Bilici: Bu gidişatın sonu Titanik faciasıdır

Bilici, Türk devletinin uluslararası sözleşmeleri hiçe sayarak, cenazeler üzerinde kirli bir politika güttüğünü belirtti. Amed’in Sur ilçesinde bir imha, vahşet ve hukuk tanımazlık politikasının da devlet tarafından yürütüldüğünü söyledi.

İHD Amed Şube Başkanı Raci Bilici, Türk devletinin uluslararası sözleşmeleri hiçe sayarak, cenazeler üzerinde kirli bir politika güttüğünü belirtti. Amed’in Sur ilçesinde bir imha, vahşet ve hukuk tanımazlık politikasının da devlet tarafından yürütüldüğünü söyledi.

Amed’in Sur ilçesindeki devlet ablukası 37’nci gününe girerken, ANF’ye konuşan İnsan Hakları Derneği (İHD) Amed Şube Başkanı Raci Bilici, hükümetin Sur’da Kürt halkına bir imha, vahşet ve hukuk tanımazlık politikası uyguladığını vurguladı. Uluslararası sözleşmeleri hiçe sayan hükümetin cenazeler üzerinden kirli bir politika gütme noktasına vardığına dikkat çeken Bilici, saldırının temelinde gençlerin kendilerini savunmak için kazdığı hendekler değil, Kürt halkının statü talebi olduğunun altını çizdi. Bu topyekun saldırı karşısında Türkiye’nin batısındaki sessizliği de eleştiren Bilici, bazı kesimlerin 1990’lı yıllardaki hatayı tekrarladığını söyledi. Bu sessizliğin ülkeye büyük bir maliyeti olacağını belirten Bilici, Titanik örneğini vererek, “Bu durum böyle devam ederse Türkiye’nin batısındaki insan da Türkiye’nin doğusundaki insan da birlikte batacak. Bu gemi su aldı bir kere. Bu gidişatın sonu Titanik faciasıdır” dedi.

DEVLET HALKA POTANSİYEL SUÇLU MUAMELESİ YAPIYOR

Sur’daki devlet ablukası 1 ayı aşkın bir zamandır sürüyor. Bu süre içerisinde genel olarak halk nasıl bir mağduriyet yaşadı, siz neler gözlemlediniz?

Bugün sokağa çıkma yasağının tam 36’ncı gününü geride bıraktık ve bu 36 gün içerisinde hiçbir şekilde Sur ile iletişim kurulamadı. Devlet insanların mahalleleri boşaltması için sadece 3-5 saat gibi çok kısa bir süre tanıdı, onun dışında hiçbir şekilde yasak kalkmadı. Bu 1 ay içinde ilk önce yaşam hakkı ihlal edildi, birçok sivil insan öldürüldü, cenazelerin çoğu alınamadı, hala orada duruyor. Sur’da insanlar yaralandılar; evlerinde otururken, yemek yerken top mermilerine hedef oldular ve kafaları parçalandı. Sur’da halka kötü muamele yapılıyor, güvenlik birimleri bu konuda sınır tanımıyor, pervasızca ve orantısız bir şekilde saldırıyorlar. Mahalle sakinleri potansiyel suçlu muamelesine tabi tutuluyorlar. Sur’un içerisinde insanların temel yaşam ihtiyaçları karşılanmıyor, elektrik yok, sular kesik.

YAŞAM BİR BÜTÜN OLARAK DURDU

Bu soğukta nasıl yaşıyorlar?

Nasıl yaşadıklarını bilmiyoruz. İnsanlar belki donarak, belki açlıktan yaşamını yitirdi. Bildiğimiz net bir şey, insanların temel gıda ihtiyaçlarının karşılanmadığıdır. Ekmek dağıtılıyor deniliyor ancak bu husustan da haberdar değiliz. Bunu ne görmüşüz, ne de takip edebilmişiz. Sur’daki insanlar sağlık hizmetine de erişemiyor, yaşam güvenceleri yok. Bunlar yaşamsal faaliyetlerdir. Yaşam bir bütün olarak durmuş, duran bu yaşam içerisinde aklınıza hangi ihlaller geliyorsa hepsi mevcuttur. Binlerce insan göç etmek zorunda kaldı. Vali insanlara parasal yardım yapıldığını belirtse de bunu biz teyit ettiremedik. Kaldı ki bu yaşanan zulmün üstü para ile de örtülemez. 1990’lı yıllarda 4 milyon insanın köyleri boşaltıldı, yıllarca çok zor koşullarda dışarda göçebe gibi yaşadılar, en sonunda devlet kanun çıkarttı ve çok cüzi miktarda para verdi. Bugün de aynı şey yapılıyor; kişilerin can ve mal güvenliği sağlanmıyor, tüm hukuksuzluklar çok az miktarda paralarla örtülmeye çalışılıyor. Zaten Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de yasaklara ilişkin Türk devletine üç soru sordu. Bakalım oradan ne karar çıkacak?

