Hedef sansürü ve sansürle mücadeleyi görünür kılmak

Altyazı Sinema Derneği bünyesinde çıkan Fasikül, Özgür Sinema içerikleriyle sansürü ve sansüre karşı mücadeleyi görünür kılmaya çalışıyor.

Yayın hayatlarına Geniş Açı Dergisi ile başlayan ve daha sonra Türkiye’nin en uzun soluklu sinema dergilerinden olan Altyazı Sinema Dergisi, uzun zamandır bünyesinde yer aldığı Boğaziçi Üniversitesi’nden ve Mithat Alam Film Merkezi’nden ayrılarak dernekleşti. Bu süreçte hem dijital alanda hem matbu olarak yayına devam eden Altyazı ayrıca sansür ve sinemaya dair engellemelerin kaydını tutan bir Fasikül’le de geri döndü. Tüm bu süreci, yeniden yapılanmalarını ve elbette sinemadaki sansür tartışmalarını yayın kurulu üyeleri Senem Aytaç, Fırat Yücel ve Enis Köstepen ile konuştuk.

Altyazı Sinema Dergisi uzun zamandır Mithat Alam Film Merkezi bünyesindeydi, şimdiyse dernekleştiniz. Geçmişten geleceğe özetle nasıl süreçlerden geçtiniz?

Enis Köstepen: 2001'de bağımsız bir dergi olarak Geniş Açı Dergisi’ni çıkaran arkadaşlarımızla birlikte onların yayıncılık şirketi ile başladık Altyazı'yı yayınlamaya. 4. sayımızdan itibaren eğer Fida Film’in sponsorluğu olmasıydı dergiyi devam ettirmek mümkün olamayabilirdi. Fida Film sponsorluğu 2005'in başına kadar devam etti. Fakat bu sponsorluğun katkısına rağmen 2003 yılında başka modeller aramaya başladık ve 2003 Eylül sayımızı Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi’nin yayını olarak çıkardık. Bu da 2018’in sonuna kadar süren uzun bir süreçti. Boğaziçi’ndeki rektör değişimi ve okulun genel olarak bütçede daralmaya gitmesiyle Altyazı dahil olmak üzere bir çok alanda bütçe kısıtlaması yapıldı. Bu durum üniversitenin Altyazı ile olan ilişkisini de etkiledi.

Bu şekilde dernekleşmeye adım atmış oldunuz yani?

Enis Köstepen: Evet, şu da var ki aslında iki taraf da artık ortak bir bünyede yer almak istemiyordu. Biz bazı idari ve mali kararlarda daha özgür bir alanı tercih ediyorduk, yayıncılık dışında da etkinlikler yapabileceğimiz bir yapı istiyorduk. 2018'de Kasım–Aralık’ta tek bir sayı çıkarıp ara verdik. 2019 Mart’ta da Altyazı Sinema Derneği'ni kurarak yeni bir başlangıç yaptık. Mithat Alam Eğitim Vakfı’nın kıymetli desteğiyle Mayıs 2019'da verdiğimiz arayı bitirdik. Bizi destekleyen ve düzenli ilan veren kurumlar da devam etti dijital süreçte. Şimdi iki aylık bir periyotta ve dijitaldeki içeriğimizi artıracak bir ritimde devam ediyoruz.  Bir yandan aylık dergi yapıp, bir yandan dijitalin hızında içerik üretmek mümkün olmadığı için iki aylık olmayı tercih ettik.

Peki, bu dijitalleşme ne aşamada?

Senem Aytaç: Enis’in de söylediği gibi dergiyi iki ayda bire düşürüp matbunun devam edip etmeyeceğini görmek- zorlukları hep baki olduğu için- dijital tarafımızı güçlendirmek için bir adımdı. Artık her şey çok hızlı olduğu için, iki aylık yayın sürecinde gündeme yetişmek mümkün değil. Bir sürü haberin zamanı geçiyor, hatta bu sürede filmler bile unutulmuş olabiliyor. O yüzden dijitalde daha tempolu, güncel bir içerik üretmek istiyoruz. Dergide ise daha kapsamlı, eleştirel yazılara ağırlık vermek. Bunu ekonomik olarak kendini döndürebilecek bir model haline getirebilir miyiz, biraz süreç gösterecek.

Dijital alan deyince buna video içerikleri de dahil mi?

Senem Aytaç: Youtube ve podcast yükselen iki mecra. Öyle şeyler de konuşuyoruz. Ama bunun için yapımızın biraz daha oturması lazım.

