KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık, 24 Temmuz 2015’te Türk devleti tarafından başlatılan savaş sürecini, Kürt Özgürlük Hareketinin bu süreçte geliştirdiği direnişi ve mevcut durumu değerlendirdi.
Türk devletinin tarafından İmralı’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile yapılan görüşmelerin çözüm için değil tasfiye için yapıldığını belirten Bayık, kendilerinin de imha amaçlı saldırılara karşı direndiğini vurguladı.
Rojava ve Şengal direnişlerine dikkat çeken Bayık, Kürtlerin Ortadoğu’da siyasi ve askeri olarak güçlendiğini ancak Türk devletinin bunu kabul etmediğini, Kobanê saldırılarının da Türk devleti tarafından planlandığını, amacına ulaşmayınca 30 Ekim 2014’te MGK’da savaş kararının alındığını hatırlattı.
Savaşın Erdoğan tarafından başlatıldığını vurgulayan Bayık, 15 Temmuz darbe girişiminde yer alan askerlerin de bu savaş ortamında rahat örgütlediklerini söyledi.
KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık ile 24 Temmuz süreci, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri, özyönetim direnişleri, 15 Temmuz darbe girişimi ve bundan sonrasına ilişkin yaptığımız söyleşinin 1. Bölümü şöyle:
7 Haziran seçimleri ardından Türk devleti önceden kararlaştırdığı savaşı başlatma arayışına girdi. 30 Haziran’da Medya Savunma Alanlarına kapsamlı saldırı oldu. Başbakan yardımcısı Bülent Arınç Hükümet adına üstlenince, siz de önce ateşkesin anlamsızlaştığını ve hükümetin bu tutumlarıyla çatışmasızlığı bitirdiğini söylediniz. Siz o dönem devlet içi dinamiklerin ve savaşın farkında mıydınız ki böyle cevap verdiniz? Bugünden bakınca o günkü motivasyonunuzu anlatır mısınız?
Biz daha önce de defalarca belirttik; savaş kararı 30 Ekim 2014 Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınmıştı. 7 Haziran’dan sonra da bunları çeşitli defalar vurguladık. Ancak daha sonra öğrendik ki, 30 Ekim’den önce de savaş kararı alınmıştır. 2014 yazında çöktürme planı hazırlanıyor. Çöktürme planı özyönetim direniş alanlarına saldırının bir nevi teorik planlaması gibi. Şimdi zaten dünyada böyle senaryolarla planlamalar yapılıyor, savaş hazırlıkları yürütülüyor. Çöktürme planı da çok önceden Kürdistan'da savaş başlatılınca nelerin yapılması gerektiğini ve amaçlarının ne olduğunu ortaya koyan bir senaryo oluyor.
TÜRK DEVLETİ KOBANÊ ZAFERİNDEN ÜRKTÜ
Bilindiği gibi Rojava’da bir devrim gerçekleşmiş, bu devrim giderek kendisini Suriye’de ve Ortadoğu'da etkin hale getirmişti. Buna karşı Türk devleti Suriye ve bir bütün olarak Ortadoğu'da politik bir enstrüman olarak kullandığı IŞİD’i hem Suriye'de etkili olmak, hem de Rojava’da Kürtleri bastırmak için Kobanê’ye saldırtmıştı. Kobanê saldırısı aslında Türk devletinin planladığı, teşvik ettiği bir saldırıdır. Çünkü Türk devleti hem Rojava Devrimini bastırmak, hem de Kürt Özgürlük Hareketi'nin dikkatini, yoğunlaşmasını Kobanê’ye yönlendirmek için IŞİD'i bu saldırıya yöneltmiştir. Ancak Kobanê saldırısı Türk devletinin düşündüğü gibi başarılı olmayınca, Tayyip Erdoğan’ın söylediği gibi düştü düşecek beklentisi yerine gelmeyince ve bunun karşısında da büyük bir direniş Kobanê’de gerçekleşince, yine bu direniş etrafında Kürt halkı bir araya gelince, 6-7-8 Ekim’de Bakurê Kurdîstan’da ve Türkiye'de Kobanê Direnişini destekleme serhıldanları boydan boya yayılınca Türk devleti ürktü. Sadece Rojava’da değil, Bakurê Kurdîstan’da da artık Kürt toplumunun kendi kendini yönetecek hale geldiğini gördü.
MGK KÜRTLERİN GÜÇLENDİĞİNİ GÖRÜNCE SAVAŞ KARARI ALDI
Öte yandan Şengal’de IŞİD’in püskürtülmesi, Şengal’deki direnişin dünya kamuoyunda büyük yankı bulması, Kürt Özgürlük Hareketi'nin Kürdistan'ın bütün parçalarında ve Ortadoğu'da etkin olması yanında, dünyada da siyasal etkisinin artması karşısında Milli Güvenlik Kurulu Kürtlerin bütün Ortadoğu'da güçlendiğini görünce bunun önüne geçilmesi gerektiği kararına varmıştır. Bu kararı sağlatan, Türk devletinin ve iktidarda olan AKP hükümetinin Kürt sorunundaki çözümsüzlüğüdür. Ya da Kürt sorununda bir çözüm politikası olmadığından Kürtlerin güçlendiğini görünce böyle bir saldırıyla Kürt’ün bütün parçalardaki güçlenmesinin kırılması, bu gücün etkisiz hale getirilmesi hedeflenmiştir. Ya Kürt sorununda bir çözüm olacaktır, ya da Kürtler siyasal irade kazanmışsa, güçlenmişse, etkisi artmışsa bunun kırılması gerekmektedir. Geçen yüzyılda olduğu gibi Kürtler özgür ve demokratik yaşam talep edince, bu konuda bir irade ortaya koyunca nasıl ki üzerine gidip ezilmişse, aynı politika yeniden devreye girmiştir.
GÖRÜŞMELER ÇÖZÜM İÇİN DEĞİL TASFİYE İÇİN YAPILIYORDU
Savaş kararının alınması uzun yıllardır sürdürülen görüşmelerin bir çözüm için değil de fırsatını bulduğunda Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etmek için bir araç olarak kullanıldığı netleşmiştir. Zaten Önder Apo defalarca AKP hükümetini “bu görüşmeleri araçsallaştırmayın, böyle yaklaşmak çözümsüzlüktür, bunun sonucu da savaştır” biçiminde uyarmıştır. Toplum, devlet, siyasal partiler oligarşisi çözüme hazır hale getirilmediği takdirde Kürtler güçlenip siyasi irade haline geldiğinde ortaya çıkacak tabii ki savaş kararı olacaktır. Bu bir kahinlik, ya da bizlerin savaş yanlısı olmasının ortaya çıkardığı bir sonuç değildir. Tamamen Kürt sorunundaki diyalektiğin doğal sonucudur. Ya Kürt sorununda çözüm politikası ortaya konulacaktır ya da Kürtler irade ortaya koyduğunda savaş başlatılacaktır.
Önder Apo durumun giderek savaşa doğru gittiğinin farkına varmıştır. Çünkü görüşmeleri yürüttüğünden Türk devletinin yaklaşımından, devlet heyetinin yaklaşımından neyi amaçladığını en yakından hissetmektedir. Önder Apo onlarca yıldır Kürt sorunu konusunda yoğunlaşmaktadır, bunun mücadelesini vermektedir. Yine Ortadoğu'da diğer devletlerin Kürt politikasını bilmektedir. Ortadoğu'daki siyaset tarzını yakından öğrenmiştir. Türk devletine karşı mücadele içinde Türk devletinin karakterine hücrelerine kadar nüfuz etmiştir. Şu gerçek vardır; savaşan güçler aynı zamanda birbirlerini yakın tanıma durumuna sahip olurlar. Öte yandan devlet yetkilileri, Hükümet yetkilileri zamanla değişmektedir. Ama Önder Apo kırk yıldır Türk devletiyle bir mücadele içinde olduğundan, kesintisiz bu mücadeleyi takip ettiğinden, bu mücadelenin bütün boyutlarını, parçalarını Türk devletinin mücadele sürecindeki hangi durumda nasıl tepki verdiğini, hangi durumda siyasetçilerin nasıl açıklama yaptıklarını çok iyi bilmektedir. Tecrübelerine dayanarak görüşmeler sırasında Türk devletinin söylemleri, yaklaşımlarını iyi analiz ettiğinden, Kürtlerin bu kadar Ortadoğu'da güçlendiği dönemde sorunu çözemeyenlerin nasıl karar alacağını da erkenden fark etmiştir.
Bu açıdan 2014 30 Ekim Milli Güvenlik kararları sonrası Kasım ayının sonlarında Önder Apo üç aşamalı müzakere planını sunmuştur. Böylelikle AKP hükümetini, Türk devletini politik yaklaşımlarla, makul çözüm önerileriyle bu savaşın önüne geçmek istemiştir. İki üç aylık görüşmeler sonucu 28 Şubat 2015’te devlet yetkilileriyle HDP İmralı heyeti bir ortak mutabakatı Dolmabahçe Sarayında kamuoyuna açıklamışlardır. Biz Hareket olarak yayınlanmadan önce mutabakat konusunda bazı kaygılarımızı ve tereddütlerimizi ilettik. Buna rağmen Önder Apo “böylesi doğrudur” diyerek 28 Şubat’taki mutabakatın yayınlanmasını sağlamıştır.
