Sinemaya doğrudan sansür

Daha önce filmlerde bazı sahnelerin çıkarılmasını isteyerek sansür uygulayan Türk Kültür Bakanlığı, yeni düzenlemeyle artık ona bile ihtiyaç duymuyor.

Sinema yasasında değişiklik getiren yeni düzenleme taslağı, Erdoğan ve bazı sinema sektörü yapımcıları ile yönetmenlerin bir araya gelmesiyle imzalandı. Sinemacıların Saray’a gitmesi bir yönüyle tartışılırken asıl olarak sansürü yasalaştıran bu mekanizmanın, yine bazı sinemacılar tarafından kabul görmesiydi. Bir süre önce sinema salonları şirketi ile kavgaya tutuşan sinemacıların sansürü kabul etmesi, sektördeki tekelleşme ve dahası yeni düzenlemenin neler getirdiğini sinema eleştirmeni ve Gazete Duvar yazarı Şenay Aydemir ile konuştuk.

Öncelikle yeni sinema yasası olarak gündeme gelen ve sansür yasası olarak adlandırılan yasa tam olarak neler getiriyor?

Yasada dolaylı bir sansür var. 2004’ten beri kurulan bir kurul var. Bu kurul, teknik olarak filmlerin tapu hakkını ya da daha doğru bir tabirle siz bir film çektiğinizde bu kurula götürüyorsunuz ve bu filmde kimlerin hakkı olduğuna dair kayıt alınıyor. Bu, kuruluş amacı olarak doğru bir mekanizma. İleride filmle ilgili telif sorunu çıktığında hak sahipleri hakkını iddia edebilsin diye. Bu kurul, aynı zamanda filmleri kategorilendiriyor ki bu dünyanın her yerinde olan bir şey. Buna yaş sınırı koyma yetkisi de dâhil. Ha bunu suistimal ediyor mu, elbette. Mesela Onur Ünlü’nün ‘İtirazım Var’ filmine, neden +18 verilmiş olduğunu kimse anlamış değil. Filmde küfür yok, müstehcen sahne yok; politik rahatsızlıktan mı verildiği ise soru işareti. Şimdi yapılan şey bu yasadaki değişiklik, yani yeni bir şey çıkmadı. 2004’teki bu kurula bir yetki verilmişti; o da bazı filmleri değerlendirme dışı tutma. Bildiğim kadarıyla 2010’a kadar bu karar iki filme uygulandı. Bir tanesi Aydın Orak’ın Berivan, diğeri de Çayan Demirel’in Dersim 38 filmine. O da Kürtler olduğu için o dönem geçiştirildi, Türk medyasında gündeme gelmedi. Ama Gezi’den sonra bu ciddi bir şekilde uygulanmaya başladı. Örneğin Nymphomaniac’a eser işletme belgesi verilmedi ve gösterime giremedi. Kazım Öz’ün filminden sahne çıkarılması istendi, aynı şekilde Son Şnitzel filminde de aynı şey talep edildi. İstanbul Film Festivali’nde Bakûr ile birlikte festivallerde gösterilecek tüm eserlere kısa metraj da dâhil eser işletme belgesi istenmeye başlandı. Bu da ciddi bir denetleme mekanizmasına dönüştü. Bu yasa sansür mekanizması olarak uygulanmaya başlanmışken özellikle bağımsız sinemacılar, bu maddenin kaldırılmasını ve bu kuruldan alınmasını savunuyordu. 

Yeni yasa tasarısında bu yetki korundu mu?

Korunduğu gibi bir önceki yasada olan gerekli düzeltmeleri yapması şartını da kaldırdı. Kurul, yönetmenden ‘Biz bu sahneyi sakıncalı bulduk, burayı çıkartırsan veririz belgeyi’ diyebiliyordu. Kazım’dan (Öz) gerillaların görüldüğü sahnelerin çıkarılması talep edildi. O da o kadar uğraştan sonra seyirci filmle buluşabilsin diye o sahneyi çıkarttı. Böyle vizyona sokabildi. Artık bunu da alıyor ve doğrudan yasaklıyor. Yönetmene artık bir seçenek sunmuyor ki zaten diğeri türlü de sansürdü. Yasaları siyasal atmosferle yorumlamak lazım. Bu madde önümüzdeki dönemde sıkça karşımıza çıkan bir sansür mekanizmasına dönüşecek.