Fırat Yücel: Aslında şimdi Fasikül’de Özgür Sinema gündemi adında videolar yapıyoruz. 2019’un ilk altı ayının bir özetini yaptık örneğin. Sansür, engellemeler, sinemayı ilgilendiren tüm haberlerle ilgili gelişmeleri beş dakikalık bir videoda topladık. Bunu iki ayda bir yapmaya devam edeceğiz. Takip edenler bu kısa videolarda bağımsız sinema gündeminde ne olup bittiğini öğrenebilecekler. Ayrıca yönetmenlerle yaptığımız söyleşileri de Fasikül’den paylaşacağız. Fasikülle ilgili olarak şunu da belirteyim; buna başladık çünkü ihtiyaç vardı. Ama ihtiyacın bu kadar da fazla olduğunu tahmin etmiyorduk.

İlk altı ayın haberlerini yaptık. Sonra “bundan sonra iki ayda bir yaparız çok fazla haber çıkmaz” dedik ama 2019’un ilk altı ayından daha fazla haber çıktı. Hatta yazın sektörün sözde durgun olduğu vakitlerde dahi o kadar fazla sansür ve engelleme olayı var ki! Sansürle ilgili doğrudan bizimle iletişime geçilen Serbest Kürsü diye bir köşemiz var. Herkesin kendi hikayesini anlatabildiği. İnternetten yayın yaptığımız için matbuya sığdırma derdimiz de yok. Kim Serbest Kürsüye yazarsa biz onu yayınlayacağız. Eklemeliyim ki ilk başta biz insanları bulurken, bir anda onlar bizi bulmaya başladı. Evet, çok büyük bir ihtiyaç varmış. Çünkü çok fazla bilinmeyen hikaye var…

Peki dernek fonu nasıl halledildi?

Enis Köstepen: AB’nin European Endownment for Democracy diye bir fonu var. Bu fon AB’nin komşu ülkelerindeki sivil inisiyatifleri destekleyen bir fon. Fasikülü o destekle çıkarıyoruz. Yeni kurumları ve daha küçük yapıları destekleyen bir fon. Bazı sabit giderlerimizi ve Fasikül’ü destekliyor. Ama Altyazı Sinema Dergisi kendi çarklarıyla dönüyor.

Dijitalleşme işini konuştuk ama Altyazı, uzun yıllardır matbu olarak da direnmiş, bir şekilde çıkmış bir dergi. Fakat şimdi ekonomik kriz ve doların da yükselmesiyle birlikte matbu anlamda yayıncılık da zorlaştı Türkiye’de. Derginin 2 aylık periyoda geçmesinde kağıt krizi nasıl bir etkendi?

Senem Aytaç: Matbu krizi bizim de ötemizde, bütün yayıncılar için büyük bir kriz. Sadece ekonomik de değil. Bizde de en başlarda kağıt masraflarının yükselmesi temel bir problemdi. Ondan korkarken, dağıtım konusunun kendisi daha büyük bir krize dönüştü. Doğan Grubu’nun satılmasıyla beraber dağıtım Demirören’e geçti ve Demirören de kapattı. Şu an aslında dergiyi basabiliyoruz ama neredeyse dağıtamıyoruz. Dağıtımda ciddi bir tekelleşme var. Turkuaz tek büyük dağıtım firması şu an. Aynı zamanda çok da maliyetli. Bu tekelleşmenin siyasi sebepleri olduğu da malum. O yüzden bağımsız matbu yayıncılık Türkiye’de oldukça zor.

Fırat Yücel: Zaten tekel vardı aslında onu da eklemek lazım. Şimdi ekonomik krizle birlikte daha da ağırlaştı.

Senem Aytaç: Her sayıda bir sonrakini çıkarıp çıkaramayacak mıyız endişesini sürdürüyoruz. O yüzden Enis’in dediği gibi, bir yandan dijitalle onu destekleme çabamız var. Öte yandan o da ekonomik olarak döndürmesi kolay bir şey değil. Diğer yandan Beyoğlu’ndaki yeni mekanımızda sinema seminerleri ve farklı etkinlikler yaparak çoklu bir yapıda devam edeceğiz. Sadece dergicilik yaparak ayakta kalmamız mümkün olmadığı için, seminerler, film gösterimleri, farklı kurumlarla iş birlikleri ve projelerle sinema alanında faaliyet göstermeye devam edeceğiz. 

Fasikülde Özgür Sinema, Serbest Kürsü ile sansür ve baskıya uğrayanlara bir alan açıyorsunuz. Peki, bugün özgür sinemayı nasıl tartışıyorsunuz? Dergide yazmak mı? Yoksa Fasikül’de de yaptığınız gibi bunlara bir alan açmak mı?

Fırat Yücel: Türkiye’de sinema alanında büyük bir sansür, engelleme ve bugün hapis cezalarına kadar varan bir devlet baskısı; artı diğer kurumların da o devlet baskısı ile kendi baskı yöntemlerini oluşturması söz konusu. Biz bunu uzun zamandır sinema içinden insanlar olarak biliyoruz, takip ediyoruz. Özellikle medyanın tek sesli bir hale gelmesi ile birlikte bu durum geniş kitleler tarafından algılanamaz hale geldi. O yüzden şu an sırf buna vurgu yapmak bile bir mücadele. Daha önceden mücadele olarak tanımlamayacağımız şeyler, sırf haber yapmak gibi, bugün bir mücadele unsuruna dönüştü.

Öncelikli hedefimiz sansüre ve sansürle mücadeleye görünürlük kazandırmak. Onun dışında gösterilemeyen filmleri gösterebilmek, yeni bir alan açmak, bu filmlerin seyirci ile buluşmasını sağlamak gibi bir hedefimiz de var. Kendi olanaklarımız dahilinde tabii ki. Altyazı ofisini bu konularda kafa yoran insanların toplandığı bir mekan olarak da düşünüyoruz. Bir mekan ve buluşma, bir araya gelme eksikliği de var. Bunu son dönemdeki e-mail grubu tartışmalarında da gördük. İnsanlar buluşmadığı için çok daha antagonizmaya açık bir durum oluşuyor. Yüz yüze gelmeyince iletişimsizlik doğuyor, antagonizmalar artıyor. Dolayısıyla buluşalım, konuşalım ve tartışalım. Bazen bu seyirciye de açık olabilir, bazen sektörün farklı bileşenleri ya da bağımsız oluşumlarla da olabilir. Gelip burada toplanabilirler. Buna başladık da zaten belirli toplantılarla. Böyle bir işlevi de olsun istiyoruz. Bir iletişim alanı açsın. Temelde ilk aşamada yapmak istediklerimiz bunlar.

Türkiye’deki sansür mekanizmalarını çok tartışıyoruz. Sinemada sansür hep vardı ama en yakın süreç Antalya ile başladı, Bakur’la devam ederek ilerledi. Festivaller bunun başını çekti. Şimdi festivallerin olduğu illerde yerel yönetimler el değiştirdi. Fakat Antalya Film Festivali ile tartışılan ‘sansürle yüzleşme’ meselesi var. Siz ne düşünüyorsunuz?

Senem Aytaç: Teorik düzlemde belediye festivali denen formatın kendisi problemli. Problemli olmayan versiyonları belki olabilir ama bugüne kadar gördüğümüz haliyle festivaller, belediye başkanı hangi partidense, o partinin çizgisinde, onların biçimlendirdiği şekilde var olan ve belediyeyi kazanan parti değiştiği anda kesintiye uğrayan yapılar. Antalya’nın bile 56.'sı yapılıyor mesela bu sene, ama kurumsal bir devamlılık yok. Festivaller elbette özerk olmalı, belediye tarafından desteklense bile festivalin özerkliğine belediyeler saygı göstermeli ama bunun böyle yürümediğini biliyoruz. Antalya Film Festivali’nin bir arşivi dahi yok. Çünkü her değişen yönetimde her şey sıfırlanıyor. Bir seçimlik algılanıyor her şey. O yüzden temelde tabii ki bu yapılarda problem var.

Ama daha konjonktürel düşündüğümüzde, 2014’te bir kriz yaşandı ve çorap söküğü gibi devam etti o süreç. O yüzden burayı tekrar kazanılmış bir alana çevirebilir miyiz, diye düşünmemiz lazım. SİYAD’ın açıklaması da bu açıdan önemli. Geriye dönük olarak yüzleşebilecek miyiz olanlarla? Kaybedilmiş şeylerden en azından bazılarını geri kazanabilir miyiz? adına önemli bir talep o ve aslında tartışma hâlâ sürüyor. Nihai bir sonuca da ulaşmış değil. O yıl boykot ile çekilmiş belgesellerin bu sene gösterilebilmesi, bir sansür panelinin yapılması gibi şeylerle, en azından tekrar sektör içinde konuşabileceğimiz; beraberiz diye hissedebileceğimiz bir alana dönüşme ihtimali hâlâ var mı, onu da göreceğiz çok yakın bir tarihte.

Fırat Yücel: Bir yandan festivallerin belediyeye bağlı olmasından öte bir bakanlık unsuru da var. Bakanlığın desteklediği festivaller, bakanlığın bağlı olduğu siyasi iktidarın hoşuna gitmeyecek şeyler yapmıyor. Bu sadece film göstermekten öte de bir şey. Genel olarak festival ve organizasyonun yapısıyla da ilgili. Ama bir yandan bakanlık desteği almayan festivaller de var. Mesela Documetarist diye bir festival var. Ne bakanlık destek veriyor ne belediye. Ama kaç yıldır devam ediyor, kendi arşivini de tutuyor. Çok daha düşük olanaklarla yapıyor bunu. Ya da kayyum atandığında FilmAmed devam etmeye çalışıyor, hatta yapıyor da bunu. Dolayısıyla bu festivalleri ayırmak lazım. Bunlar yapı olarak çok daha özgür festivaller. Belediye desteği çekti, ben bittim, yok oldum diye bir şey yok. İnsanların gönül vererek düzenlediği festivaller bunlar. Konumuza dönecek olursak, Antalya bu yıl, 2014’teki sansür nedeniyle gösterilemeyen filmleri bu yıl göstermeyecekse, herhalde bu biraz da bakanlık desteği sebebiyle olacak diye düşünüyorum ben.

Siyasal iktidarın sansür anlamında geri çekilmediği daha da sertleştiği bir dönemden geçiyoruz. Her alanda bu yaşanıyor. Bugün sansüre karşı mücadele açısından nasıl bir temel dinamik var sizce?

Senem Aytaç: Eskiden bir sansür kurulu vardı. Senaryo veya film gidiyor, doğrudan adı konmuş bir mekanizmadan geçiyor. Bugünkü durumun daha komplike olmasının sebebi sansürün hangi mekanizma ile karşımıza çıkacağını bilmiyor olmamız. O yüzden de biz uzunca bir süre eser işletme belgesinin festivallerden talep edilmemesinin mücadelesini verdik. Çünkü aslında sansürle alakası olmayan bir belge, bir sansür aracı olarak kullanıldı. Ama bugün biri çıkıp “yeni yasayla beraber artık 18+ olduğunda bir filme eser işletme belgesi sorulmuyor, o yüzden de eser işletme belgesiyle festivaller için sansür bitmiştir” diyebiliyor.

Fakat, bir filmin yönetmenleri, örgüt propagandası yapmaktan ağır ceza mahkemesinde yargılanabiliyor bugün. O yüzden doğrudan sansürden cezaya geçiş süreci diye bir durumdan bahsediyoruz artık. Hangi noktada, neyin bir sansür aracı olarak kullanılıp kullanılmayacağının da bir garantisi yok. İçişleri Bakanlığı’ndan ya da Valilikten bir yasaklama kararı gelebiliyor aniden. Bir festivalin düzenlenmemesi için de gelebiliyor, bir filmin gösteriminin engellenmesi için de geliyor. Bir toplantının yapılıp yapılamaması için de…

Enis Köstepen: En son Kazım’ın (Öz) filmi Zêr, eser işletme belgesi olmasına rağmen Dersim’deki festival gösterimi güvenlik sebebiyle iptal edildi. Mesele sansür değil, filmin bir suç unsuru olarak müdahale edilebilir hale gelmesi.

Senem Aytaç: Devletin kolluk güçlerinin dahi buna yetkisinin olması, yani aslında olmayan bir yetkiyi kullanabilmeleri gibi bir gerçek var.

Fırat Yücel: Suruç belgeseli Gitmek, izlenmemiş, herhangi bir gösterimi yapılmamış olmasına karşın, örgüt propagandası olabileceği yönündeki ihtimal gerekçesiyle, yani sadece bir tahmin üzerinden engellendi. Azınlık Raporu filmindeki gibi önceden tahminle… Ama o film Şişli’de gösterilemiyor, sonra Kadıköy’de, ertesi gün de Diyarbakır’da gösteriliyor.

Yani bunun kırılacak yerleri var, kırılmayacak yerleri var.

Senem Aytaç: Bir de sansürün asıl boyutu çok daha büyük. Bugün sansür konuşuyorsak, aslında insanların yazıp da bakanlığa göndermekten korktuğu senaryoları, aklına gelip de kağıda dökmeye bile cesaret edemediği film konuları, yazamadığı tweet’ten tut da ya da çekip Türkiye’de hiçbir şekilde göstermediği ve sadece yurt dışında dolaştırdığı filmlerine kadar her şeyi kapsayarak konuşmalıyız… Artık bu mekanizma çok içselleşmiş durumda çünkü…

Sansür daha çok oto sansürle yaşıyor…

Senem Aytaç: Evet… Sansür ve baskı sonucu oluşan oto sansür şu an kendi kendine işliyor. Çok ciddi şekilde işliyor. O yüzden de bunu kırmanın yolları da daha zor bir taraftan.

Fırat Yücel: 2014-2015 yıllarında Siyah Bant çatısı altında yaptığımız toplantılarda gördüğümüz şöyle bir şey vardı. Bakanlık yapım desteklerinin kendi içlerinde de sansür var. Yani doğrudan telefonla bakanlıktan arıyorlar, “Şu sahneyi çıkar” diyorlar. Dolayısıyla evet bazen iktidarın hoşuna gitmeyecek tek tük filmlere veriliyor destek; ama bu projeler de yapımları sırasında el altından sansüre maruz kalıyor.

Senem Aytaç: Ya da televizyonda gösterilen filmlerin de takibi yapılamıyor, doğrudan kanal kendisi filmi kesip gösteriyor kimseye sormadan. Büyük ihtimalle, yönetmenlerin dahi haberi olmadan filmler sansürlenmiş olarak yayınlanıyor. O gün, o saatte, o filmi izlemediyseniz sansürlenip sansürlenmediğinden haberiniz dahi olmuyor. Altyazı Fasikül’ü yaparken en azından öğrenebildiğimiz, takip edebildiğimiz kadarıyla olan bitenin kaydını tutmaya çalışıyoruz bu yüzden. Çünkü gerçekten bilinmeyen çok fazla örnek var ve giderek duymak, bilmek zorlaşıyor.

Fırat Yücel: Fasikül için 2014-2015’te olanları sıralamaya çalıştığımızda birçok şeyi unuttuğumuzu fark ettik. Bütün o festivallerdeki olayları yaşamış olsak da akış kronolojisine hakim değildik, hafızamız zayıflamıştı. Fasikül belki bu anlamda bizim de hafızamızı tazeledi, çünkü bunu bütünlüklü olarak takip edebileceğimiz bir kaynak yok.

Bu kaydı tutarken nasıl bir tablo var Türkiye’de sinema açısından. Çok iyiydi de şimdi mi kötü oldu ya da hep böyle miydi?

Fırat Yücel: Kürtçenin sinemada kullanılmaya başlaması 2000 sonrası sürece denk geliyor. Bu önemli bir kırılma anı bence. Ama AKP öncesinde sansür yoktu gibi bir şey demek yanlış olur. Misal Büyük Adam, Küçük Aşk’ın İstanbul Film Festivali’nde yasaklandığı bir noktadan buralara gelindi. Şu anki süreç çok daha farklı kodlarla değerlendirilmeli. Öncesi ve şimdi arasında, üretim biçimleri açısından ciddi farklar var. Önceden de belgesel üretiliyordu ama dijital kameralarla birlikte belgesel ve videoların sayısı ciddi oranda arttı. Belki en fazla Tekel işçi direnişi ve Gezi sırasında gördüğümüz üzere, kameralar artık hep orada, vatandaşlar da çekiyor, çok fazla görüntü ve belge var.

Bu alanda tabandan bir demokratikleşme yaşandı. Devletin buna karşı baskısını artırması söz konusu. Önceden herkesin elinde cep telefonu yoktu. Dijital imkanlar, görüntünün demokrasisi, görüntü çekme erkinin kimde olduğu gibi mevzularda, 2000 sonrası ile öncesi arasında dağlar kadar fark var. Dolayısıyla devletin refleksleri de farklılaşıyor. Şu an devlet baskısı daha çok belgeseller üzerinde çünkü bundan korkuluyor. Şimdi nasıl kayyum atanan belediyelerin önündeki görüntülerin aktarılması tehdit olarak görülüyorsa, bu belgeseller de tehdit olarak görülüyor. Sansüre bugün buradan bakmak gerekiyor.