Bütün bu yaşananlar para ile kapanabilir mi?

Yok, mümkün değil. Çünkü insanların bütün sıkıntılarını dahi giderseler, ölenleri geri getiremezler. Onlara o zaman, bütün bunları neden yaptınız, neden bu kadar insanı mağdur ettiniz, neden sokağa çıkma yasağını bu kadar uzattınız, neden halka güvenlik politikalarıyla yaklaşıyorsunuz soruları da sorulur. Zaten eğitimdir, sağlıktır, güvencedir, bunların hiçbiri yok, insanlar gerçekten perişan durumda. Dolayısıyla yardım yapılıyor tarzındaki açıklamalar çözüm değildir, çözüm insanları mağdur eden bu koşulları derhal sonlandırmaktan geçer.

CENAZELER ÜZERİNDEN DÜŞMANLIK ÇOK TEHLİKELİDİR

Durum öyle bir boyut almış ki insanların cenazeleri ailelere verilmiyor. Bu tür uygulamayla devlet nereye varmak istiyor?

Doğrusu bunun izahını yapmakta güçlük çekiyoruz. Bu bir insanlık suçudur. Savaş ortamında da, çatışma ortamında da uyulması gereken Cenevre Sözleşmesi gibi uluslararası sözleşmeler, değerler vardır ve Türkiye de bu sözleşmelere imza atmıştır. Ama maalesef devlet, çok net bir şekilde söylüyorum, bu sözleşmeleri çok ağır bir şekilde ihlal etmiştir. Silopi’de sokak ortasında bir annenin cenazesi günlerce o şekilde bekletilmiştir. Şu anda da Sur’da devletin elinde olan üç cenaze ortada duruyor. Bu açıkça keyfi bir durumdur. Açıkça cenazeler üzerinden düşmanlıktır ve çok tehlikelidir.

Siz Vali ile hiç görüştünüz mü?

Evet, hemen hemen her gün görüşüyoruz bu hususta. Bize operasyonları kısa süre durduracağını ve belediye aracıyla iki yetkilinin gidip bu cenazeleri alabileceğini, bu hususta devlet birimlerine ateş açmamaları konusunda da emir vereceğini söyledi. Fakat bunu aileler kabul etmedi, biz de doğru bulmadık. Çünkü cenazeler alındığı zaman karşılaşılacak ciddi sıkıntılar var, can güvenliği yok. Biliyorsunuz, en son Cizre’de bir yaralıya yardım etmeye çalışan bir sağlıkçı devlet güçleri tarafından vuruldu. Biz de Vali’ye cenazelerin devletin elinde olduğunu, o nedenle ya devletin bizlere cenazeleri teslim etmesini ya da ablukayı kaldırıp ailelerin cenazelerini almalarını istedik ve şu anda bu talep temelinde görüşmeleri sürdürüyoruz. Ama mevcut durum ve devletin yaklaşımı uluslararası bütün sözleşmeleri ihlal etmiştir ve hala da ihlal etmeye devam ediyor. Devlet insani hukuku yerle bir etmiştir ve böylesi bir uygulama hiçbir kültürde, hiçbir dinde yoktur. Bir insan yaşamını yitirmeden önce sizin bir numaralı düşmanınız da olabilir, ancak o kişi yaşamını yitirdikten sonra artık o düşmanlık düşer. Artık o yaşamını yitirmiş birisidir ve siz onun bütün haklarına saygı göstermek zorundasınız. Bugün cenazeler üzerine yürütülen bu kirli siyaset ailelerin travma geçirmesine neden oluyor, çocuğunun orada hangi durumda olduğunu düşünen insanların acıları kat be kat artıyor. Özellikle annelerin yaşadığı o acı tarif edilemez. Burada 5 gündür açlık grevi yapıyorlar ve gün geçtikçe hem içten hem dıştan eriyorlar. Bu büyük bir suçtur ve cenazeler derhal geri verilmelidir.

ANA AKIM MEDYA SUÇA ORTAK

Ana akım medyada bu haberlerin işlenmediğini görüyoruz. Yaratılan bu algı topluma nasıl yansıyor?