Söz konusu mekanizmanın bileşenleri nasıl oluşturuluyor?

Daha önceki kurulda ağırlık sektördeydi. 9 sektör temsilcisi üç de bakanlığın atadığı uzman sosyolog, psikolog vs. diğeri de bakanlık temsilcisi başkanlık etmek üzere vardı. Yeni yasada sayı 7 olarak belirlendi; 4 bakanlık, 3 sektör olarak ama itirazlar üzerine bu 4+4 yapıldı. Bildiğim kadarıyla başkanın iki imza yetkisi var. Ve şunu biliyoruz ki bakanlığın bazı dernekler ve sektör örgütlenmeleri üzerinde ciddi denetleme ve etkise sahip. Bu 4 sektör temsilcisi 8-10 tane kurumun hangisinden seçilecek? Bakanlığın her dediğini uygulayan ve sözünden çıkmayanlardan mı seçilecek yoksa bakanlıkla bazı filmlere destek verilmesi için mücadele edeceklerle mi? Sonuçta böyle bir defansta koyulmuş durumda ama bakanlık neredeyse tam yetkili durumda. Bakanlığın bazı kara listeleri var, özellikle barış imzacısı akademisyen sinemacıların buralarda yer aldığını biliyoruz. Örneğin yakın zamanda Kıvanç Sezer, Emin Alper ve de Tolga Karaçelik bakanlıktan destek alamadılar. İsmini bilmediğimiz birçok belgesel yönetmeni artık başvuru yapmıyor bile.

Neden başvuru yapmıyorlar?

Alamayacaklarını bildikleri için. Ayrıca bu iktidarın siyaseten de birilerinin üzerini çizdiğini biliyoruz. Dolayısıyla bu yapımcı ve yönetmenlerin bakanlıktan destek alıp alamayacağı bir muamma. Bu da ikinci kademede dolaylı bir sansür. Yine eser işletme belgesi veren kuruldaki gibi politik olarak sansür mekanizmasına dönüştürülebilecek bir kurul oluşturuluyor. 

Artık yerelde de kurullar mı oluşturulacak?

Taşraya film çekmek için gittiğinizde birçok bürokratik şeyle karşılaşıyordunuz. Belediyeden, parklar genel müdürlüğünden, emniyetten ayrı izin almanız gerekiyordu. Sektör bu kadar bürokratik durumun azaltılmasını talep ediyordu. Şimdi belli başlı illerde bazı kurullar oluşturulacak ve siz tüm bu kurumlar yerine buraya gideceksiniz ve tüm kamu kurumu temsilcileri de orada olacak, çekim izni verecek.

Bu sektörün işini kolaylaştırmıyor mu?

Aslında pratik olarak sektörün işini kolaylaştıran ve hızlandıran bir şey. Eğer yönetmelikte düzgün yapılmazsa yarın A şehrindeki bir mülki amir ‘getirin bakalım senaryonuzda şehrimizi nasıl göstermişsiniz? Bu eserde eşcinseller var bizim şehrimizde yok. Burada içki içiliyor, bizim şehrimizde içilmez’ diyebilir. Daha yakın zamanda Çanakkale’nin Çan ilçesinin iki belediye başkan adayı da -CHP ve AKP- çıkıp Nuri Bilge Ceylan’ı Ahlat Ağacı’nda Çan’ı kötü gösterdi diye özre davet etti. Orada da ‘Gücüm olsa bomba atar yıkarım bu kenti’ lafına takmışlar. Bunun karakterin değil, Nuri Bilge’nin söylediğine inanan bir bakış açısı var. Eğer yönetmelik düzgün yapılmazsa bir kez de oradan başlayan bir denetleme ve sansür mekanizmasına tabi olacak filmler. 

Saray’a giden bir grup film yapımcısı ve yönetmen oldu ve sinema yasası burada imzalandı. Bu da epey tartışıldı. Bu isimler, öncesinde sinema işletmecisi MARS Grup’la tekel kavgasına girmişti. Orada da ‘Başkanlık sisteminin hızı ile bu sorun çözüldü’ dediler. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu büyük sinema yapımcılarını, kendi dışlarında kalan alanların sorumluluğunu almamakla eleştiriyorum. Yoksa ciddi anlam da bir sinema salonu tekelleşmesi var, bu daha önce diğer sinemacıları yutuyordu, şimdi onlardan da çalıyor. Bu bir emek hırsızlığı sonuçta. Ortada bir emek var ve burada bir salon zinciri hak ettiğinden fazlasını alıyor. İtiraz ettikleri noktada sorun yok. Sorun bu yapımcıların sadece kendi kâr marjlarını düşünen ve sektörün yapısal sorunlarını ciddiye almayan -ki bu sorunlar onları da vuruyor, buna en büyük örnek tekelleşme- tavırları. Sansür meselesi de onarı vuracak. Meseleye bütünlüklü bakmayan ve dönemsel çıkarlarını gözeterek hareket etmiş olmaları burada esas sorun. Aslında Eylül’de magazin sayfalarında bir haber vardı; Cem Yılmaz ve Şahan Gökbakar’ın da olduğu bir heyet yeni kültür bakanını ziyaret etti, diye. O dönem meseleye kimse uyanamadı. O da Şahan ve Cem yan yana geldi üzerinden yapılmış bir haberdi. Aslında bu rahatsızlık, Eylül ayında dile getirilmiş. Yasa da yeni bir yasa değil. 6-7 yıldır bekleyen, bugünkü halinden çok daha farklı ve birçok soruna çözüm olacak şekilde taslak haline getirilmiş, bakanlığın sektöre havuç- sopa şeklinde uzattığı; sektör her huysuzlandığında ‘çıkarmam yasayı’ diye elinde tuttuğu bir şeydi. Bu büyük yapımcılar büyük bir feveranla ortaya çıkınca belli ki yasal süreç hızlandırılmış. Mesela bazı şeyler de son dakika yasaya ekleniş.

Ne gibi?

Mesela bakanlık desteklerinin artık karşılıksız olarak verilmesi. Bu sektöre yapılmış bir kıyaktan ziyade bakanlığın bürokrasiden kurtulması için yapılmış bir şey. Benim aldığım bilgiler bu yönde. Çünkü para alıp verme işlemleri Sayıştay denetimine tabi olduğu için kültür bakanlığını buradan zorluyor. Bakanlık da bunu dorudan geri ödemesiz hale getirerek desteğe denetimi dışarıda tutuyor. Henüz sonuçlarını bilmemekle birlikte festivallerde eser işletme belgesi düzenlemesinin yani +18 ile filmlerden talep edilmemesi var. Burada da bir yönetmelik sorunu var. Örneğin bir festival yapıyorsunuz ve çocuk bölümünüz var, bu bölümdeki filmler eser işletme belgesi alacak mı +18 olmadığı için? Gençlik filmleri var diyelim, bu filmler gidip alacak diğerleri alamayacak mı mesela? İstisnalar getirilmesi gerekiyor yönetmelikle birlikte. Yani tek kazanım olarak bu ve bakanlık desteğinin karşılıksız olması diye bakılabilir. Onu dışında bu meselenin hızlı gündeme gelmesi başkanlık sisteminin iyi işlemesinden değil, tüm sinema salonlarının ciddi bir kriz yaşamasındandı. Cinemaximum (MARS grubun sinemaları) dışında kalanlar ciddi bir krize girdi. Sezonun en cafcaflı zamanında bu büyük yapımcıların filmleri sinema salonlarından çekilince, küçük salonların dayanma gücü kalmadı. Bu biraz da bunun düzeltilmesi içindi. Ama işin politik tarafı bambaşka bir şey.

