Edebiyatın gözünden 19 Temmuz Devrimi

Dağ edebiyatçılığı alanında tanınan ve kitap- senaryo, araştırmaları için birçok kez Rojava’da bulunan Medya Doz ile Rojava Devrimini konuştuk

Rojava; herkesin lügatına, yüreğine, beynine, karesine, kalemine 19 Temmuz’la beraber girdi. Herkeste farklı bir anlam, tat, tanım, kelime ve his bırakarak büyüdü, büyüttü. Şimdiye kadar devrimin sosyal, siyasal, askeri her yönünü bir şekilde duyduk ve dinledik. Bu kez de dağ edebiyatçılığı alanında tanınan ve kitap- senaryo, araştırmaları için birçok kez Rojava’da bulunan Medya Doz ile devrimi konuştuk.

Medya Doz, 19 Temmuz Rojava Devrimi'ni ve daha sonra gelişen toplumsal mücadeleyi ANF’ye değerlendirdi.

Çalışmalarınız için Rojava’da bulundunuz. Birçok durumun tanığı ve dinleyeni oldunuz. Bir edebiyatçı olarak, Rojava Devrimi denildiğinde aklınıza gelen ilk resim karesi hangisi?

Başta devrimi yapan Şehitleri saygıyla anıyorum.

Devrimin beşinci yılı vesilesiyle sadece Kürdistan’ı değil, aslında bütün halkların başarısı olan 19 Temmuz’u kutluyor ve onurla karşılıyorum. Bir insan ve bir kadın olarak. Rojava Devrimi her şeyden önce bir kadın devrimi ve bir insanlık devrimi. O açıdan, kadın olarak Rojava Devrimi’nin karesine bakınca kadın olmanın gururunu yaşıyorum. Çünkü, en fazla kadınlar insanlık tarihine kara bir leke olarak geçen bu sistemden intikamlarını alırcasına devrime katıldılar. Bu çerçevede kazanılan başarıları da bir insan olarak gururla karşılıyorum.

Benim için bir devrime tanık olmak elbette çok büyük bir şanstı. Biz ezilmiş bir ulus olarak, ezilen ulusun çocukları olarak büyüdük. Hep hayalimizdi aslında bağımsızlaşmak, özgürleşmek, fikirlerimizi özgürce dile getirmek. Devrim deyince aklımıza o gelirdi. İşte bir yerleri yıkıp yerine başka bir şey inşa etmenin yanı sıra bizim için kendini özgürce ifade etmenin ismiydi devrim.

Bu gerçekliği ben Rojava'da gördüm, dediğim gibi biz ezilmiş bir ulusun çocuklarıydık. Biz normal bir kontrol noktasından geçerken babamızı bizim yanımızda azarlıyorlardı, bu durum psikolojimizde çok büyük bir etki yaratıyordu.

Senin gözünde baban kahramandır, senin kahramanın ama bir polisin densiz bir azarlaması ya da bir bağırması ile senin baban için kafanda çizdiğin portre yerle bir oluyordu. Tuzla buz oluyordu.

Rojava'da ilk dikkatimi çeken şey buydu aslında. İlk giriş noktasında Arap, Kürt, Asuri savaşçılar fark etmeksizin her ulustan savaşçılar vardı. Kontrol noktasında güler yüzle karşılıyorlardı. Kimse kimseyi azarlamadı ya da küçük düşürücü bir şey söylemedi. Ve kimsenin kahramanı orada ölmedi. O açıdan benim için ilk dikkat çekici şeylerden bir tanesi oydu ve ben onun huzurunu yaşadım.

Kendi kendime dedim ki, belki çok acılar çekildi ama bizden sonraki kuşakları düşününce böyle biraz rahatladım.

O ilk kontrol noktasından geçerken, hatta gözlerim yaşardı. Belki benim dışımda herkes için farklı bir şey yoktu, işlerini yapıyorlardı ama benim için öyle değildi. Hani derler ya, insan hayatının bir kesiti gelip yüreğine çarpar, benim için öyle bir andı.

Bazı tabuların yıkıldığını görüyorsun. Mesela Kürdistan’da herhangi bir kadının devrim iddiasını yaşamsallaştırması zordu. Ama babasıyla aynı mevzide mücadele eden, savaşan genç kadınlar vardı. Ya da anne- baba- çocuk ellerinde silah aynı mevzide, mücadele veriyorlardı.

Bu benim için de elbette acı bir durumdu, herhangi bir savaş durumunda birinden birine bir şey olabilirdi. Onlar ki birbirlerinin en sevdicekleri olarak buna tanık olabilirlerdi. Ama bu devrimle öyle bir ulusal gerçeklik doğdu ki, böyle yüzlerce aile omuz omuza savaştı.

