptıðım tahribatı önce cemaatten çıkıp özgür daðlara gelerek şimdi de bu yazıyı yazarak bir nebze de olsa vermek istedim. Bu sadece benim deðil benim gibi cemaat bataklıðına bulaşıp gerçekleri sonradan öðrenmiş vicdan azabı çeken birçok kişinin hikâyesidir.

Harûn Aram (Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi)