Andok: ‘Yabancı yönetim’ anlaşılıyor da öz yönetim neden anlaşılmıyor?

Andok: Meşruiyet herkese lazım, egemene de lazım toplumsal güçlere de lazım. Bu şunun için gerekli. Hem egemen hem de ezilen toplumsal gücün dayandığı tek yer var: toplum. Toplumsuz hiçbir şey olmaz.

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Xebat Andok, “Meşruiyet herkese lazım, egemene de lazım toplumsal güçlere de lazım. Bu şunun için gerekli. Hem egemen hem de ezilen toplumsal gücün dayandığı tek yer var: toplum. Toplumsuz hiçbir şey olmaz. O nedenle toplum nezdinde nasıl anlaşıldığınız çok önemlidir” dedi.

AKP 7 Haziran seçimlerinde beklenmedik bir tabloyla karşılaşmış ve bunu kendi sonu olarak okuyarak özelde Kürdistan’da genelde tüm Türkiye’de 12 Eylül darbesini aratmayan bir saldırganlığın sahibi olmuştu. AKP’nin bu uygulamalarına en net cevap öz yönetim ilanları ile yine Kürtlerden geldi. İşte bu ilanlardan sonra Türkiye’de öncesinden adı konmamış olsa da var olan fakat bu ilanlarla beraber resmileşen devletin halka karşı savaşını ve bu savaşa sebep olan korkunun kaynağı olan öz yönetimler ile ilgili sorularımızı KCK Yürütme Konseyi Üyesi Xebat Andok cevapladı.

7 Haziran başarısızlığı ardından AKP tüm devlet aygıtları ve imkânları ile Bakure Kürdistan’da halka bir savaş açmış durumda. Bunun karşısında halk yaşam hakkını korumak için öz yönetim ilanına gitti. İlanlar ardından hükümetin kabine toplantısı ardından yaptığı açıklamalar AKP’nin Kürt halkına karşı yürüttüğü bu savaş resmileşti. Hatırlarsanız “Girilmedik ev bırakmayacağız. Cizre’yi özgürleştireceğiz” demişlerdi. Sizce AKP’nin kafasındaki plan nedir?

“Cizre’yi özgürleştireceğiz” diyenler, vakti zamanında da zindanlarda onlarca insanı katlettikleri operasyonun ismini ‘Hayata Dönüş’ diye koymuşlardı. Aynı şeyi her zaman yaptılar, yapıyorlar. Her egemen varoluşsal olarak tekçidir, faşisttir. Komünal ve toplumsal olan bir egemene rastlanmamıştır, rastlanmaz ve rastlanmayacaktır. Çünkü onların kimyası, genomları böyle davranmalarını engeller. Eğer tekçi ve faşist davranmaktan vazgeçerlerse o zaman zaten egemen olmaktan çıkmış olurlar. Çoğunlukla bu gerçekleşmez, daha çok toplumun direnişleri egemenleri topluma karşı duyarlı hale getirir. Şimdi Erdoğan ve AKP hükümeti hiçbir kişi ve hükümetin yapmadığını yapıyor. Topyekûn bir saldırı konsepti ile başta Kürtler olmak üzere herkesin üzerine gidiyor ve herkesi ezmek istiyor. Bilimsel olarak her oluş, kendisine kadar ki tüm tarihi içinde barındırır.

Bu, aynı zamanda Erdoğan ve AKP hükümetinin yaptıklarının neden öncekilerden daha boyutlu, daha derin ve saldırgan olduğunu da açıklıyor. Öncekilerin yaptıkları zaten sorunu çözemediği için bu sorun olduğu gibi Erdoğan ve hükümetine kaldı. Dolayısıyla aynı yolda ilerlemek isteyenler olarak öncekilerin yaptıklarına yenilerini eklemeleri gerekiyor ki, başarıya ulaşabilsinler. Şimdi yapılan tam da budur. Yani Erdoğan o çokça eleştirdiği tekçi, faşist cumhuriyetin tüm pratiğini yüklenmiş ve kendisinden de üzerine ekledikleriyle Kürtlerin üzerine yürümek istiyor. O tarih Erdoğan’ın ve hükümetinin şahsında dile geliyor, sonuç almak istiyor. Zaten inkâr ediyordu, imhada da başarılı olmak istiyor. Bu perspektiften bakıldığında Erdoğan’ın ve hükümetinin kafasındaki plan açıktır. Kendisine inkârcı ve imhacı kafaların hazırladığı planı zafere taşıma. Yani İttihat Terakkici geleneğin, 12 Eylülcülerin yapamadığını yapma. Ulus-devletin zaferi önünde engel teşkil eden, boyun eğmeyen, kendileri için hazırlanan kefeni giymeyen özgür Kürdü teslim alma veya bu olmuyorsa yok etme. Bu yönüyle yürütülen savaş, kesinlikle stratejiktir, faşist bir zihni örgüye dayanıyor ve başarıya ulaşmak istiyor.

KÜRTLERE HER EGEMENİN BURNUNU SÜRTME GİBİ BİR GÖREV VERİLMİŞ

Katliamlar genelde belli bölgelerde yoğunlaşıyor. Sanki pilot bölgeler seçilmiş. Neden bu alanlar ve bu direnişin tarihsel misyonu nedir?

Egemenler dünyayı yönetmek istiyor. Bu da egemenlerin kimyası gereğidir. Her ne kadar Davutoğlu farklı bir içerikle ‘êdî bes e!’ dediyse de doymuş bir egemene rastlanmamıştır. Her egemen varoluşsal olarak hegemoniktir. Zaten bundan dolayıdır ki ilk kent devletlerinden gittikçe merkezi devletler, onlardan gittikçe kıtasal imparatorluklar onlardan da günümüzde küresel imparatorluklar çağına geçiş gerçekleşti. Yani bir kişi üzerinde iktidarını kurmak isteyenle, bütün dünyayı egemenliği altına almak isteyeni aynı şey motive eder; hegemon olma. AKP ve Erdoğan’ın da yaptığı budur. Onlar da hâkim olmak istiyorlar. 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin başarısıyla ecel terleri döktüler, deyim yerindeyse ölümlerini gördüler. O nedenle de can havliyle son bir hamle yaparak seçim sonuçlarını yok sayarak darbe yaptılar. Topluma ölümü göstererek toplumu sıtmaya ‘razı’ ettiler. O nedenle de önlerine kim gelirse, ezmek zorunda hissediyorlar kendilerini. Toplumda sessizliğe bakıldığında bunda belli bir mesafe aldıklarından da bahsedilebilir. Ancak asıl sorun Kürtlerde çıkıyor.

Kürtler tüm Cumhuriyet tarihi boyunca zayıflatılsa, belli ölçüde sindirilse de boyun eğdirilemeyen, teslim olmayan o nedenle de hegemon olmak isteyen tüm güçlerin önündeki en büyük engel oluyor. Şimdi Erdoğan ve AKP’nin de önündeki en büyük engelde Kürtler. Tarihi karakterinin yanı sıra bir de Kürtlere bu yönlü bir öfke var. Herhalde Kürtler de kendi özlerinin gereklerini yerine getiriyorlar. Aslında dönülüp tarihe bakılsa Kürtlerin tarih boyunca duruşunun anti-hegemonik olduğu rahatlıkla görülecektir. Kürtlerin devletçi sistemle yaşadığı çelişki özseldir, kültüreldir ve çok tarihidir. Yukarı Mezopotamya denilen ve neolitikle zirvesini yaşayan doğal toplumun mekânı ile devletçi sistemin gelişme imkânı bulan Aşağı Mezopotamya arasındaki mücadele sistematik, kültürel bir mücadeledir. Biri eşitlikçi toplumu diğeri buna karşı egemenlikçi sistemi temsil ediyor. Tarihe bakıldığında bu rahatlıkla görülecektir. Yanı sıra ilk merkezi devlet olma karakterindeki Akadları yıkanların Gutiler, ilk imparatorluk olan Babil imparatorluğunu yıkanların Hitit ve Mitaniler, ilk tüccar imparatorluğu olan ve sistematik göçertmeleri uygulayan vahşi Asur İmparatorluğunu yıkanların da Medler olduğu gözetildiğinde, Kürtlerin deyim yerindeyse varoluşsal olarak anti-uygarlıkçı bir tarihsel toplum olduğu görülecektir. İşte günümüzde direnen Kürtlük de böylesi bir tarihe dayanır.

Başarıya ulaşmak isteyen egemen nasıl ki ilk toplum karşıtı mücadelesinde toplumun öncüsü olan kadını hedeflediyse, isyanlarda isyan edenlerin önderlerini hedeflediyse, hareketimizin çıktığı dönemlerde önderliğimizi ve Haki yoldaş gibi önder duruşları hedeflediyse, 12 Eylül döneminde Kemal, Mazlum, Hayri gibi öncü yoldaşları hedeflediyse, şimdilerde hareketimizin öncü kadrolarını hedefliyorsa, aynı şeyi toplumun direnişinde de yapmak istiyor. Tabi ki bu direnişlerin de öncüleri var ve tabi ki Kuzey Kürdistan’da direnişin öncüsü Cizîr’dir, Nusaybîn’dir, Silopi’dir, Sûr’dur, Farqîn’dir, Kerboran’dır, Dêrik’tir. Bunlar Kürdistan’daki direnişin öncüleridir. Erdoğan ve AKP hükümeti şahsında sömürgecilik buralara boyun eğdirmek suretiyle tüm Kürdistan’a boyun eğdirebileceğini düşünüyor. Buralara bu kadar yüklenmesi, buralarda bu kadar sonuç almak istemesi bundandır. Ama ortada çok büyük bir belleksizlik var. Aynı şeyi en amansız koşullarda zaten 12 Eylül zindanlarında denediler ve başaramadılar. Ne yapalım Kürtlere her egemenin burnunu sürtme gibi bir görev verilmiş herhalde, onları da tarihin çöp sepetine atmak görevi düşüyor Kürtlere.

AKP’nin Kürtlere açtığı bu savaş ve katliam planının bilançosu şimdiden çok ağır; katliam, ölüm ve tarihi değerlere yönelim. Dünya kamuoyu bu kareleri DAİŞ’in yapmış olduklarıyla hatırlıyor. İşin ilginç yanı bu benzerliğe rağmen AKP tüm bu saldırılarını hendek vb. etrafında kurduğu söylemlerle meşrulaştırıyor, tüm dünyada buna sessiz kalıyor. Sizce bu paradoks neyden kaynaklanıyor?

Meşruiyet herkese lazım, egemene de lazım toplumsal güçlere de lazım. Bu şunun için gerekli. Hem egemen hem de ezilen toplumsal gücün dayandığı tek yer var: toplum. Toplumsuz hiçbir şey olmaz. O nedenle toplum nezdinde nasıl anlaşıldığınız çok önemlidir. Böylesi bir durumda ortaya bir sorun çıkıyor: Devlet varoluşsal olarak yalancı, dolandırıcı, yıkıcı, baskıcı, tekelci ve anti-toplumcudur. Peki, bu kimliğini nasıl maskeleyerek kendisini topluma kabul ettirecek? İşte burada özel savaş aygıtları devreye girer. Yanlış doğrunun yerini, kötü iyinin yerini, çirkin güzelin yerini alır ve her şey tepetaklak olur. Mevcut durumda devletlerin yaptığı budur. Şimdi herkes soruyor neden DAİŞ’in yaptıkları ile AKP’nin yaptıkları aynı olduğu halde, yine direnen Kobanê ile direnen Cizîr aynı olduğu halde tepki aynı düzeyde değil? Neden Kobanê direnişi küreselleşti de Cizîr direnişi küreselleşmiyor? Neden DAİŞ karşısında tüm dünyayı buldu da AKP’ye kimse bir şey demiyor… ? İşte bu, devletin kendisini kurumsal olarak zihinlerde meşru kılmasından ötürüdür. DAİŞ henüz tüm devletlerin kabul etmediği bir devlet olduğundan ve terörist olarak görüldüğünden ona karşı herkes direnen Kobanê’ye sahip çıktı. Peki, ya devlet de terörist ise ne olacak? Dikkat edelim, zihinlerde bu çok yer edinmez, daha çok devlete karşı çıkanların terörist oldukları gibi bir algı oluşur. Yaygın olan budur ve bu bir inşadır. Egemenlerin kendilerini maskelemek için toplumun zihninde oluşturdukları bir inşa, algı. Bu algıya göre devlet bir sınır içinde mutlak hâkimdir, ona karşı gelinemez, ona karşı olan her çıkış varoluşsal olarak teröristtir. O nedenledir ki ‘hendek’ ile sembolize edilen toplumun öz yönetim direnişleri yerle bir edilmesi gereken terörist eylemler şeklinde propaganda ediliyor. Gerçekte saldıran devlet, direnen toplumdur, hendek de savaşan taraflardan birinin kendisini savunmak için kullandığı zorunlu bir taktiktir.

Kürtler için özerlik ve öz yönetim tartışmaları yeni değil. Hatta HDP’nin Türkiye’yi demokratikleştirme projesinin içinde de yer alıyor. Öz yönetimleri ilan edenlerde ne gerilla ne de YDG-H üyeleri. Bunun ilanı halk ve seçilmişleri tarafından yapıldı ve yapılıyor. Bu hendek tartışmalarının gerisinde kalan öz yönetim halklar ve Kürtler için neyi ifade ediyor? Nasıl bir alternatif sunuyor?

İnsan evrenin, yaşamın, toplumun, insanın oluşum dilinden bu kadar bihaber olunan bir ortamda işte böyle ikide bir demokratik özerklik sisteminin, öz yönetimin ne olduğundan bahsetmek zorunda kalıyor. Gerçekten de bu sistemin ne olduğunu anlayamadığını, ne olduğunun anlaşılmadığını söyleyenlerin bu durumun nedeni olarak kendilerini görmelerine ihtiyaç var. Şimdi özyönetimin neyi anlaşılmıyor? ‘Yabancı yönetim’ anlaşılıyor da ‘öz yönetim’ neden anlaşılmıyor? ‘Beyaz’ı ile ‘Yeşil’i ile bir ‘Türk’ Anadolu’daki tüm farklılıkları bir yabancı olarak yönetiyor da, bir Kürt, bir Laz, bir Çerkez, bir Alevi, bir Êzidî kendini yani özünü yönetmek istediğinde bu neden anlaşılmaz oluyor? Asıl anlaşılmaz olan budur.

TC suçludur, Anadolu’daki tüm farklılıkları, renkleri Erdoğan’ın övündüğü ‘tek’in içinde erittiği için suçludur. Burada sorun olan ‘tek’tir, olması gereken ‘bir’dir. Bir’de çokluk vardır. Atomun ‘bir’ olmasına karşın farklı parçacıklardan oluşan bir ‘çokluk’ olması gibi. Evrenin ‘bir’ olmasına rağmen ‘çoklu’ olması gibi. Toplumun ‘bir’ olmasına rağmen ‘çoklu’ olması gibi. İnsanın ‘bir’ olmasına rağmen milyarlarca hücreden oluşan bir ‘çokluk’ olması gibi. Bir cümlenin ‘bir’ olmasına rağmen farklı öğelerden oluşan bir ‘çokluk’ olması gibi. Daha da uzatılabilecek bu denklemler bize oluşun “bir’in içindeki ‘çokluk” olduğunu gösteriyor. Oluş böyledir ve bu evrenseldir, doğal ve normal olan budur. Erdoğan’ın ‘tek’lerinde farklılığa, dolayısıyla çokluğa yer yoktur. Orada farklılıkları tek’in içinde eritme, yok etme vardır. Ulus-devletçi olan bu sistemin toplum nezdinde kabul görmemesinin, direnişle karşılaşmasının nedeni de bundandır. Toplumun ve oluşun doğası ile ulus-devletçi kafanın yapmak istedikleri çelişiyor, uyuşmuyor. Şimdi demokratik özerklik sisteminin, öz yönetimin gerçekleştirmek istediği ise farklılıkların eşitçe birliğini kurabilmektir. Nasıl ki atomun içinde elektron, proton ve nötron arasında birbirinin varlığına duyulan saygıdan kaynağını alan bir uyum ve birleşerek yeni bir şey oluşturma diyalektiği varsa, benzer bir gerçekleşmenin toplumda da olması gerektiği görüşüne dayanır, öz yönetim. İnsanın varoluş koşulu olan toplumun dibine dinamit koymamak, onu zayıflatmamak kaydıyla her oluşun kendisini ifade etme ve örgütlenme imkânı bulduğu bir sistemdir demokratik özerlik sistemi. İşte bu öz yönetimdir, yani ‘kendisi olmak’tır, ‘xwebûn’u gerçekleştirmektir. Devletin kabul etmediği ‘kendi olma’ hakkımızın olduğunu söylememizdir, kendimizi onun mülkü, nesnesi olmaktan çıkarma çabamızdır. Bizi yani toplumu kaybedeceğinden korkuyor. Toplum olarak egemen erkeğin kaybetmek istemediği ‘karı’ olarak görülüyoruz sömürgeci devlet tarafından. Çok inanmışlardı ‘başardık’ diye, ama Kürtler onların bu hevesini kursaklarında bıraktı. O nedenle seçilmişine, ilan edene saldırdı. Buna karşı da toplumun dinamik gücü olan gençler de bu ‘xwebûn’u gerçekleştirme yolunda ruhlarını düzene satmayanlar olarak direnişe geçtiler.

O ÖGRETMENLERİN GİTMESİYLE KÜRT ÇOCUKLARI CAHİL KALMAZ

Bazı çevreler eğitimcilerin çekilmesini kötü bir sonuç olarak değerlendiriyor. Fakat halk tepkisi “zaten bizi asimile ediyorlardı gitmeleri iyi oldu” biçiminde oldu. Bir de Rojava örneği var. Orada da devlet hizmetlerini dondurmuş, memurlarını çekmişse de ortaya çıkan boşluğu halkın kendisi doldurmuştu. Bakure Kürdistan’da bu boşluk nasıl doldurulmalı ve pratik adımları nasıl atılmalı?

Bugün ne Kürtlerin ne de Kürdistan’ın ismi kabul ediliyor. Bu kadar büyük bir mücadele verilmiş ve veriliyor olmasına rağmen bu böyle. Bu, Kürt ve Kürdistan üzerine alınmış olan soykırım kararından kaynağını alıyor. Kürt toplumu ve Kürdistan coğrafyası Kürtlere dair her şeyi bağrında taşıyan ayrılmaz ikilimdir. Bunlar bugün sömürgecilik tarafından kabul edilmiyor. Bu sömürgecilik bunlarsız bir sonuç yaratmak için çok çalıştı. Cemil Çiçek ikide bir ‘Kürtleri neden asimile edemediklerine’ hep hayıflanır. Allah arttırsın, içine dert olmuş. Şimdi ‘xwebûnlaşmak’ isteyenlerin diyarında, yani öz yönetim direnişlerinin yaşandığı yerlerde, devletin öğretmenlerini ve memurlarını çekmesi şunun ifadesi; “ben teslim alma anlamına gelmek üzere asimile edemedim, boyun eğdiremedim, başarısız oldum, o halde kültürel olarak fethedemediğim bu insanları fiziki olarak kırmalıyım.” Duvarlara yazılan yazılardan, orada halkımıza saldıran insan müsveddelerinin ruh hallerine ve her türden savaş aygıtıyla yaptıkları saldırıdan bunu anlamak hiç de zor değil.

Fakat aynı zamanda öğretmenlerin ve memurların çekilmesi kültürel soykırımcı sistem açısından çok tarihi bir yenilginin kabulüdür de. Gerçekten de Kürdistan’da kültürel soykırım sistemini en fazla yumuşatan, dolayısıyla derinleştiren kesim öğretmenler oluyor. Çünkü ‘başka’laştırılan ve ‘xwebûn’luğu elinden alınan bir Kürt gençliği ve çocukları gerçekliği var. Bugün halk tarafından meşruiyet sınırları kullanılarak açılmış birkaç okuldan başka, hiçbir Kürt çocuğu kendi anadilinde, kendi müfredatıyla kendi eğitimini yapamıyor. Bilinen bu durum, Kürtleri geleceksiz kılıyor, gerçekte ise yok ediyor. Sömürgeciliğin memuru olarak Kürt çocuklarına başkalaşımı getiriyorlar. İşte bu nedenle ne sebeple olursa olsun öğretmenlerin Kürdistan’ı terk etmelerini Kürtler ‘xwebûn’ yolunda elde ettikleri büyük bir zafer olarak görmeliler. Kürtler hiç üzülmesinler, o öğretmenlerin gitmesiyle Kürt çocukları cahil kalmaz, tam tersine kendi olarak kalacaklarından daha da güzelleşirler. Onların okulları aydınlık, ariflik getirseydi halleri böyle olmazdı. Profesör bir başbakanları, üniversite mezunu bir cumhurbaşkanları var, ama halleri hal değil. Kaldı ki sistemsel olarak da kapitalist modernite dönemi okur-yazarlığın en yoğun olduğu dönem, ama açık ki insanların en mutsuz, en yalnız, en zavallı olduğu dönem. Demek ki marifet okul açmakta değil, o okullarda neyin verildiğinde. Demek ki insanları kötü yollara sevk eden ve insanları güçsüzleştiren yanlışlar öğretiliyor oralarda. Halkımız da zaten bunu böyle değerlendirdi ve öğretmenlerin çekilmesini sevinçle karşıladı.

Halkımız öz eğitim sistemini de kendi okullarında kendi zihniyeti temelinde geliştirmek durumundadır. Belirttiğiniz gibi Rojava eksiklikleri olmakla birlikte buna örnek teşkil edebilir. Biz sömürgeciliğin bizi ele aldığı gibi kendimizi ele almak zorunda değiliz, biz Kürdistan ve Kürt halkı olarak biriz. Dolayısıyla doğaldır ki Rojava deneyimi yaşamın hiyerarşik devletçi sistemin dışında, eşit ve özgür temelde yeniden inşası yolunda Kuzey Kürdistan için iyi bir deneyimdir. Yaşam parçalanmadan tüm boyutlarıyla inşa edilmek durumundadır ki özü olan eşitliği ve özgürlüğü bize göstersin. Bu konuda gerçekten de sömürgeciliğe hizmet etmiş olanların silkinmesine, kendilerine gelmelerine ihtiyaç var. Kendilik, ‘xwebûn’luk onlar için de gerekli. Zaten en fazla da kendi olmaktan çıkmış olanlar onlar. Bundan kurtulmanın yolu da kendi toplumunun ihtiyaçları ve onun tarihsel kimliği temelinde kendini yeniden oluşturarak halkına hizmet etmektir.

NORMALDE BU SORU DEMOKRAT VE DEVRİMCİ OLANLAR İÇİN SORULMAZ

Kürdistan’da yaşanan tüm bu katliamlara rağmen tüm dünya kamuoyu sessizliğini koruyor. Buna bir de devrimci ve demokrat kesimlerin sessizliği eklenmiş durumda. Siz nasıl bir tutum beklerdiniz ve aslında nasıl bir mücadele içerisinde olunmalı?

Evet, gerçekten de Kürdistan’ın dışında her yer çok sessiz. Bu da insanı düşündürüyor. Normalde insan toplumsaldır ve bundan dolayı olan şeylere karşı kayıtsız kalmaz, bir şekilde dâhil olur. Ama mevcut halde görüyoruz ki insana dair bu alamet görünmüyor, gerçekleşen üç maymun duruşu oluyor. Bu da acaba insan olmaktan bir düşme hali anlamına gelmiyor mu? Halkımıza bunu yaşatanlar zaten insanlıktan düşmüş olanlar. Peki, bu düşmüşün saldırısına karşı neden Sartre’ın ‘Hepimiz Katiliz!’ duruşu ortaya çıkmıyor? Sanki Diyojen’in gündüz vakti elinde fenerle insan aradığı durumu yaşıyoruz. Hatta daha beterini yaşıyoruz, kapitalizmin lime lime ederek bireycileştirdiği ‘insan’ tipinin sessizliğini, suskunluğunu, çıkar dünyasının gerekliliklerini yaşıyoruz aslında. Mevcut suskuda, kayıtsızlıkta egemenlerce insanın nasıl da özümlendiği ispatlanmış oluyor. Aslında ‘xwebûn’luğun nasıl da küresel bir sorun olduğu ve dolayısıyla mücadelesinin de her yerde verilmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Çünkü dediğim gibi normal insan olunsaydı kayıtsız kalınmazdı, incinirdi, egemene karşı dururdu. Özgürlükten, adaletten, eşitlikten yana olunurdu. Bunlar olmadığına göre ortada insana benzeyen ama insansal özelliklerinden epeyce şey yitirmiş olan bir yığın var.

Bu saldırılara karşı mevcut suskuda ‘’devrimci ve demokratlara ne demeli? ’sorusuna gelince normalde bu soru demokrat ve devrimci olanlar için sorulmaz. Devrimci ve demokrat olan toplumun ihtiyaçları temelinde kendisine durumdan vazife çıkarandır. Devrimci ve demokrat olana kim yol gösterecek? Onların görevi zaten egemenliğe karşı toplumun direngenliğine yol olmaktır. Peki, onlara da mı yol gösterilecek? Açık ki bu hiç de devrimci ve demokratik bir duruş değildir. Şu an sömürgeci ve faşist TC’ye karşı yerlerini yurtlarını terk etmeyenler, direnen analar, çocuklar, gençler, yaşlılar en büyük devrimci ve demokratlardır. Suskuyu kendilerine duruş belleyenlerin gidip devrimcilik dersi alacakları gerçek insanlardır onlar. İşte öz yönetim kimin işidir, ya da insana ne yaptırır sorusuna cevaptır onlar. Faşizme karşı bu kadar sinmişliğin yaşandığı bir ortamda devrimcilerin, demokratların birleşmesi gerektiğini söylemek, bildik ve aslında çok da anlamı olmayan bir söylemdir. Zira bu, herkesin bildiği ve zaten bireycileştiğinden dolayısıyla devrimcilikten, demokratlıktan koptuğundan dolayı gereklerini yerine getirmediği bir gerçektir. Önemli olan bilindiğine inanılan şeyin ne kadar pratikleştiğidir, tutarlılık ve parçalanmamışlık da bunu gerektirir. Faşizm tüm toplumu hedef tahtasına oturtmuş durumdadır, buna karşı mücadele de tüm toplumsal kesimlerin birleşmesiyle olur kuşkusuz. Ama bunun için ‘devrimci’ de olsa kişide yaratılmış olan parçalanmışlığı, tutarsızlığı, oportünizmi, münafıklığı, bencilliği aşmak gerek. Aksi hal, asimile olmaktır, kendi kişiliğinde düşman sandığını yaşatmaktır, düşmanlaşmaktır. ‘Xwebûn’a kavuşmanın zorlu yolunda gerekli olan ise tıpkı Terzi Hermes’te olduğu gibi ‘istem, irade ve sınav’dır ve hepimiz farklı şekillerde sınanıyoruz.