Kobanê’de Pervin ve babasının omuz omuza savaştığını gördüm. Daha sonra Pervin’in şehadetine tanık oldum. Babası, kızının cenazesine savaştığı cepheden kısa bir süre ayrılarak katılmıştı. Baba, tekrar cephesine döndüğünde Pervin’in bayrağını da devralarak, Kobanê kurtuluncaya kadar mücadelesine devam etti. Savaştı. Hani bu gibi olaylar yazıtlarda yazılı olan kutsal şeyler kıvamındadır benim için ve bir dönüm noktasıdır.

Anneler her gün morg kapılarında duruyorlardı. Şehit cenazelerini yıkamak ve kaldırmak için. O anneler gün geldi, kendi çocuklarının da cenazelerini yıkadılar.

Böyle tablolar vardı. Benim için kaldırılması zor ama bir devrim yapabilmek için nelere göğüs gelmen gerektiğini, ne tür fedakarlıkta bulunman gerektiğini gördüm.

Morg kapısında bekleyen annelerin, gelen her savaşçı için kalbi parçalanıyordu. Öyle bir durum ki, kendi çocukları da mevzideydiler, belki bir gün kendi çocuklarının da buraya gelebileceklerinin tedirginliğini yaşıyordu anneler.

Belki de her gün o korkuyla yaşıyorlardı. Bir gün kendi çocuğunu da yıkamak zorunda kalabilir sarıp sarmalayıp, tabutunu süsleyip zılgıtlarla uğurlamak zorunda kalabilirlerdi. İşte böyle anneler gördüm.

'KADIN YAŞAMI ÖRMEYE BAŞLADI'

Devrimi sadece savaş alanlarına sıkıştıranlar var. Siz bu cepheden nasıl değerlendirdiniz? Ne tür değişimler vardı? İnsanlar nasıl bir değişimle kalktılar yeni günlere?

Şöyle ki, benim ilk gittiğimde dikkatimi çeken detaylar vardı; ekmek, su ve elektriğin temini gibi. Sordum arkadaşlara. Ne kadarı rejimin, ne kadarı devrim güçlerinin elindedir, diye. Zamanla devletin elindeki noktalar tek tek komünlerin eline geçtikçe, devrimin daha fazla yaşamsallaştığını hissediyordum. Aynı zamanda güvenlik komünleri, meclisleri kuruldu. Sonra ekonomi, sağılık ve eğitim bakanlıkları oluşturuldu. Ve zamanla bir sisteme kavuştu. Artık, Asurice, Arapça ve Kürtçe eğitimler veriliyor. Yaşamla hep güçlü bağları olan kadınlar, devrimin her alanında yerlerini almaya başladı.

Kadınlar, Efrîn’den tutalım Kobanê’ye kadar kendi kooperatiflerini kurdular. Yaşam kadının eliyle yavaş yavaş örülüyordu. Elbette zorlukları vardı. Toplum alışık değildi, kadınların farklı alanlarda olmasına. Bugün kadınlar savaş koordineliği yapıyor, savaşıyor. Hâlâ süren Raqa Hamlesi’nin komutanı bir kadın arkadaştır. Araba kullanıyor, başta YPJ güçleri kendi araçlarını kendileri kullandı.

Ama sadece savaş alanında değil tabii ki. Bu biraz da çarpıtılıyor. Kadın sadece sanki elinde silah savaş alanında ve burada sadece en önde. Evet, doğru savaş alanında böyledir. Ama kadın devrimin her alanına güçlü katılıyor ve yaşamın her alanında rolünü oynuyor.

Oysa kadının bu gücü gölgelenmek ve mesela kıyafetiyle vs. gündemleştirilmek isteniyordu...

Bu tam anlamıyla kapitalistçe bir yaklaşımdı. Ben bu durumu kınıyor ve yadsıyorum. Çünkü tam tersi bir olay var aslında. İnsanlar yaşamını üretmeden, eğitimini almadan, sağlığını kazanmadan nasıl gider savaşır? Yani tekrardan söyleyeyim ki, eğitim, sağlık, ekonomi alanında devrim kadın öncülüğünde ve rengi ile gelişti.