DOLMABAHÇE MUTABAKATI
Ancak kısa süre içinde Tayyip Erdoğan “ne mutabakatı, bunun demokrasiyle ne alakası var, ben bunu kabul etmiyorum” yönlü tutumunu açıkça ortaya koymuştur. Dolmabahçe Mutabakatını açıkça reddetmiştir. Halbuki bu mutabakatı reddetmesinden önce o güne kadar hükümetin İmralı’da yaptığı görüşmeleri olumlayan basın, bu mutabakatla birlikte bu olumlamasını çok ileri bir düzeye götürmüştür. Bunun Türkiye'de yeni bir dönem başlattığı, bir demokrasi başarısı olduğu hem gazetelerde, hem de radyolarda işlenmiştir. Eğer o günün AKP yandaşı basını araştırılırsa, göz önüne getirilirse Dolmabahçe’deki bu mutabakatın ne kadar övüldüğünü görürsünüz. Ama Milli Güvenlik Kurulu kararını kapsamlı bilmeyen, Erdoğan’ın ve Saray Gladyosunun Ergenekon ve çeşitli güçlerle yaptığı ittifakın esas çerçevesinin farkında olmayanlar hükümetin HDP heyetiyle yaptığı bu açıklamayı yere göğe sığdıramamışlardır. Ama Erdoğan reddetmiştir.
Dolmabahçe Mutabakatının reddedilmesinden sonra 7 Haziran seçimlerinde demokrasi güçlerini başarılı çıkaracak bir sonuçla bu savaş kararı etkisiz kılınmak istenmiştir. Türkiye'deki demokrasi güçlerini bir araya getirip Türkiye'nin demokratikleştirilmesi konusunda bir toplumsal güç ortaya çıkararak demokrasi yürüyüşü güçlendirilmek istenmiştir. 7 Haziran seçimlerinden bir hafta önce Amed’te büyük bir katliam olmasına rağmen sabırlı davranılarak 7 Haziran seçimlerinin gerçekleşmesini sağlamaya çalışmıştır. Ondan önce Ağrı’da da çeşitli provokasyonlar olduğunda yine seçim savaşın önlenmesi açısından önemli görüldüğünden dikkatli davranılmıştır.
Biz bu yaklaşımlarla savaşı önlemek isterken, Erdoğan ve Saray Gladyosu seçimlerden başarılı çıkıp meşruiyetini güçlendirerek Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı savaşı seçimden sonra tırmandırmak istemiştir. Ancak 7 Haziran seçimlerinden istediği sonucu alamayınca ve demokrasi güçleri güçlenince Erdoğan ve AKP iktidarı bu defa saldırılarla, provokasyonlarla, seçim sonuçlarını kabul etmeyen politikalarla savaş politikasını açıkça ortaya koymuştur. Savaşın siyasi ve psikolojik ortamını sağlama çabası yürütülmüştür. Hiçbir partiyle koalisyon kurmaya yanaşılmaması bunun sonucudur. Bu nedenle bir taraftan koalisyon yapmaya yanaşılmazken, diğer taraftan saldırılarla gerilim yaratarak savaşın toplumsal ortamı, siyasi ortamını ve psikolojik ortamını hazırlamaya çalışmıştır.
7 HAZİRAN SEÇİMLERİNDEN SONRA SALDIRILAR ARTTI
Nitekim 7 Haziran seçimlerinden sonra da tutuklamaları hızlandırmışlardır. Karakol, yol, baraj yapımına hız vermişlerdir. Bu seçim sonuçlarından sonra demokratik bir yaklaşımla Türkiye toplumu demokratikleşme istiyor, Kürtler, Kürt sorununun demokratik siyasal yollardan çözümünü istiyor, 7 Haziran seçimlerinde bütün herkes meclise girdi, bunu Türkiye'nin demokratikleşmesi için, sorunları çözmek için değerlendirelim deme yerine, saldırılarını daha da arttırmıştır. Seçim sonuçlarına göre hareket edilmemiştir. Nitekim seçimden sonra 26 Haziran’da IŞİD’in Kobanê’ye biri Türkiye’den olmak üzere üç koldan girmesi sonucu 300’e yakın kadın, yaşlı, çocuk sivil katledilmiştir. Bu aslında Kürt Özgürlük Hareketi'nin bütün parçalarda ortaya çıkan gücünü kırmaya yönelik yeni bir saldırı olmuştur. Kürtlerin güçlendiğini görerek 7 Haziran sonuçlarının bir an önce ortadan kaldırılması yoluna gidilmiştir. Çünkü 7 Haziran’da sadece AKP kaybetmemiştir, IŞİD de kaybetmiştir. AKP'nin bütün ortakları kaybetmiştir. En önemlisi de ulus-devlet kaybetmiştir. Bu çerçevede demokrasi karşıtı ittifaklarıyla birlikte 7 Haziran seçim sonuçlarına saldırıyı başlatmıştır. Bülent Arınç bu süreçte Trabzon’da “acı çekecekler, çok kötü hale düşecekler, onlara her türlü acıyı yaşatacağız, ezeceğiz” gibi açıklamalarda bulunmuştur.
7 HAZİRAN’DA KATI ULUS-DEVLET SARSILDI
Bilindiği gibi Türk devleti katı bir ulus-devletti; 7 Haziran seçimleriyle birlikte bu katı ulus-devlet sarsıldı. HDP'nin başarısı karşısında ya bu durum kabul edilecek, demokratikleşme yolunda adım atılacaktı, ya da bu durum kabul edilmeyip Kürt Özgürlük Hareketi ve demokrasi güçlerine savaş açılacaktı. 7 Haziran seçimlerinden sonra görüldü ki, Türk devleti 7 Haziran seçimlerini kabul etmemektedir. Bu açıdan da ortaya çıkan durumu, yani ulus-devleti aşan demokratikleşmeyi öngören devlet ve toplum anlayışı kabul edilmemiştir. Bu nedenle üzerine gidilip ezilecekti. Bu durumun önceden farkında olup olmamaktan çok, Kürt sorununun çözümsüzlüğünün getireceği sonuçlar bilindiğinden 30 Ekim’de karar alındığını, Dolmabahçe mutabakatının reddedilmesinin de bu savaş karar nedeniyle olduğunu fark ettik. 7 Haziran seçim sonuçlarının reddedilmesini de bu şekilde ele aldık ve böyle değerlendirdik.
7 Haziran seçimlerinden sonra askeri hareketlilik arttı, siyasi operasyonlar hızlandı. 20 Temmuz’da Suruç katliamı yapıldı. Hemen ardından 24 Temmuz’u AKP'nin en büyük hatası olarak değerlendirdiniz. Neden böyle bir değerlendirmede bulundunuz?
Önder Apo ve Özgürlük Hareketi olarak bizler 7 Haziran seçimlerine önem verdik. Türkiye ve Kürdistan'daki onlarca yıllık mücadelenin demokratik birikimini böyle bir seçim başarısıyla taçlandırmak, bu temelde Türkiye'de halkların önüne demokratikleşmeyi koymak esas yaklaşımımız oldu. Ancak Erdoğan’ın Dolmabahçe Mutabakatını reddetmesi ve Önder Apo üzerinde ağır tecritten sonra Türk devletinin ve AKP iktidarının savaşta ısrar edeceği önemli oranda ortaya çıkmıştı. Seçimden sonra böyle bir olasılığın gündemde olduğunu düşündük ve bu yönlü değerlendirmelerimiz, tartışmalarımız oldu. Zayıf bir ihtimal de olsa demokratik dönüşümü sağlayan bir mücadele yaklaşımı da ortaya koyduk. Bunu Türkiye ve Kürdistan halklarına duyduğumuz sorumluluğun gereği yaptık. Ancak Türk devletinin yaklaşımları, Erdoğan’ın tutumu, AKP hükümetinin politikaları göz önüne getirildiğinde Türkiye'de mevcut devletin ve siyasi iktidarın Kürt sorununda bir çözüm politikası olmadığını gördük. Ancak demokratik siyasal mücadeleyle, doğru yaklaşımlarla Türk devletinin, AKP hükümetinin savaş saldırılarının zeminini daraltma, meşruiyetini sınırlama yaklaşımı içinde olduk. Bizim yaklaşımlarımız bu çerçevede oldu.