Oradan bakarsak nasıl bir tablo görünüyor?

Yeni Yaşam Gazetesi’nde Necati Sönmez, ‘başka bir sektörle ilgili bir krizde de o sektörün temsilcileri huzurunda ve Saray’da böyle bir şovla bu imza atılıyor mu?’ diye sordu. Bu çok doğru bir soru. Zaten yasa Meclis’ten çıkmış, orada imzalanmadan önce bir itiraz vs. olmazdı. 15 gün önce randevu talep eder, itirazınız vs. varsa orada yapılır ve düzletmeler istenirdi ama öyle bir şey yok. Ben bunu şöyle yorumluyorum; bu Fazıl Say ile başlayan sürecin ikinci ayağı gibi. Bir türlü kültürel iktidar olamadık, söyleminin politik alanda yansıması gibi bir şey. Kültür sanattaki belli iktidar alanlarıyla barış olmazsa bile temas diyebileceğimiz bir hamleler bütünü. Cumhurbaşkanı, Fazıl Say’ı Saray’a davet etmenin yakışıksız olacağını ve onu zora sokacağını hesap ederek onun ayağına gitti bir nevi. Burada ekonomik sebeplerden dolayı boyunlarına ipi geçirdiğini düşündüğü için Saray’a davet ediyor. Bunlardan birkaçı, tamamı diyemesek de kâğıt üzerinde Erdoğan’a muhalif tipler. Yarın Orhan Pamuk ya da Nuri Bilge Ceylan’a dair de bir şeyler yapılabilir. Saray’daki imza törenine gidenlerin niyetlerinden bağımsız olarak bunun bir şova dönüştürüldüğünü düşünüyorum. Mesela herkesin Erdoğan’a büyük hayranlıkla baktığını düşünmüyorum ama orada fotoğraflar bile bir anı yakalayarak bu algıyı yaratıyor. Çünkü o anların bütününü görmüyoruz ve bu algının kurgulanmış bir şey olabileceğini düşünüyorum. Tabii daha çok ağırlayan ve medyaya servis eden tarafın yaptığı bir şey olarak.

Tekelleşmeden bahsetmişken Yılmaz Erdoğan da hem Saray’a giden ekip içerisinde hem de MARS’a karşı itirazı yükseltenler arasındaydı. Kendisi de Organize İşler 2’yi çok yüksek sayıda sinema salonunda gösterime soktu. Bu da bir tekelleşme değil mi?

Zaten tekelleşemeye duyulan rahatsızlıktan öte oradan aldıkları payın karşı tekel tarafından tırtıklanmasından duyulan rahatsızlıktı. Bin 789 salonun bin 400’ünde, yani yarısından fazlasında Organize İşler 2’yi gösterime sokma gücünü başka bir ülkede bulamazsınız. Dolayısıyla bu tekelin kaymağını zaten siz yiyorsunuz. Ortada bir pazar var, daralıyor ve buna da devam edecek. Bu kavga da giderek sertleşecektir. 1 Şubat haftası için vizyonda 9 film vardı, Organize İşler 2’nin ilanından sonra bu sayı 3’e düştü. 6 film vizyondan çıktı. Bu seyircinin seçeneklerini de azaltmak, o filmin yapımcılarını, ithalatçılarını zor durumda bırakmaktır. Siz bin 400 salonu kapatıp kendi ekmeğiniz için ağlarken başkalarının ekmeğini elinden alıyorsunuz. Bütün bir parayı 20 günde toplamak zorunda da değilsiniz 500 salonda girer 3 ay vizyonda kalırsınız. Misal son dönemde Şampiyon filmi ufak ufak da olsa 3 milyon seyirciyi buldu. Cinemaximum’un bunlara yaptığını diğer filmlere yapıyorlar.

Böylesi bir atmosferde hem tekelleşme hem de sansür uygulamaları, sinemanın diğer tarafını yani bağımsızlara ve art house’ı da ciddi bir şekilde etkiliyor. Buna bir çözüm var mı?