Bu savaşın 40 yıldır sürmesinin en büyük sorumlulardan biri de ana akım medyadır. Sürekli gerçekleri saptıran bu medya, savaşın bu kadar derinleşmesinde, bu kadar vahşileşmesinde, hak ihlallerinin bu kadar artmasında büyük pay sahibidir. Eğer bu medya güçlünün yanında yer almasaydı, eğer bu medya patronlarının ve kendilerinin bireysel çıkarları peşine düşmeseydi, sadece gördüklerini, araştırdıklarını, olan biteni olduğu gibi yansıtsaydılar, bu savaş bu noktaya gelmezdi. Türkiye kamuoyu da bütün olan bitene sessiz kalmazdı. Burada 70 yaşında bir anne katlediliyor, 3 aylık bir bebek katlediliyor ve bu bahsettiğimiz medya “iki terörist etkisiz hale getirildi ya da teröristler vurdu” gibi yalan haberler yazıyor; bu yalan bu şekilde Türkiye ve dünya kamuoyuna işleniyor. Biz de gücümüz yettiği kadar bu yalanları açığa çıkartıp gerçekleri anlatmaya çalışıyoruz. Geçenlerde bir makalede, medya yazmadığı için Hitler’in Yahudileri gaz odalarında katlettiğini Alman halkının ancak savaştan sonra öğrendiğini okudum. Alman halkı bunu öğrenseydi belki Yahudileri bu şekilde soykırımdan geçiremezlerdi. O nedenle medyanın rolü çok önemlidir. Türkiye’deki havuz ve ana akım medya resmi devlet ideolojisinin dışına çıkamıyor, kendi çıkarını orada görüyor ve tabii suça ortak oluyor. Sur’da bir aydan uzun bir süredir yaşanan bu imhayı, bu vahşeti, bu hukuk tanımazlığı, hiçbir yerde rastlanamayacak bu uygulamayı eğer anlatsaydı, dediğim gibi şu anda çok farklı bir noktada olurduk.

DEVLET AKLI DEĞİŞMEDEN ÇÖZÜM OLMAZ

Kürt meselesine farklı baktığını iddia eden hükümetin bugün geldiği noktayı siz nasıl açıklıyorsunuz?

Özellikle 2013’te gerillaların geri çekildiği tarihten itibaren, biz İHD olarak bir izleme komisyonu oluşturup 25 bölgeyi izledik. Bu sürecin iyi işlemesi için gördüğümüz aksaklıkları, sıkıntıları sürekli not ettik, rapor hazırladık ve hem kamuoyu hem de hükümet ile paylaştık. Hatırlarsanız Sayın Öcalan’ın da bir izleme komisyonu oluşturulması konusunda talebi vardı. Sayın Öcalan birçok şeyi önceden tahmin etmişti ve Türkiye ile Ortadoğu’yu biliyor tanıyor. Öngörüsüne dayanarak bağımsız bir izleme komisyonunun bu süreci izlemesini istemişti. Ne kadar haklı olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Çünkü devletin Kürt sorununu çözme noktasında samimi olmadığını bir kez daha gördük. Hükümet, çözüm süreci işlerken bile, Bölge’de inşa ettiği kalekollarla, koruculuğu güçlendirmesiyle, güvenlik barajlarıyla, özel birlikleri buraya kaydırmasıyla, gerillaların çekildiği noktalara asker yerleştirmesiyle adeta savaş hazırlığı yaptı. Hükümet bir taraftan bunu yaparken, diğer taraftan İç Güvenlik Paketi’ni çıkartarak da bu savaşın yasal zeminini hazırladı. Bütün bu hazırlıklar çözüm süreci üzerinde zehir etkisi yarattı ve yavaş yavaş bu noktaya gelindi. Biz o dönemde İHD olarak, bu yapılandırmaların derhal durması gerektiğini, aksi takdirde çözüm sürecine ciddi zarar vereceğini defalarca beyan ettik. Devletin aklının değişmediğini, eski devlet anlayışının egemen olduğunu ve iktidarlar değişse de bu zihniyetin değişmediğini çok net anladık. Zaten devletin aklı değişmedikçe, bu tür sorunların çözülmesi de mümkün değildir. Bugün inkar ve asimilasyonu kaldırmakla övünen hükümet için de inkar da, asimilasyon da var, buna karşı gelenler de imha ediliyor. Kimse kimseyi kandırmasın. Kürtler vardır demekle inkar kalkmıyor, çünkü Kürtler varsa haklarıyla varlar. Siz ancak Kürtlerin haklarını güvence altına alıp iade ettiğiniz anda inkar kalkar ortadan. Asimilasyon da her alanda devam ediyor. Ana dilinde eğitim yapamazsan, kültürünü geliştiremezsen asimilasyon kalktı diyemezsin. Yerel yönetimler kendilerini biraz geliştirmek, yerelden kendilerini yönetmek, kendi kültürlerini, kendi yaşam tarzlarını ortaya koymak istediler, bunun hemen önüne geçildi. Bu, asimilasyon değilse nedir? Bu engellemelere karşı duruş sergileyen herkesin üzerine de acımasızca gidiyor ve imha ediyor. Eğer bu hükümetin çözüme dair bir programı olsaydı, bugün özyönetim talebinin, gençlerin üzerine topyekun bir saldırı konseptiyle gelmezlerdi. Şimdi yerel yönetimlerin yöneticilerini tutuklayarak sesini kestiniz, siyasetçilerle görüşmüyorsunuz, bu sorunun birinci derecedeki muhatabı ve Kürtlerin baş müzakereci olarak kabul ettiği Sayın Öcalan’a tecrit uyguluyorsunuz, peki çözüme dair ne kaldı? Demek ki senin politikanda baştan beri çözüm yoktu.