SURUÇ KATLİAMI TÜRK DEVLETİ TARAFINDAN YAPILDI
Kürt sorununda çözüm politikasının olmadığı ortamda ne kadar doğru politikalar üretsek de, olumlu yaklaşım göstersek de Ortadoğu'da yeni dengelerin kurulacağı bir dönemde Kürt halkının siyasi olarak, askeri olarak güçlenmesi zihniyet değiştirmemiş mevcut Türk devleti açısından kabul edilir bir durum değildi. Bu nedenle bu gücü kendileri için tehlikeli görüp kırmak istiyorlardı. Bu konuda bir kararlaşma ortaya çıkmıştı. Onlara göre eğer bu güç kırılmazsa ileride kendileri için daha büyük sorun yaratacaktı. Bu yönüyle bizim çabalarımız, demokrasi güçlerinin çabaları, Türk devletinin Kürt Özgürlük Hareketi'ni ezme, bu temelde Kürt soykırımını tamamlama politikalarını durdurup Türkiye'yi demokratikleşme sürecine sokamadı. Bu seçeneği daha güçlü hale getiremedi. Bu açıdan Türk devleti Suruç katliamını gerçekleştirdi. Suruç katliamı öyle IŞİD’in katliamı olarak ifade edilemez. IŞİD’liler yapmış olabilir, bu mümkündür, ama yaptıran kimdir? Her zaman AKP iktidarı, AKP’liler bir üst akıldan söz ediyorlar. Eğer gerçekten bir üst akıldan söz edilecekse son yıllarda IŞİD’in politikalarını yönlendiren bir üst akıl var. Bu da Saray Gladyosu dediğimiz Tayyip Erdoğan’a bağlı dar bir çekirdektir. Bu kadro IŞİD’i bir enstrüman olarak kullanarak hem bölgedeki muhaliflerini, hem Türkiye içindeki muhaliflerini ezme politikasını izlemiştir. IŞİD Erdoğan ve etrafındaki ekip tarafından böyle kullanılmaktadır. Suruç katliamı böyle gerçekleşmiştir.
Suruç katliamıyla birlikte Türkiye'deki sol ve demokratik güçlerin Kürt Özgürlük Hareketi'ne desteği, Rojava Devrimine desteği engellenmek istenmiştir. Siyasette hep bazı olaylarda sonuçların kime yaradığı sorusunu sorarlar. Suruç katliamının sonuçları ne oldu? Bunlar tamamen AKP’nin politikalarına hizmet eden sonuçlar ortaya çıkardı. Bu tür katliamlarda bilgisi olmayan AKP’liler herhalde “böyle bir olay olmasa da yaptırılmalıydı” demişlerdir. Nitekim Suruç katliamından sonra AKP’liler nasıl yaklaştı? Hatta Bülent Arınç “niye orada HDP’liler öldürülmedi” diyerek HDP’lileri suçlamadı mı? Aslında bu katliama sevinmişlerdir. Ama bu katliamın kendileri üzerinde kalmaması için de başkalarını suçlamışlardır.
Savaş, politikanın şiddet araçlarıyla yürütülmesidir, denir. Dolayısıyla 24 Temmuz öncesi izlenen politikalarla 24 Temmuz’u açıklamak lazım. 24 Temmuz’dan önce hem 7 Haziran, hem de 7 Haziran sonrası hangi politikalar izlendi, hangi yaklaşımlar gösterildi, bunlar ortaya konulursa 24 Temmuz saldırısının neden yapıldığı ve neyi amaçladığı da açıkça görülür.
24 TEMMUZ TÜM DEVLET GÜÇLERİNİN KARARIDIR
24 Temmuz tabii ki Türk devletini çıkmaza sokan bir kararı ifade ediyor. Kuşkusuz bu karar AKP'nin, Saray Gladyosunun ve tüm derin devlet güçlerinin kararıdır. Sadece bir AKP kararı olarak da görülemez. Kürt sorununda çözüm politikası üretilmediği takdirde güçlenen Kürt’ün gücü tabii ki ezilmek istenecektir. Onlarca yıldır mücadele veren bir halkı ve Özgürlük Hareketi'ni özgür ve demokratik yaşam özlem ve iradesinin dünyada güçlendiği bir dönemde tümden ezmek, tasfiye etmek ve Kürt’ü soykırıma uğratmak kolay değildir. Bu, Kürtlerle Türkleri uzun süreli bir çatışma içine sokmayı; açıktan açığa Türkiye'nin de çıkarına olmayan bir saldırganlığı, bir politikayı ifade etmektedir. Yıllardır kendileri ve birçok çevre “askeri güçle, şiddetle ezilemez” demediler mi? Ama Kürt sorununda politik çözüm olmayınca yeniden savaş kararı alma, Kürt Özgürlük Hareketi'ne saldırma durumuyla karşılaştılar. Bu, Türk devleti açısından bir çıkmazı ifade ettiği gibi, böyle bir politikayı yürüten partinin, siyasi liderliğin de kendi kuyusunu kazması anlamına gelmektedir. Çünkü Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı uzun süreli savaşan bir siyasi iktidarın ömrü bir dönemliktir. Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye edemeyecek düzeyde etkisiz kalınca o siyasi iktidarın da sonu gelmektedir. Kürt Özgürlük Hareketi de tasfiye edilemeyeceğine göre, bu mücadele süreceğine göre, Kürt Özgürlük Hareketi'ni ezmeye yönelik böyle bir saldırı tabii ki tarihi hatadır.
Neden AKP iktidarının çıkmazla karşı karşıya geleceğini ve savaş politikasıyla sonuç alamayacağını belirttiniz?
Türkiye'de Kürt sorunu çözülmediği müddetçe iktidar olmanın kanunu Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı mücadele etme gücü ve Kürtleri kontrol etme kapasitesidir. Ama bu bir süreliğinedir. Çünkü özel savaş yönetimleri olarak iktidara gelirler. Kürtlere karşı savaş gücü olarak iktidara gelirler. Ama bir süre sonra bu mücadele sonuç almayınca o iktidarlar düşer. Onların yerine yeni iktidarlar gündeme gelir. Bu yönüyle de Erdoğan ve AKP hükümeti Kürt Özgürlük Hareketi'nin sunduğu demokratikleşme temelinde Kürt sorununu çözme projesini reddedince, demokratikleşme temelinde Kürt sorununu çözerek Türkiye'nin temel siyasi gücü olma yerine hegemonyasını ancak Kürt Özgürlük Hareketi'ni ve demokrasi güçlerini ezerek kuracağını düşününce tarihi bir gaflet içine girmiş, kendi sonunu hazırlamıştır. Bunu kesinlikle böyle söylemek gerekir. Artık halka acı çektirseler de, zulüm yapsalar da Kürdistan'da hiçbir iktidarın zafer kazanma şansı yoktur. Belki 1990’lardan önce böyle bir ihtimal vardı, ama PKK tarih sahnesine çıkarak Önder Apo'nun öncülüğünde başta Bakurê Kurdîstan olmak üzere tüm Kürdistan'da Kürt toplumunu bilinçlendirip örgütlü, iradeli siyasi bir hareket haline getirip sonuna kadar mücadele edecek bir güç ortaya çıkararak sömürgeci herhangi bir devlete kendi sınırları içindeki Kürt’ü ezme şansı bırakmamıştır.
50 YIL DA SAVAŞSANIZ SONUÇTA GELECEĞİNİZ YER MÜZAKEREDİR
Bu açıdan Kürtleri ezerek tümden yok etme imkanı bulunduğu dönemde bunu başaramayanlar şimdi böyle bir amacı ve hedefi Erdoğan’la, Erdoğan’ı kullanarak başarmak istiyorlar. Ya da Erdoğan “bu işi kimse başaramadı, ben başaracağım” diyor. Önder Apo hep şunu söylerdi, 50 yıl da savaşsanız sonunda geleceğiniz yer Kürt sorununda müzakeredir. Bu nedenle Kürt sorununu demokratik siyasal yollardan çözün dedi. Ama bu yaklaşıma olumlu cevap verilmedi. Kürt halkı ve Kürt Özgürlük Hareketi için ise çözüm olmadığı müddetçe her zaman direniş olacaktır. Direnerek Kürt sorununun da şiddetle çözülmeyeceğini herkese gösterecektir.
ÖZYÖNETİM SÜREÇLERİ
Çatışmalarla birlikte Kürdistan kentlerinde özyönetim ilanları başladı. Halkın özyönetim ilanları ve devletin saldırısına karşı direnişini nasıl ele alıyorsunuz?
Demokratik siyasal yollarla çözüm olmuyorsa kuşkusuz halk kendi demokratik sistemini kurarak özgürlüğünü sağlayacaktır. Önder Apo hep demokratik siyasal yollardan sorunu çözmek istedi. 2009 yazında hazırladığı Yol Haritasında da bunu ortaya koydu. HDP heyetine, her zaman tercihinin bu olduğunu belirtti. Ama eğer Türk devleti Kürt sorununu demokratik siyasal yollardan çözmezse Kürtler de kendi çözümünü kendileri yaratır dedi. Yani kimse Kürtlerin birilerine köle olmayı kabul etmesini bekleyemez. Yok etme saldırılarını kabul edemez. Yok etme saldırısı karşısında ne olursa olsun, dişini tırnağına takar direnir. Bir çözümsüzlük varsa bunun karşısında kendi çözümünü ortaya koyar. Kendi çözümünü kendisi gerçekleştirmeye çalışır. Kürt halkının önünde bundan başka bir yol yoktur. Hiç kimse Kürt halkının sinmesini, özgürlük iradesinin kırılmasını, özgürlük özleminden vazgeçmesini bekleyemez. Kürtler saldırılardan dolayı acı çekebilir, zulüm ve baskı görebilir, sömürgeciler zalim olabilir, soykırım izleyebilirler, ama bunun karşısında Kürtler ne yapacaktır? Acı çekmeyeyim, ölmeyeyim, evim barkım yıkılmasın, sıkıntı yaşamayayım diye bu soykırımcı sömürgeciliğe boyun mu eğecektir? Bu düşünülebilir mi? Hele Önder Apo tarafından özgürlük özlemi, iradesi ortaya çıkarılan bir halk bunu kabul edebilir mi?