2004’teki yasa bir taraftan önemli bir katkı yaptı, diğer yandan da Türkiye’deki film modeline ciddi bir hasar verdi. Yasadan sonra birçok genç yönetmen bakanlıktan aldığı destekle çok iyi filmler çekti. Hem film sayısı arttı hem de uluslararası festivallerdeki görünürlükler. Bir sürü yerli ve nitelikli yönetmen ortaya çıktı. Ancak Türkiye’deki art house sinemanın finansal yapısını tamamen bakanlığa bağımlı hale getirdi bu. Bakanlıktan destek alınamayınca bir şey yapamaz hale geldiler. Bakanlık para vermeyince yabancı ortak yapımcı da bulunamaz hale geldi. Çünkü yabancı ortağa gittiğinizde o da sizdeki parayı soracaktır. Şu an birçok böyle yapımcı, bakanlık desteği olmadan nasıl film yapacağını bilmiyor. Dolayısıyla bu bir modelin çöküşüne de tekabül ediyor. Bu kuşağın yapımcı ve yönetmenleri ciddi bir üretim sorunu yaşıyor. Bunu aşmaya çalışan modeller de var. Emin Alper, Tolga Karaçelik ve Kıvanç Sezer de şimdi sete girdi ve çekim yapıyor, bunu bakanlık olmadan bir şekilde yaptılar. Elbette herkesin bunu başaracağı anlamına gelmiyor ve bu kuşak çok zorlanacak. Bunun da şöyle bir yansıması oldu; film üreten kuşaklar daha farklı yönetmenlerle film çekmeye başladı denebilir.

Nasıl?

Daha küçük bütçeli, daha minimal ortamlarda. Elbette dünya koşulları için kötü ama Türkiye koşulları için iyi denebilecek bir refah oluştu bir dönem. Reha Erdem, Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylanlar, 10-15 kişilik setlerden sayıyı 40-45 kişiden aşağıya indiremeyen bir seviyeye getirmişti. Yeni kuşak yine 10-15 kişilik setlere, dar alanlara belki de tek mekanlara geri dönüyor. Bir başka kuşak da bu şekilde gelecek ve kültür bakanlığının olmadığı bir çözüm yaratacaktır. Kurmacadan deneysele yönelir, estetiğini değiştirir ama yolunu bulur. Ana akım sinema salonlarında bunları göstermek artık daha da zorlaşacak, çünkü buradaki sinema izleyicisi değişiyor. Bu akımın izleyicisi ise daha çok evlere çekildi. Burada biraz da yerel yönetimlerden seyircinin kendisin de talep etmesi gerekiyor. Örneğin Türkiye’deki en şanslı seyirci Kars’ta. Kars Sinem Topluluğu her hafta İstanbul seyircisinin dahi ulaşamadığı filmleri gösterime sokuyor. Dağıtımcıyla sinemayla anlaşıyor, kâr etmiyor belki ama başka bir anlayışı da üretiyor. Lüleburgaz ve Antep’te de yapmaya başladılar. Seyirci de örgütlendiğinde bu bir şekilde oluyor. Kayyumdan önce Diyarbakır’da bir film festivali toplantısına davet edildim, orada ciddi bir proje vardı. Orada 99 belediye idi sanırım, bunların 45- 50 tanesinde sinema salonu inşa etmek, var etmek üzerine. Siz buradan filminizi gönderdiğinizde o film, o ağda vizyona giriyor ve 50 tane kenti dolaşabiliyor. Bu iyi bir mekanizmaydı. Tek bir merkez tarafından yönetilen bir tür kamu dağıtım ağı işlevi görüyordu. Ama kayyumlardan sonra bu gerçekleşebilir durumda değil. Bunu aynısı CHP’li belediyelerden de talep edilebilmeli, HDP’den de. İkincisi de daha küçük kültür merkezlerinde sinema gösterim olanaklarının düzeltilmesiyle bağımsız bir art house gösterim ağı kurulabilir. Seyircinin kendi yerelinde yönetimlere baskı yaparak talep etmesinden geçiyor.