Belki de kadın potansiyelinin yüzde yirmisi savaş sahasında kendini gösteriyor, fakat diğerleri esas yaşamsal motivasyonlarını yaratıcılık ve üretkenlik üzerinden sağlıyor. Rojava’da bu çok fazla yansıtılmaz çünkü kimsenin işine gelmez. Yani bir halk kendi kaderini yeniden örüyor, bir halk özgürleşmeye doğru adım atıyor. Bir halk kendi üretimini yapıyor. Bir halk kendi elektriğini, suyunu, ekmeğini, güvenliğini, sağlığını, eğitimini ve benzeri her şeyi örgütlüyor. Ve sistemi değiştiriyor fakat onlar için bunu söylemek bir tehlike çünkü diğer kölece yaşamak zorunda kalan halklar için teşvik ya da kışkırtıcı bir rol oynayacağından korkulur.

Ama şöyle bir geçek var; artık ok yaydan çıktı. Yani böyle bir gerçeklik de yaşandı ve bu sadece Rojava’yla sınırlı kalmadı. Örneğin Arap kadınları gelip YPJ’den rica ettiler, gelin bize eğitim verin diye. Êzidî kadınlar da aynı taleple geldiler, kendi güvenliğimizi koruma, kendi ihtiyaçlarımızı gidermemiz için bize eğitim vermeniz lazım, dediler. Asuri kadınların da böyle talepleri oluyordu.

Çünkü direndiğin oranda özgürleşiyor, kurtuluyordun. Herkes DAİŞ’in panzehrinin direnmek olduğunu anladı. Ve Kürtlerden ilham alarak ordulaşıyorlar şimdi de. Bu zorunlu bir durum, yoksa gönül isterdi ki, Rojava şairler bahçesi olsun, edebiyatçılar kenti olsun. Ama bu çağda Ortadoğu’da sen kendini savunmadan bırak yaşamayı, bir şarkı bile söyleyemezsin. Önce güvenlik politikanı sağlam tutup, sonra bütün her şeyi üretmek zorundasın, ki bunu Rojava başardı bence.

ETKİLEYEN ANILAR

Bildiğimiz kadarıyla, Şengal’den Derik’e, oradan Reqa’ya kadar devrimin soluğunun estiği her yerde bulundunuz. Gördüğünüz, duyduğunuz ve dinlediğiniz yaşanmışlıklar içerisinde sizi en çok etkileyen neydi?

Evet. Ben Kobanê’den Şengal’e kadar katliamla yüz yüze kalmış yerlerde de bulundum. Abdul Aziz’den Taqba’ya kadar birçok hamleyi de takip ettim. Taqba’da yaşlı bir adam gelip kendini bizim arabanın önüne attı. Başta canlı bomba sandım. Ama daha sonra gözündeki yaşları gördüm. Hemen ne olduğunu sorduk. Kendisinin DAİŞ’in elinden kurtulduğunu ama çocukları ve eşinin DAİŞ’in elinde  kaldığı, onları kurtarmak için QSD ile birlikte savaşmak istediğini söyledi.

Israrla silah istiyordu. O an dedim ki, gerçekten acının ırkı, dini, dili yok. Acı acıdır. Geçekten baktığımızda bir Arap, Türk ya da Farsa içimiz kolay kolay açılmıyor. Çünkü çok çekmişiz. Sonsuz düzeyde idi bu acılar. Ama DAİŞ zulmü halkları birleştirdi. Çünkü, vicdanları birleştirdi. Rojava ve Suriye topraklarına baktığımda bunu gürdüm. Acısı çoktu ama bir o kadar da bütünleştirici şeyleri de vardı. Şunu gürdüm; DAİŞ aslında yürüyen bir kapitalizmdir. Her yere gider, hareketli ve dinamiktir. Ve senin de onun karşısında durmak için hareketli ve dinamik olmak dışında şansın yok.

Halklar DAİŞ’in yenildiğini görünce toparlandılar ve daha çok yenilmesi için toplandılar. Toplanacakları yeri mecrayı da görünce seçenek çıktı. O zamana kadar donup kalan, kıpırdayamaz halde olan halklar artık hareket edecekleri mecrayı, akacakları ırmağı da tercihen belirlemek zorunda kaldılar.

Bir kadın görmüştüm, Araptı, arkadaşı da Araptı.

Sırf gelinliği omzundan biraz kaydığı için düğününde DAİŞ tarafından katlediliyor. Cenaze töreninde Reqa’da katledilen kadının arkadaşını gördüm. Aslında gördüğüm o değildi, yürüyen bir acıydı. Kalabalığın içinde dikkatimi o çekti. Çocukluk arkadaşıymış katledilen gelin, damat da çocukluk arkadaşıymış.

Bir şeyler yapamadığı için kendisini affedemiyordu. Arkadaşlığını sorguluyordu, damat da sessiz kalmıştı, bir şey yapamamıştı. Onun sessizliği şahsında aşkı sorguluyordu. Genç kadın anlattı, ben dinledim. En sonunda, ne yapacaksın, diye sorduğumda ise yakıcı bir cevapla karşılaştım: 'Ne yapacağımı bilmiyorum fakat artık Allah'ı aramayacağım.'

Düşünün, o kadar Allah korkusuyla büyüyen bir insanın artık Allah’ı sorgular bir duruma gelmesi ancak anının zirveye çıktığı bir durum olabilir.

Bu genç kadın bir daha aşık olabilir mi, olamaz çünkü tanık olduğu olayda, arkadaşının sevdiği adam mücadele edemedi arkadaşı için. Orada aşk da öldü.

O an kadınların acısının ne kadar geçirgen olduğunu gördüm. Arkadaşının acısı o kadına, o kadından da bana geçti, ben yazarak başkasına geçirdim. Böylelikle acının ne kadar geçirgen olduğunun, DAİŞ gerçekliğinin Rojava ve Suriye'de nasıl geçirgen acılar yarattığını gördüm. Acı sadece insanı dağıtmıyor; toplumsallaştırıyor aynı zamanda. Yıkıldı, öldü, bitti türünden bir felsefe yaratmıyor mesela.

Başka bir zaman, bir baba gördüm Kobanê’de. Oğlu yaralı, onu kurtarabilir ama 40 tane savaşçıyı kurtarmayı tercih ediyor ve oğlunun şehadetine tanıklık ediyor. O an o tercihi gördüm ve o tercihin ne kadar acımasız bir şey olduğunu hissettim. Babanın bunu tercih etmek zorunda kalışına tanıklık ettim.

Anneler, babalar mevzide değildi belki ama çocukları onların hayat öyküsüne dönüşüyordu. Kendileri yerinde duramaz durumdaydılar. Ya şehit aile kurumunda ya da ekonomi kurumunda, sağlıktaydılar. Devrimden kaçacak, devrimden muaf kalacak insan sayısı bir elin parmakları kadardır.

Bir taziyeye gittin, bir olayı dinledin. O öykü hafızana kazınır, öyle ayrılırsın oradan. Yani bir şekilde temas ediyor devrim sana. Buna benzer sayısız örnek var.

'SAVAŞÇILAR BİZDEN DAHA SANATÇI VE EDEBİYATÇI!'

Rojava aynı zamanda sanatçılara, sinemacılara, edebiyatçılara, gazetecilere de kucak açtı. Sizin açınızdan nasıl bir değişim oldu? Devrim yeni kelimeler, yeni bakış açıları kattı mı?

Kelimeler, aslında insanın kendisi ürettiği için değişebilir de ama önemli olan anlam dünyasıdır. Anlam dünyasında derinlik oluştuğuna tanık olabiliyorum kendi kendime. Örneğin, daha önceleri bana yüzeysel geliyordu, derin gelen bir şey yoktu. Ya da yaşanmışlıklar içinde tercihlerle yüz yüze kaldığımda son yaşanmışlıklar bana daha gerçekçi geliyor.

Artık istediğim gibi kurgu yapamıyorum. Niye? Çünkü, eskiden gerilla yaşamından yada dağlardan tanık olduğumuz şeylerden çok acımasız şeylerle yüz yüze geldik, ama hayalci olmak yada idealist olmak bize nefes aldırabiliyordu.

Ama Rojava da o kadar gerçek gördüm ki. Artık 'acaba aşırı gerçek insanı ütopyasız mı bırakıyor' diye düşünüyorum. Yine de yaşam aralıklarına saklanan şeyler sende bu sonucu aşıyor. Ben de yine kaybettiğim bu şeyi orada yine bulduğuma inanıyorum. Gerçekçi olmak zorundasın belki ama bu sende ütopik olmayı da sağlıyor. Yoksa nasıl savaşta bu kadar güler yüzlü olunur? Nasıl bunca kahkaha Rojava’yı doldurur?

Eskiden bu tercihlerden birini yapmak durumundaydım. Hayallere ihtiyacım olduğu zaman gerçekçi düşünmekten vazgeçebiliyordum. Gerçekçi ya da ütopik olmaya ihtiyacım olduğunda birine ara veriyordum ama şimdi anladım ki, ikisi bir arada olabiliyormuş. Bu bir olgunluk da yarattı bende. Ama şöyle bir gerçeklikte var ki, toplumsal altüst oluşlar var ya, onlar genelde sanata ve edebiyata soluk aldırır.

Mesela bir Rus devrimindeki gibi. Bizde bunu ve benzerlerini aşan olay, olgu ve veri var; ama biz hakkınca onun sanatını, edebiyatını, sinemasını oluşturamadık. Bu devrimde her bir savaşçının tuttuğu günlüklere bakın, bizden daha çok sanatçı ve edebiyatçılar.