24 Temmuz’daki saldırı açıktan açığa “biz ezerek çözeceğiz, yok edeceğiz” saldırısıdır. Yani birinci yoldan, demokratik siyasal yoldan çözüm zeminin ortadan kaldırılmasıdır. Zaten Dolmabahçe Mutabakatının reddedilmesiyle durum belli olmuştu. Önder Apo'ya ağır tecrit uygulanarak demokratik siyasal yoldan çözme yaklaşımında olmadıklarını açık ortaya koymuşlardır. Buna rağmen Önder Apo son bir umut olarak 7 Haziran seçimlerine sarıldı, gündeme koydu, ama tüm bunlar sonuç vermedi.
7 Haziran seçim sonuçlarına darbe yapılarak 24 Temmuz’da yapılsan saldırı bir ezme saldırısıydı. Bunun karşısında tabii ki Kürt halkı direnecekti. Bunun anlaşılmayan bir yanı yok. Bu, çok meşru bir tutumdur, duruştur. Zaten Kürt Özgürlük Hareketi'nin ortaya çıkan birikiminin ezilmesi için bu saldırı başlatılmıştır. Bunun karşısında ya boyun eğecekti, direnmeden teslim olacaktı, bir çürüme yaşayacaktı, bir bitişi yaşayacaktı, ya da kayıplar ne kadar ağır olursa olsun, acılar ne kadar büyük olursa olsun bir direniş iradesi ortaya koyacaktı. Türk devletine boyun eğilmeyeceğini gösterip direnerek Türk devletinin politikasını yenilgiye uğratacaktı. Direnme iradesini ortaya koyarak zaferin ve başarının yolunu döşeyecekti. Bundan başka yol yoktu. Bu saldırılar karşısında direnmemek başarının da, zaferin de tümden bitirilmesi anlamına geliyordu. AKP iktidarının politikasının tıkır tıkır yürümesi anlamına gelecekti. Bu açıdan 12 Ağustos’ta özyönetim ilanlarıyla direniş iradesi ortaya konulmuştur. Bundan daha değerli, güzel tarihi bir şey olamaz. Direnme iradesinin gösterilmesi tarihi bir karardır. Zaten bir halk için özgürlük ve demokrasinin olup olmayacağı direnme kararının, iradesinin var olup olmamasına bağlıdır. Acı da çekebilir, kayıp da verebilir, evi barkı da yıkılabilir, ama ben kendi özyönetimimi kuracağım, kendi özgür ve demokratik yaşamımı kuracağım denilmesi bir iradenin ortaya konulmasıdır. Başarının ve zaferin yolunun döşenmesidir. Yok etme saldırısı karşısında direnme iradesinin ortaya konulması, özgürlüğün kazanılması kararıdır.
ÖZYÖNETİM İLANLARI TOPYEKUN İMHA SALDIRISINA KARŞI MÜCADELE KARARLILIĞIDIR
Özyönetim ilanları, Türk devletinin topyekun imha saldırısına karşı bir mücadele kararlılığıdır, mücadele iradesidir. Ezme ve tasfiye dayatılmasına karşı bir halkın özgürlük iradesinin ortaya konulmasıdır. Bu çok önemlidir. Bu duruş ve gösterilen direniş kesinlikle özgür ve demokratik yaşamın garantisidir, güvencesidir. Özgür ve demokratik yaşam mücadelesindeki iradenin kapsamlılaştırılması ve derinleştirilmesidir. Bu iradenin yenilmez kılınmasıdır. Mücadele iradesinin, direnme iradesinin, başarma iradesinin daha da kapsamlı hale getirilmesidir. Gerçekten de özyönetim direnişleriyle yeni bir mücadele düzeyi ortaya çıkarılmıştır. Kuşkusuz halkımız acı da çekmiştir, evi barkı da yıkılmıştır. Bu yönüyle halkımıza yönelik ağır saldırı olmuştur. Ancak mücadele düzeyinin, iradesinin, kararlılığının yükseltilmesi, özgür ve demokratik yaşam için ortaya konulan fedakarlık düzeyinin güçlendirilmesi, Kürdistan'daki halk fedailiğinin, halk direnişçiliğinin, özgür ve demokratik yaşam için mücadele kararlılığının yükseltilmesi yeni bir dönem başlatmıştır. Bu aslında Kürt halkının özgür ve demokratik yaşam iradesinin yükseltilmesidir. Halkın mücadele iradesi, özgürlük tutkusu en üst düzeye çıkarılmıştır. Bu iradenin kırılamayacağı gösterilmiştir. Bu büyük bir kararlılığı ve büyük bir başarıyı ifade ediyor.
Olaylara sadece saldırılar sonucu ortaya çıkan kayıplarla bakmak ya da bu dönemde yaşanan olumsuzluklar olarak görmek tarihe çok sıradan, dar, yüzeysel bir yaklaşım olarak bakmaktır. Bir halkın mücadelesine çok dar, yüzeysel, maddiyatçı bir yaklaşımla bakmaktır. Özgürlük gibi, demokrasi gibi moral ve manevi değerler olan yaklaşımdan uzak bakışlar esas olarak sömürgeciliğin psikolojik savaşının ezdik, kırdık, başardık biçimindeki söylemlerinden etkilenmelerin sonucudur.
Ağustos’ta bu ilanları teşvik eden bir açıklama yaptınız, sahiplendiniz ve halkın özyönetimden başka seçeneği kalmamıştır dediniz. O süreçte tartışma ve alternatif değerlendirmelerinizi paylaşır mısınız?
Kuşkusuz halk olarak da parti olarak da başka yollar tercih edilmek istenirdi, ama başka yol bırakılmamıştır. O dönemdeki saldırılar karşısında niye direnildi, niye bu kararlar verildi, bunlar yanlıştı gibi düşünmek bile teslim olmaktır, teslimiyetçi yaklaşımlardır. Türk devleti birkaç yıldır şunu söylüyordu; mahallelerde, sokaklarda, her yerde asayişi sağlayacağız, kamu güvenliğini sağlayacağız! Yani teslim alacağız, kendi dediğimizi kabul ettireceğiz diyorlardı. Halk on yıllardır mücadele ederek kendine özgürlük alanları açmış, kendine demokratik alan açmıştı. İşte bu özgürlük alanları, demokratik alanlar ezilip tümden yeniden soykırımcı sömürgeci otoritesini hakim kılmak istemişlerdir. Halk da bunu kabul etmeyerek kendi özyönetimimizi kuracağız, kendi kendimizi yöneteceğiz, dedi. Zihniyet değişmediği için devlet sert karşılık vermiştir. Bu da onun doğasına uygundur. Devlet kabul etmiyor, zihniyeti değişmemiştir diye halk bu mücadeleden kaçınacak mıydı? Dolayısıyla halkın özyönetim kararları ve onu pratikleştirmeleri tarihi bir adımdır. Bu nedenle biz bu tarihi adımı destekledik. Düşman saldırılarının ağırlığı bu tarihi adımı küçümsetebilir mi? Bu tarihi adımın önemini azaltabilir mi? Hangi özgürlük mücadelesinde bu yönlü acılar çekilmemiştir? Kaldı ki Kürtlerin düşmanları dünyanın başka yerindeki düşmanlarından katbekat acımasızdır. Dolayısıyla Kürdistan'da bedeller ödemeden, zor koşullara katlanmadan özgürlük hak edilemez. Kürdistan’da özgürlüğü kazanmanın kanununu da böyledir.
BİZ 7 HAZİRAN’DAN SONRA DEMOKRATİK BİR SÜRECİN GELİŞMESİNİ İSTEDİK
Biz seçim sonuçlarından sonra HDP'nin demokrasi güçleriyle birlikte, CHP içindeki belirli güçlerle birlikte bir demokrasi hareketi ortaya çıkarmasını istedik. HDP, CHP içindekiler de dahil tüm demokrasi güçleri ve AKP içindeki belirli çevrelere seslenerek bu savaş yerine 7 Haziran’da ortaya çıkan demokratikleşme gündemini etkili kılabilirdi. Biz böyle bir yaklaşım içindeydik. Bu açıdan HDP'nin daha ilk günden AKP ile koalisyon olmaz demesini tarihi bir hata olarak gördük. AKP'nin Hükümet kurmama, saldırılarını arttırma konusunda elini güçlendirmiştir. HDP’nin bir demokratikleşme programı olursa herkesle koalisyon kurarız demesi gerekirdi. Eğer AKP bu seçim sonuçlarını görerek kendisini değiştirip demokratikleşme yolunda adım atarsa onunla da yapabiliriz, diyebilirdi. Böylece AKP'nin oyunlarını bozar, demokratik olmayan yüzünü daha açık ortaya çıkarabilirdi. Ama apolitik bir yaklaşımla hem öyle söylendi, hem de demokrasi güçleri ve CHP içindeki demokratik kesimle ilişki kurulamadı. Öte yandan kendisini işlevsizleştirecek biçimde AKP-CHP koalisyon kursun denildi. Bazı kesimlerin bu özlemini, bu yaklaşımını HDP de dillendirdi. Halbuki AKP'nin politikaları karşısında HDP ve demokrasi güçleri dışında başka bir demokratik alternatif söz konusu değildi.
Bir demokrasi bloku bu AKP'yi ne kadar durdururdu, durmazdı ayrı konu, ama AKP bu kadar güçlenemezdi. AKP'nin karşısında bir demokrasi hareketi olurdu. AKP'nin savaş politikaları, yaklaşımları önemli bir darbe yerdi. Karşısında bir demokratik irade, güç görürdü; Türkiye'nin demokratikleşme iradesini görürdü. Biz bunları değerlendirdik. Ama politik olarak bizim süreci bir bütün olarak tam istediğimiz gibi yönlendirme durumumuz da olamadı. Çünkü HDP'nin de kendi kurumları, kendi karar organları vardı. O dönemde yeterince aktif olamadı. Halbuki kendisine Türkiye demokrasi güçleriyle Kürt halkı çok büyük bir güç ve destek vermişti. 7 Haziran öncesi büyük bir rüzgar esmişti. Bu rüzgarı arkasına alarak, bu güç ve desteği iyi değerlendirerek çok etkili bir demokratik mücadele ortaya çıkarabilirdi. Türk devletinin ve Saray Gladyosunun aldığı savaş kararı karşısına demokrasi güçlerini çıkarabilirdi. Bunlar olmayınca saldırılar karşısında Kürt Özgürlük Hareketi ne yapacaktı, halk ne yapacaktı? Halk özyönetim direnişi ilan etti, saldırı olunca da direndi. Bunun yanında gerilla da devreye girdi. Halk şehirde direnirken, gerilla da kırsal alanda Türk devletine karşı bir mücadele içinde oldu. Bu mücadeleyle AKP’nin bütün muhalifleri etkisizleştirip Türkiye'ye tümden hakim olmasının önüne geçildi. AKP iktidarı yanına çeşitli faşist güçleri alarak kendi hegemonik sistemini kurmak istiyordu. Buna karşı büyük mücadele verildi.
1 KASIM SEÇİMLERİ VE SONRASI…
Bütün bunlar 1 Kasım seçimlerine giderken oluyordu. Devlet bir yandan askeri ve siyasi operasyonları sürdürüyor, diğer yandan HDP yoğun bir baskı altına alınıp 300 bürosu işlevsiz kılınıyor. Metropollerde Kürtler legal pogromlarla sindiriliyordu. Özellikle Türkiye'de Kürt kitlesi ve dostlarının gelmekte olan büyük katliam ve yıkımlar karşısında korktuğunu ya da yarıda bıraktığını düşündünüz mü? Bunu aşmaya yönelik girişimleriniz oldu mu?
1 Kasım seçimleri normal bir seçim değildi. AKP'nin aldığı savaş kararına, devletin aldığı savaş kararına meşruiyet kazandırmak, bunun siyasi meşruiyetini, siyasi zeminini oluşturmak, bu temelde de savaşı iddia edilen toplumsal destekle sürdürmekti. 1 Kasım seçimleri alınan savaş kararının siyasi zeminini, meşruiyetini oluşturmak için yapılmıştır. Bu nedenle de HDP'nin ezilmesi, Kürtlerin sindirilmesi, Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı yürütülecek savaşta hareket edemez hale getirilmeleri hedeflenmiştir. Çünkü 1 Kasım’dan sonra savaşı şiddetlendireceklerinden hem HDP'yi sindirmek, hem halkı sindirmek, hem de demokrasi güçlerinin bir şey yapamaz hale gelmesini sağlamak hedeflenmiştir. Sadece seçimde HDP'ye oy kaybettirmek hedeflenmemiştir. Bu tabii bir hedeftir, ama esas 1 Kasım seçimlerinden sonra yürütülecek programın önünde var olan engeller kaldırılmak istenmiştir.
7 Haziran seçimlerinden sonra yapılan siyasi darbenin amaçlarını gerçekleştirmek için de askeri ve siyasi operasyonlar hızlandırılmış, HDP çalışamaz hale getirilmiştir. Bir taraftan AKP bütün devlet imkanlarını kullanırken, yeni ittifaklarla 7 Haziran seçimlerine yapılan darbenin etkili olmasını sağlamaya çalışırken, Kürtler ve demokrasi güçlerinin ise eli kolu bağlanmıştır. Amiyane deyimle taşların bağlanıp köpeklerin salınması gibi HDP'nin, tüm demokrasi güçlerinin etkisizleştirilmesi ortamında kendi politik projelerini, hedeflerini rahat yürütmek istemişlerdir. Aslında bu görülmemiş değildir. Bu yönüyle Türkiye'deki demokrasi güçleri, HDP, Kürt demokratik hareketi ve tüm Kürt halkı uyarılmıştır. Bu saldırıların amacının bir sindirme olduğunu, 7 Haziran’da yapılan darbenin ve hedeflenin diktatörlüğün önündeki tüm engellerin kaldırılmak istendiği söylenmiştir. Ama yanılgılar olmuştur. Sanki yeni bir seçim olacak, demokratik bir seçim olacak, Türkiye'de işler iyiye gidebilecekmiş gibi bir yanılgı içinde olunmuştur.
Kuşkusuz demokrasi ve özgürlük mücadelesi tek boyutlu değildir. Bu yönüyle demokratik siyasal alanda da çalışılır. Ama mevcut saldırının karakterini görmemek, bunun sadece seçimle önleneceğini düşünmek yanılgılı yaklaşımlar olmuştur. HDP’lilerin gidip gençlere siz mücadele etmeyin, siz bu direnişi bırakın, biz sizin adınıza mecliste 80 milletvekilimizle mücadele ederiz gibi yaklaşımları zaten bir yanılgıyı ifade ediyordu. Evet 80 milletvekili de bu demokrasi mücadelesinin bir parçasıdır, ama demokrasi mücadelesini sadece kendisiyle sınırlayan yaklaşımlar daha sonra demokrasi mücadelesinin örgütlenmesinde bir zafiyet ortaya çıkardığı gibi, 1 Kasım seçimlerinden sonra Kürt halkının, demokrasi güçlerinin mücadelesinin dönemin ihtiyacına cevap vermemesi ve özyönetimlerdeki halkın direnişine yeterince sahiplenilmemesi gibi durumlar da ortaya çıkarmıştır.
Eğer özyönetim direnişlerine zamanında ve bütünlüklü sahiplenilseydi, Türkiye'de demokratikleşme mücadelesi farklı geliştirdi. Türkiye'de tam otoriter faşist bir rejimin güçlenmesi ya da bu ortamda darbeci zihniyetin ortaya çıkması yerine, Kürdistan'dan başlayarak tüm Türkiye'de bir demokratikleşme rüzgarının esmesi mümkün olabilirdi. AKP'nin politikası açık ortadayken, bu kadar saldırı olurken, otoriter sistem kendisini bu kadar örgütlerken, kendi faşist cephesini genişletirken yanılgılı yaklaşımla sadece Kürtler değil, demokrasi güçleri de bu gerçeği görüp zamanında rollerini oynayamadılar. Kontrpiyede kalmak bilmezlikten değil, ama görüp de gereğini yerine getirmemekten kaynaklanmıştır.
ANKARA KATLİAMI VE İLAN EDİLEN ATEŞKES
Siz yeniden bir ateşkes kararını açıklamaya hazırlanırken 10 Ekim’de Ankara’da katliam oldu. Buna rağmen siz eylemsizlik kararınızı açıkladınız. Bunda amaç neydi, toplum neden buna sahiplenmedi?
Aslında biz çatışmasızlık kararını 4-5 Ekim civarında yapacaktık. Bazı nedenlerden dolayı gecikti bu açıklama. Biz bu açıklamayı AKP iktidarının ve müttefiklerinin 1 Kasım seçimlerini faşist otoriter zihniyet temelinde kurmak istedikleri hegemonik hakimiyetleri için kullanmalarını belli düzeyde zayıflatmak için yaptık. Zaten 24 Temmuz saldırılarına karşı direnme kararı alarak da bu hegemonya sağlama saldırısına karşı bir direniş yürütüyorduk. Çatışmasızlıkla demokrasi güçlerinin de, HDP'nin de belli düzeyde seçim kampanyası yapmalarını, seçim kampanyalarını yoğunlaştırmalarını hedefledik. Bizim yaklaşımımız buydu. Demokrasi güçleri 7 Haziran seçim sonrası demokrasi cephesi kurarak ortak mücadele edemediler, zayıf kaldılar. Hiç değilse seçim ortamında bir araya gelmeleri, ortak hareket etmeleri, AKP'nin faşist saldırısına karşı bir tutumun ortaya çıkmasını sağlayabilirdi.