RAHATSIZLIK HENDEK DEĞİL, KÜRTLERİN STATÜ TALEBİ

Öz yönetimlerden neden bu kadar korkuyorlar?

Bu hükümet ve devlet Kürtlerin statü talebinden korkuyor. Statüyü kabul etmiyorlar. Ne olursa olsun, sadece özyönetimler değil, sen ismini ne koyarsan koy, içinde Kürtlerin statüsü varsa bu zihniyet tekrar devreye girer ve imha başlar. Yerel yönetimlerden, gençlerin hendek açmasından bu kadar rahatsızsan, DTK 14 maddelik bir deklarasyon yayınladı, öneri yaptı, o zaman hemen o öneriyi tartışmaya aç, konuşmayı başlat ve bu sürecin siyaset zeminine çekilmesinin önünü aç. Demek ki mesele o değil. Mesele statü rahatsızlığı. Yoksa, bugün gençlerin imha olmamak ve tutuklanmamak için oluşturdukları bu savunmanın üzerine bu kadar acımasızca ve bütün bir kenti yok etme pahasına gidilmezdi. Bu saldırının arkasındaki rahatsızlık hendek değil, statü o kadar. Kürtler bugün müzakerelerin tekrar başlaması için hala çabalıyor, çağrı yapıyor, demokratik yol ve yöntemlerle çözüm istiyor. 7’den 70’e hiç kimse şiddet istemiyor, Sayın Öcalan ile görüşülmesi yapılmasını, müzakere ve diyalogun önünün açılmasını istiyor. Kürtler ayrılmak da istemiyorlar, demokratik bir Türkiye’de, eşit bir şekilde, adil ve özgür bir ortamda birlikte yaşama modelini ortaya koyuyorlar. Bundan daha onurlu, daha önemli, daha güzel bir şey olabilir mi?

Türkiye’nin batısında yıllarca benzer talepler için mücadele eden demokrasi güçlerinin bugün yaşananlara gereken tepkiyi gösterdiklerini düşünüyor musunuz?

Çok çok az tepki verdiklerini düşünüyorum. Bu açıdan 1990’larda yapılan hatalara tekrar düşüyorlar. O nedir? Gereken desteği vermemek, gereken duyarlılığı yaratmamak hatasıdır. Çok kısıtlı bir kesimle şu an biz iletişim kuruyoruz, bir araya geliyoruz gerçekten. Türkiye’nin batısındaki birçok kurum, kuruluş Kürdistan bölgesinde yaşanan bu savaştan, olup bitenden rahatsız değilmiş izlenimi veriyor. Gereken tepkiyi vermiyor, izlemekle yetiniyor. Halbuki, “Ey devlet, bu insanlar ne istiyor? Bu insanlar niye bu noktadadırlar? Bu insanlar niye kendilerini savunma gereği duydular?” kimse bunu sorgulamıyor. Aksine, bu sessizlikle ve tepkisizlikle adeta sanki devlet Sur’u ne zaman ele geçirecek de bu mevzu bitecek gibi yaklaştıkları görülüyor. Bunda ana akım medyanın ve siyasi iktidarın yanı sıra, ana muhalefetin de çok büyük payı var. Ama çağımız teknoloji çağı, o nedenle sosyal medyada ve birçok yerde gerçekler ortaya çıkıyor ve insanlar görüyor. Fakat bu sessizliğin bu ülkeye büyük bir maliyeti olacak. Bu durum böyle devam ederse Türkiye’nin batısındaki insan da Türkiye’nin doğusundaki insan da birlikte batacak. Bu gemi su aldı bir kere. Hatırlarsanız Titanik gemisi batarken elit kesim filikalara binip kendilerini kurtulmak istediği için, ikinci, üçüncü sınıf yolcuları geminin alt bölümüne kapatmaya kalkıştılar. Oysa ne oldu? Hepsi battı. Dolayısıyla bu gemi su aldı ve almaya devam ediyor. Bu gidişatın sonu Titanik faciasıdır. Bunu ancak el birliğiyle önleyebiliriz.