Bazıları da gelip bir ayda kitap yazıyor, bu da bana yüzeysellik gibi geliyor. Yani her açıdan hakkı verilmedi, denebilir. Bu kestirmeden faydacılık yapanlara eleştiri olduğu kadar tam içinde iken ona denk üretemeyen bizim de öz eleştirimizdir. Gördüğümüz kadar yazsak, yaşadığımız kadar yazsak bile güçlü bir sonuç çıkardı. Fakat onu yapamadık.

Oysa Rojava'da sayısız sinema ürünü, sayısız roman ortaya çıktı. Ben Şengal topraklarında yürürken, yürüyen romanlar görüyordum. Kobanê’den geçerken öyküler havada uçuyor ama o an senin bildiğin her şey yetmiyor. Ama olana, oluşana denk güce ulaşmak için gerekirse güçleneceksin. Ama bu pek gerçekleşmedi. Korkarım, biz buna denk bir ürünü ancak on yıl sonra verebilecek güce geliriz.

Bir de orada farklı halklardan, ulustan gelip araştıran, ama her gördüğü karşısında şoke olan insanlar da gördüm. Ama bizde, hep içinde olanlarda bazı şeylerin olağanüstünlüğü aşıldı. Her gün gözlerimi sıradanlaşmasın diye eğittim. Bir çocuk vardı, dokuz yaşlarında bir erkek çocuğu, saçları uzun. Kendi kendine demiş; 'Önderliği görene kadar saçlarımı kesmeyeceğim.' Ne ilginç bir hikaye geldi dışarıdan gelenlere. Bu ve benzeri toplanan hikayeler de konu oldu eserlere. Ama hiçbir şeyi eskitmeden, sıradanlaştırmadan kayıtlara geçmek olağanüstü bir zeka gerektiriyordu. Bunun için biz de çalıştık. Komünleri kuran annelerin en küçük sorundan doğan şeyler karşısında zorlanmaları ve günbegün, anbean bunu aşmak için çabalamaları da bir cepheden devrimin hikayesiydi. Bir savaşçının son dakikasını kahkahalarla karşılamasının da, hepsinin kayıtları tutulmalıydı. Tutulanlar da ürüne dönüşmeliydi. Devrimin sanatı, edebiyatı hepsini kapsar ve hepsini yansıtırsa ancak hakkını verebilecek, küçük büyük demeden. Bunu başarmaya çalışmaktır bizim de görevimiz. Ve her şeyden çok diyebilirim ki, biz gözlerimize sıradanlığın kurulmasını engelledik. Pespembe değil; tüm zorluk, eksiklik ve gelişmeleri ile yansıtılmalı.

'BU TOHUM ÇÜRÜMEZ!'

Rojava Devrimi hem Kürtler hem de Ortadoğu halkları için nasıl bir gelecek vadediyor?

Hani derler ya, her zaman ilerlemeci bir çizgi yoktur. Başardığın gibi kaybedebilirsin ama ben bunu hiçbir zaman Rojava’ya yakıştıramadım. Hiçbir zaman kaybetmeyecekmiş gibi bir hafıza oluşmuş bende. Oradaki direngenliğin sonucu bu. Ama tabii bu çok rahatım anlamına gelmiyor. İyi direnirsen kaybetmezsin, onu biliyorum. Zaten yakıştırmamamın nedeni, orada iyi direniliyor. Büyük direnildi, büyük kazanıldı. Kolay kaybedilmez. Benim için hep bir umut vadediyor. Ben bu umudun tüm Ortadoğu için yeşerdiğine ve Rojava’nın insanlığın modeli olabileceğine inanıyorum. Ben bunu gördüm. Mesela bir Asuri kadın bize hayran hayran bakıyor, bir Arap kadını kendini bu devrimde buluyorsa, bundan bu sonuç çıkar. Bu tohum atıldı bu topraklarda, kolay kolay çürümez.

Çünkü kadının ikna olduğu ve dostluklar kurduğu bağlar toprakları hiçbir erkek eli eşeleyip çıkaracak akla sahip değildir. Ana tanrıçanın attığı tohum tuttu. Kolay kolay kurnaz erkeğin eşeleyip bulup çıkaracağı bir zeminde değiliz.

Çünkü, Ortadoğu özgürlüğe susamış bir toprak ve bu cesareti de Rojava’da görebildi. Herkes bunu biraz örnek alıp cesaretlendirirse kendisini, herkes şimdi durduğu yerden iki adım daha çok öne atılma cesareti gösterirse, halkların başaramayacağı hiçbir şey yok.