‘ATEŞKES İLAN EDECEĞİMİZ GÜN ANKARA KATLİAMI OLDU’
Tam ilan edeceğimiz gün, açıklayacağımız gün 10 Ekim’de Ankara katliamı oldu. Bu durum aslında bizim açıklama kararımızın basına geç yansımasının ciddi bir eksiklik olduğunu ortaya koydu. Eğer zamanında basına yansıtılsaydı Türkiye toplumu da, bütün demokrasi güçleri de bu 10 Ekim katliamının bu eylemsizlik kararına bir cevap olduğunu, bunu sabote etmek için yapıldığını daha iyi anlar, daha iyi kavrayabilirdi. Eylemsizlik kararımızın toplumda anlatılması, amaçlarının ortaya konulması, bunun ne anlama geldiğinin daha iyi kavratılması gerçekleşseydi, 10 Ekim Ankara katliamının ne için yapıldığının daha iyi anlaşılması sağlanabilirdi.
Biz bu açıklamayla demokrasi güçlerinin, HDP'nin daha aktif olmasını sağlamak isterken, onların propaganda ve miting yapmasının önünü açmak isterken, AKP iktidarının kurduğu faşist cepheye karşı demokrasi güçlerini daha aktif kılmak isterken, bunun tersi bir durum ortaya çıktı. Biz daha fazla demokrasi güçlerinin bir araya gelmesini, HDP'nin daha etkin olmasını isterken, Ankara katliamıyla demokrasi güçleri ağır bir saldırıya uğrayınca bir ürkeklik ortaya çıktı. mitingler, yürüyüşler yapılmadı. Bir yönüyle AKP iktidarı amacına ulaşmış oldu. Ankara katliamına karşı demokrasi güçlerini bir araya getirip buna karşı direnileceğine, bunun kabul edilmeyeceğini, bunun 7 Haziran seçimlerine yapılan darbenin bir devamı olduğu gösterileceğine, her şey kendiliğindenciliğe bırakıldı. Nasıl ki 7 Haziran seçimlerinin sonucunu Amed’deki bombalamalarla etkilemek istedilerse, bu defa da 10 Ekim’de bunu yaptılar.
Bu saldırının Türkiye'deki demokratikleşmenin önünü kesme, demokratik yürüyüşü zayıflatma saldırıları olduğunu görerek bir tutum alacaklarına, sanki AKP'nin arkasında olmadığı bir saldırı gibi gördüler. Bu saldırı AKP, MHP ve diğer tüm güçlerin demokrasi güçleri ve Kürt halkına yönelik yürüttüğü saldırıların önemli bir parçası olarak görülemedi. AKP ve MİT şöyle bilgi aldık, bilmem şuradan bilgi aldık diyerek HDP'yi ürküttü, HDP'yi tereddüt içine soktu ve böylelikle biraz önce belirttiğim gibi taşların bağlandığı, köpeklerin salı verildiği bir ortam ortaya çıktı. Seçim süreci demokrasi güçlerinin daha aktif olması değil de demokrasi güçlerinin sindirildiği, susturulduğu bir sürece dönüştürüldü. Biz eylemsizlik kararımızla farklı bir durum ortaya çıkarmak isterken, Ankara katliamından sonra farklı durum ortaya çıktı. Bu durum bu sürecin yeterince iyi yönetilmediğini ortaya koymaktadır. Aslında 7 Haziran seçim sonuçlarından sonraki durumu biz de, HDP de, Kürt demokratik hareketi, demokrasi güçleri de çok iyi yürütemediler, aktif olamadılar. Aktif siyaset yapılamadı. Halbuki 7 Haziran’dan güçlü çıkılmıştı. Meydanın AKP'ye bırakılmaması gerekiyordu. Ama hem politik söylemlerde, taktiklerde yanlış yaklaşımlar yapıldı, hem de bu saldırıların sadece parlamentodaki, meclisteki milletvekili grubuyla durdurulacağını düşünme gibi yanılgılar oldu.
Öte yandan biz eylemsizlik kararı ilan ederken bir de özyönetim direnişleri sürüyordu. Aslında bu eylemsizlik de bu direnişin bir parçasıydı. Ama özyönetim direnişlerine doğru yaklaşamama, o konuda doğru bir değerlendirme içinde olmama demokrasi güçlerini çeşitli biçimlerde tutumlarının zayıf ortaya çıkmasına neden oldu. 7 Haziran seçimine saldırı olmuş, faşist ittifak kurulmuş, 24 Temmuz’da topyekun saldırı başlatılmış, bütün bunlar görülmüyor; ama halk niye özyönetim ilan etti, özyönetim ilanları ve direnişi olmasaydı biz bu işi Mecliste hallederdik gibi yaklaşımlar özyönetim direniş alanlarındaki toplumun bu özyönetim ilanlarını saldırılar karşısında kendi özgürlükçü demokratik çözümünü gerçekleştirme olarak görüp sahiplenmesinde zayıflıklar ortaya çıkardı.
Süreç kavranılmadığı için özyönetim direnişlerini zamanında anlayıp gereken sahiplenme ortaya çıkmadığı gibi, eylemsizlik kararımıza da sahiplenilip aktif politika izlenilemedi. Eylemsizlik kararımız mücadeleyi daha da yükseltme fırsatı olarak görüleceğine, tersine hareketsiz, sessiz bir durum ortaya çıktı. 1 Kasım seçim sonuçları da, sonraki gelişmeler de gösterdi ki bu dönemdeki yetersiz yaklaşımlar daha sonraki saldırılar karşısında halkın ve demokrasi güçlerinin mücadelesini zayıflatmıştır. Ya da 1 Kasım öncesi fırsatları iyi kullanıp demokrasi güçleri güçlendirilemediği için daha sonraki mücadelenin yürütülmesinde zayıflıklar otaya çıkmıştır.
TÜRKİYE DEMOKRASİ GÜÇLERİNİN SÜRECE YAKLAŞIMI…
HDP'nin çalışamaz durumda bırakıldığı seçimlerde AKP tek başına iktidar olarak çıktı. Devlet bütün gücüyle Kürtlere karşı savaş yürüttü. Türk ordusu konvansiyonel silahlarla Kürt kentlerine yöneldi. Kentler yakılıp yıkıldı, katliamlar yapıldı. Fiili sıkıyönetim uygulandı ve bütün bunlara Türkiye demokrasi güçleri yeterince tepki göstermedi. Direniş alanları dışındaki mücadele yetersiz kaldı. Bunları neye bağlıyorsunuz?
1 Kasım seçimlerinde AKP'nin tek başına iktidar olması zaten öngörülmüştü. 7 Haziran seçim sonuçlarına darbe yapılması bu nedenle gerçekleşti. Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı şiddetlenen savaşı 7 Haziran seçim sonuçları temelinde yapılamazdı. Zaten 7 Haziran seçimleri reddedildiği için savaş başlatıldı. Bu yönüyle de savaşı sürdürecek bir iktidarın olması gerekiyordu. En azından iç ve dış kamuoyunun karşısındaki meşruiyeti açısından, toplumsal destek açısından, siyasi destek açısından 1 Kasım seçimlerinin böyle sonuçlanması gerekirdi. Böyle öngörülmüştü seçimler ve sonuç böyle oldu. Belki demokrasi güçleri seçim öncesi güçlü ittifak yapsalardı, 7 Haziran seçimi öncesi gibi bütünleşselerdi, aktif mücadele içinde olsalardı bunun önüne geçebilirlerdi. Bu ihtimal de vardı. Kuşkusuz kesin bir şey söylemek mümkün değil. Çünkü demokrasi güçleri üzerinde de, HDP üzerinde de çok ağır baskı uygulandı. Öte yandan 1 Kasım seçimleri her yönüyle AKP'nin başarısı için dizayn edilmişti. Belki seçim sonuçlarının böyle olmasının önüne geçilemezdi, ama demokrasi güçleri bir araya gelseydi, örgütlü mücadele verselerdi yine de AKP 1 Kasım sonrası savaşı bu düzeyde tırmandıramazdı. Demokrasi güçlerini ve Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etme savaşını bu yönlü yürütemezlerdi.
Demokrasi güçlerine ve Kürt halkına karşı 7 Haziran seçimleri sonrası bir saldırı ve tasfiye etme politikası yürütüldü. Kürt halkı da madem Kürt sorunu demokratik siyasal yollardan çözülmüyorsa, o zaman kendi çözümümü kendim yaratırım dedi ve özyönetimleri ilan etti. Böylece AKP'nin çözümsüzlük politikalarını etkisizleştirmek ve boşa çıkarmak istedi. Ama çözüm politikası olmayan güçler saldırılarını daha da şiddetlendirdiler. Çünkü AKP iktidarının ve devletin gündeminde tasfiye ve soykırımın zeminini yaratma dışında başka bir amaç yoktu. Bu saldırıların sertliği oradan gelmektedir. Bu saldırıların sertliğinin öyle anlaşılmayacak bir yanı yoktur. Zaten çözüm politikası olmadığı için savaş kararı almıştır. Dolayısıyla da kendi çözümünü ortaya koyan Kürt halkına tabii ki saldırılar olacaktı. Bunu görmemek mümkün mü? Bunu halk da biliyordu, Kürt Özgürlük Hareketi de biliyordu. Bu uğursuz amaçlı saldırılara karşı direnerek, mücadele ederek bunu boşa çıkarmak, etkisizleştirmek hedeflenmeliydi. Bu yapılabilir miydi, yapılabilirdi. Halkın özyönetim direnişleri ve oradaki kahramanca direnişin AKP'nin bu saldırılarını boşa çıkarıp Türkiye'de demokrasi temelinde Kürt halkının kendi çözümünü kabul ettirmesi, yerel demokrasinin güçlendiği bir demokratikleşmeyi sağlaması mümkündü. Eğer demokrasi güçleri ortak mücadele verecek durumda olsaydı, HDP ve tüm demokratik güçler özyönetim direnişlerini doğru anlayıp özyönetim alanlarına destek verecek bir direniş yaklaşımı içinde olsalardı, özcesi direniş alanları dışındaki yerlerde mücadele geliştirilseydi bu direnişler sonuç alırdı. Yerel demokrasi ve özyönetimlere dayalı Türkiye'nin demokratikleşmesinin önü açılırdı. Ancak 7 Haziran’dan sonra başlayan, AKP'nin saldırılarına karşı demokrasi blokunun yaratılıp demokrasi mücadelesinin geliştirilememesi HDP ve Kürt halkının demokratik dinamiklerinde parçalılıklar, netsizliklerin yaşanması, ordunun ve polisin ağır silahlarla kuşatma yapması ve halkı direniş alanlarından çıkartması, direnişin yaygınlaşıp etkili hale gelmesinde sorunlar ortaya çıkardı.
ÖZYÖNETİM TAKTİK OLARAK ALGILANDI
Özyönetim direniş alanlarındaki direnişin yetersiz kalmasındaki başka özyönetim direnişlerinin plan ve programının anlaşılmamasının da payı var mıdır?
Kuşkusuz özyönetim direnişlerinin anlaşılmadığı yerde bekle gör politikası izlendi. AKP'nin saldırıları görüleceğine, faşist saldırılarının Kürt halkını ezmeye yönelik olduğu görüleceğine, sanki bu 24 Temmuz savaş saldırısı geçici bir süreçmiş gibi anlaşıldı. Hatta özyönetimlerin alternatif bir çözüm olarak algılanması yerine, sanki geçici, Türk devletini yeniden masaya oturtmak gibi taktik olarak anlaşılması da demokrasi güçlerinin ve toplumun tutumunda olumsuzluk ortaya çıkardı. Geçici görülünce toplumun bir kesiminde “bekle gör” yaklaşımı ortaya çıktığı gibi, duyarlılık da yetersiz kaldı. Böylece saldırılara karşılık verecek toplumun gücü zayıf kaldı. Buradaki direnişlerin bir demokrasi mücadelesi, demokrasi cephesi biçiminde bütünlüklü hale gelmemesi, direnişin Kürdistan ve Türkiye'ye yayılamaması, istenilen sonuçların ortaya çıkmaması durumunu ortaya çıkardı. Aslında direniş alanlarındaki mücadelede çok fazla bir eksiklikten söz edilemez. Halk da direndi, gençler de direndi, YPS güçleri de direndi. Eğer diğer alanlarda demokrasi güçleri ve toplum harekete geçseydi, özyönetim direniş alanlarındaki eksiklikler zaman içinde daha kolay giderilebilirdi. Zaten sonraları taktik açısından ilk dönemdeki gibi çakılı kalma yerine daha hareketli bir savaş içine girilmiştir.
DİRENİŞİN DİĞER KENTLERE YAYILMAMASI EKSİKLİKTİR
Yetersizliklerden söz ederken bunu bütünlüklü olarak görmek lazım. Bunu sadece Kürt Özgürlük Hareketi'nin, direniş alanlarındaki halkın bir eksikliği, yetersizliği olarak görmek, bütünlüklü değerlendirmeyi eksik bırakır. Eksiklikleri bütün demokrasi güçlerinin, direniş alanlarındaki bütün demokratik dinamiklerin eksiklikleri olarak görmek gerekir. Bu mücadele sürecinde önemli bir eksiklikten söz edilecekse, direnişin Kürdistan’ın diğer şehirleri yayılamamasıdır. Yayılsaydı bu direnişler gerçekten de Türkiye'nin demokratikleşmesinde çok tarihi sonuçlar elde edecekti, Türkiye'yi büyük bir demokratik dönüşüme uğratacaktı. Ama 7 Haziran seçimlerindeki politik yaklaşımla bir tutum ortaya konulmaması, toplumun mücadele cephesinin kurulamaması, toplumun saldırılar karşısında tepkisinin yeterince ortaya çıkarılamaması, bu yönüyle düşman saldırılarının daha ağır olmasını beraberinde getirdi ve kentler yakılıp yıkıldı, katliamlar yapıldı. Yoksa şehirlerde az direnildi, halk az direndi, YPS az direndi, gereken direnişi göstermedi, yiğitliği göstermedi, mücadele iradesini ve kararlılığını göstermedi denilemez. Bu yönüyle onlar direnişleriyle de, direniş iradeleriyle de, kararlılıklarıyla da tarihe geçmişlerdir.
15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİ VE SONRASI
Son darbe girişimine ve komuta düzeyindeki katılımına bakılınca Saray merkezli değerlendirmelerinizin ve savaşan gücü saray çeteleri olarak nitelemenizin isabetini izah eder misiniz?
Biz özyönetim alanlarına tankla, topla girilmesini, halk üzerinde tam bir zulüm, baskı politikası uygulanmasını saray merkezli bir saldırı olarak değerlendirdik. Nitekim Yalçın Akdoğan şunu söylüyordu; bizim bu kadar şehirleri yakıp yıkacağımızı tahmin etmiyorlardı. Bu değerlendirme, her türlü yakıp yıkma kararını nasıl aldıklarını itirafı olmuştur. Yoksa direnişçiler de, halk da direndiği zaman saldırıların olacağını biliyorlardı. Ama Yalçın Akdoğan bu saldırının nasıl kararlaştırıldığını, nasıl uygulandığını itiraf etmiş oldu. Çünkü böyle insanlık dışı bir saldırı Saray’ın, AKP iktidarının kendisini iktidarda tutmak için gerçekleştirdiği bir saldırıydı. Bu saldırıyı, Kürtleri yakıp yıkmayı, öldürmeyi ve soykırıma uğratmayı kendisini ayakta tutmanın bir aracı haline getirdi. Kendi iktidarını korumak için tarihte böyle insanlık dışı ölümleri, savaşları araç haline getiren iktidarlar sayılıdır. Bunlardan biri de AKP iktidarı olmuştur, saray olmuştur. Kesinlikle bu kadar saldırının nedeni en başta da kendi iktidarını korumaktır, kendi hegemonik sistemini kurmaktır. Bunun için bu kadar Kürt karşıtlığı yapmıştır ve böyle yaparak bütün Kürt düşmanlarını yanına çekeceğini düşünmüştür. Kürtleri ezerek iktidarda kalacağını hesaplamıştır. Kürtlerin ezilmesi yönlü politikasıyla çeşitli güçlerin desteğini almayı hedeflemiştir.
DARBECİLER SAVAŞ ORTAMINDA RAHAT ÖRGÜTLENDİ
Birçok güce tavizler ve imkanlar verildiği gibi, 15 Temmuz’da darbe yapan güçlere her türlü destek verildi. Onlara, “savaşın önünüz açıktır, yeter ki Kürtleri ezin, yok edin, her şey yapabilirsiniz” denildi. Böyle bir imtiyaz tanındı. Bu darbecilerin bu kadar rahat örgütlenmesi, darbe hazırlığı yapması bu savaş ortamında oldu. Bu savaş ortamında onların dokunulmazlığı vardı. Onlara kimse dokunmadı. Onlar da bu dokunulmazlığı kullanarak kendilerini örgütlemişlerdir. Saray Kürtleri ezmek için bu kesimleri kullanmıştır ve bunlar da sonradan kendini bu ortamda örgütleyip darbe yapmışlardır. Çünkü bu kadar insanlık dışı saldırıyı herhangi bir ordu ve polis gücü kolay kolay yapamazdı. Bu kadar şehirlerin yakılıp yıkılmasını bir ordu komutanı yaptırmazdı. Bu kadar yıkımın kararını hiç kimse veremezdi. Bu kararı Tayyip Erdoğan vermiştir. O kadar hırslıdır ki, kendi iktidarı için her türlü yıkımı yapacağını ortaya koymuştur. Bu açıdan Saray çetesi dedik. Çünkü kimsenin böyle bir şey yapması mümkün değildir. Bu kadar ağır saldırının hesabının bir gün sorulacağını aklı başında olan herkes bilir. Nitekim korktuklarından yasal güvenceler çıkarılsın dediler, yasal güvenceler çıkartarak sorumluluğun Erdoğan tarafından alınmasını sağladılar.
‘6-7 BİN GERİLLA VAR’ DİYORLAR, AMA ‘8 BİNİNİ ÖLDÜRMÜŞLER!’
Siz bu süreçte yeni bir savaş tarzına başladınız. Ayrıca burada Türk devletinin askeri olarak neyi hedeflediğini ve ne kadar amacına ulaştığını düşünüyorsunuz? Somut veri ve örneklerle paylaşır mısınız?
Türk devletinin özyönetim direnişlerindeki verdiği haberlerin yüzde 80-90’ı özel savaş amaçlıdır. Kesinlikle doğru değildir. Zaten HPG ve YPS Komutanlıkları bu konudaki bilançoyu net biçimde açıklamışlardır. AKP iktidarı toplumda ürküntü yaratmak, kendisinin başarılı olduğunu, Kürt Özgürlük Hareketi'nin büyük darbe yediğini göstermek için elindeki basın yayın imkanlarıyla büyük bir manipülasyon, yönlendirme yapmaktadır. Toplam 8 bin gerillayı öldürdüğünü söylemektedir. Bundan daha büyük yalan olamaz. Kendileri bir yıl önce gerillanın sayısının 6-7 bin olduğunu söylüyorlardı, ama 8 bini öldürmüşler. Peki bu kadar Dersim’den, Medya Savunma Alanlarına kadar, Serhat’tan Amanos dağlarına kadar hala binlerce gerilla savaşırken, mücadele ederken 8 binini öldürdük demek büyük bir yalancılık olmuyor mu? Bu, halkı aldatmak ve kandırmaktır. Buna bakarak Türk devletinin ve AKP iktidarının ne kadar yalan söylediğini rahatlıkla herkes anlayabilir. Halk Savunma Merkezi, gerillanın kayıplarının 480 civarında olduğunu söyledi. Gerillanın kayıpları gerçekten bu kadardır. Burada ne eksik ne de fazla vardır. Çünkü gerilla sürekli ne kadar şehit düştüyse tekmilini vermektedir. Bu gerçek ortadayken 8 bin demek ne oluyor? Özyönetim direnişlerinde birkaç yüz sivilin katledilmesi vardır. Yerel gençlerin katledilmesi vardır. Yine açıklandığı gibi Şırnak’ta, Nusaybin’de, Gever’de şehitler de 50 civarındadır. Bu üç şehirdeki şahadetlerin toplamı da 150’dir.
SAVAŞ ARTIK DAĞ İLE SINIRLI DEĞİLDİR
Kuşkusuz Türk devletinin şehirleri yakıp yıkması, savaşı çok kirli hale getirmesi karşısında bir tarz değişikliğine gidildi. Nusaybin’de, Şırnak’ta, Gever’de ve diğer özyönetim alanlarındaki bir kısım YPS’linin ve az sayıda bu alanlarda bulunan gerillanın geri çekilmesi sağlandı. Bu çekilme çerçevesinde yeni bir savaş tarzı geliştirilmiştir. Hareketli bir savaş tarzı yürütülmektedir. Nitekim bu yönlü savaş tarzıyla bazı şehirlerdeki mahallelere devlet güçleri girmemektedir. Girse de kalamamaktadır. Artık savaş dağ, ova, şehir demeden her tarafta yürütülecektir. Metropollerde yürütülecektir, yürütülmektedir. Artık eskisi gibi savaşın dağla sınırlandırılması söz konusu değildir. Nitekim sürekli polislerin öldürülmesi, şehirlerde çatışmaların olması bu gerçekliği ortaya koymaktadır. Kuşkusuz dağda da hareket halindeki orduyu, yani gerillanın hareketini sınırlamak isteyen operasyon güçlerine karşı da gerillanın bir direnişi vardır. Ama esas olarak artık savaş gerilla üslerine dayanarak şehirlerde yürütülecek noktaya gelinmiştir. Bu yeni bir aşamayı ifade ediyor. Giderek daha da gelişecektir. Artık şehirlerde devletin, polisin hakimiyetinin tam sağlandığı bir durum olmayacaktır. Şehirlerde polisler eskisi gibi rahat yaşayamayacaklardır. Yine şehirlerde savaş güçleriyle ilişkili olan güçler artık buralarda rahat yaşayamayacaklardır. Çünkü savaşın, direnişin şehirlere taşınması ister istemez bunlarla da çatışma, bunlarla karşı karşıya gelme, bunların hedeflenmesi durumunu ortaya çıkaracaktır.
Türk devleti neyi amaçladığını açıkça ortaya koydu. Asayişi ve kamu güvenliğini sağlayacağız dedi. Bunu 2014’ten beri söylemektedir. İki yıldır bu nakaratı tekrarlamaktadır. Bu açıdan amaç şehirlerde, mahallelerde, sokaklarda tamamen kendi hakimiyetini kurmaktır. Bunu görüyoruz, ama bunu kurabildi mi? Kesinlikle Türk devletinin bu amaçlarına ulaşması söz konusu değildir. Bütün Cizre’yi yakıp yıkmak, bütün Şırnak’ı yakıp yıkmak, bütün Nusaybin’i yakıp yıkmak oralara hakim olmak anlamına gelmemektedir. Hakim olamadığı için bu kadar yakıp yıkmıştır. Bu yönüyle hakim olamadığı bu yerleri tümden yerle bir etmek, dümdüz etmek yenilgiyi ifade etmektedir. Ortada bir halk üzerinde, toplum üzerinde hakimiyetin kurulduğu, sömürgeci hakimiyetin sağlandığından söz edilemez. Aksine halkın öfkesi de artmıştır, gençliğin öfkesi de artmıştır, Kürt halkının hiçbir zaman unutmayacağı bir saldırı gerçekleşmiştir. Bu yönüyle tümden hakimiyetini kaybedeceği, tümden etkisizleşeceği bir süreç bu saldırıyla başlatmıştır. Bu kadar şehirleri yakıp yıkmasını böyle değerlendirmek gerekir. Bunun bir asayişi, kamu güvenliğini sağlamak olduğu söylenebilir mi? Bu kadar yakıp yıkarak, yerle bir ederek neyin kamu güvenliğini sağlayacak? Ev kalmamış, yer kalmamış, her tarafı dozerlerle yerle bir etmiş. Burada bir asayişi, güvenliği sağlama yoktur. Aksine Türk devletinin bu asayiş anlayışını, bu güvenlik anlayışını kabul etmeyen halkın evinin, barkının tümden yerle bir edilmesi durumu vardır. Böylece asayişin ve kamu güvenliğinin sağlanamayacağı bir durum ortaya çıkarılmıştır. Herhalde bu yıkılmış yerlerin asayişini ve güvenliğini sağlamayacaktır. Bu açıdan bunun bir yenilgi olduğu görülmelidir.
KÜRTLERLE TÜRK TOPLUMU ARASINDA BAĞLAR KOPMUŞTUR
Bu şehirleri bu kadar yakıp yıkmanın ne amacı olabilir?
Çöktürme planıyla bir soykırım amaçlandığı görülmüştür. Kendilerine göre kaybettikleri soykırımcı sömürgeci egemenliği yeniden inşa etmek istemektedirler. Şimdi Cizre’de, Nusaybin’de, Şırnak’ta, Gever’de, Sur’da şurada, burada şuraya karakol kuracağım, buraya karakol kuracağım diyerek bütün şehirleri soykırım kampları haline getirmek istemektedirler. Toplumu zapturapt altına almak için her yere karakol kuracaklar. Toplum üzerinde böylece zulüm ve baskı düzeni kurmayı hedefliyorlar. Bu da yeni bir durumdur. Normal asker ve polisin kullanılmasıyla güvenlik sağlamayan bir devletin tümden şehirleri yok ederek soykırım amaçlı bir özel savaş sistemi kurmayı hedeflemesidir. Tümden şehirleri yok etmek bir hakimiyet midir, bir başarı mıdır? Bir zamanlar bir maarif bakanı “şu okullar olmasaydı ben bu maarifi nasıl kolay yönetirdim” dermiş. Şimdi de mahalleri, şehirleri yok ederek ne kadar kamu güvenliğinin ve asayişin sağlandığını söylüyorlar. Bu açıdan ne kamu güvenliği sağlanmıştır, ne asayiş sağlanmıştır, ne de sömürgeci Türk devletinin Kürtler üzerinde kendi siyasal hakimiyetini, ideolojik hakimiyetini sağladığı bir durum söz konusudur. Aksine Kürtlerle Türk toplumu arasındaki bağlar daha da kopmuştur. Kürt toplumunun mücadelesini daha da radikalleştirmiş ve Türk devleti karşısında özgür ve demokratik yaşamını nasıl kuracağını öğrenmiştir. Kürt halkının kendi özyönetim sistemini kurup korumadığı takdirde özgürlüğü sağlayamayacağını bir daha görmüştür. Bu direnişle birlikte Kürt halkının özgürlük ve demokrasi özleminin çıtası daha da yükselmiştir. Bekleyerek demokratik siyasetle çözüm arayan halk artık bundan sonra çözümü mücadelede arayacaktır. Bu bakımdan mücadelesini daha da örgütlü olarak, daha da radikal biçimde sürdürecektir. Eğer Türk devletinin bir başarısından söz edilecekse yarattığı bu sonuçlardır. Bu gerçekliğin iyi görülmesi gerekir.