Rejime ve patriarkaya meydan okuyan kadın gazeteciler…

Kürt kadın gazeteciler, hem erkek egemenlikle zihniyet ve devlet baskısı altındaki çalışma koşullarını, hem de mücadeleleri ve Türkiye’de medyanın içinde bulunduğu durumu anlattı.

“Eğer şanslıysak adli kontrol yöntemiyle yani bir kente hapsedilerek serbest bırakılıyoruz. Değilsek zaten tutuklanarak aylara, yıllara varan cezaevi süreci ile karşı karşıya kalıyoruz.”

Kürt kadın gazeteci Ayşe Güney, Türkiye’de basının içinde bulunduğu mevcut durumu bu sözlerle ifade ediyor. Kuşkusuz, gazeteciler her zaman bu “kötü şansa” da sahip değiller. Sistematik olarak gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, taciz ediliyor, işten atılıyor ya da tehdit ediliyor. Buna, kadın gazeteciler açısından, iş ortamındaki erkek baskısı, topluma ve devlete hakim olan erkek egemen zihniyeti de eklemek gerekiyor.

Mağdurların yaşadığı bu eziyeti anlatmak için kelime bulmak genellikle zorlu bir iş. “Baskı” ve “zulüm” kavramları, gerçek anlamlarını ancak onların yaşamında buluyor. Böylece bu kelimeler, “korkunç”, “insanlık dışı”, “katlanılmaz” gibi anlamlar kazanıyor. Her kelime büyük bir trajedi ya da direnişi anlatıyor. Rakamlar her şeyi ifade etmiyor, anlatmaya yetmiyor. Rakamlarla oluşturulan bilançolar ya da raporlar yetersiz kalıyor, gerçek bir tepkiye yol açmıyor. Ve çoğu zaman “zulmün” ne demek olduğunu hissettirmeyi neredeyse imkansız kılıyor.

Bir de gönüllü olarak “emir eri” olan, hükümeti eleştiren ya da olayların gerçek boyutlarını aktaran meslektaşlarını ihbar etmekten çekinmeyen “gazeteciler” var. Onlar, artık masum değiller. Baskının suç ortakları haline gelmişlerdir. Zehirli bilgi yayan bu tip gazetecilik, bir yandan harekete geçmek için hayati önemde olan vatandaşın bilgiye erişimini zorlaştırırken, diğer yandan eleştirel gazetecileri de kapsayan muhalefeti zayıflatıyor.

Uzun bir dönemdir herkese sadece iki seçenek dayatılıyor; itaat (gönüllü veya zorla) ve direniş. Ayakta kalanların ister gazeteci, ister vatandaş, isterse de seçilmiş olsun militan olmaktan başka seçenekleri yok. Hayati önemde olan ve sarsılmaz kararlılık gerektiren bu temel tercih, onları otomatik olarak tüm baskı biçimlerine açık hale getiriyor.

Genç gazeteci Ayşe Güney, içinde bulundukları durumu anlatmadan önce, medyanın halini şu sözlerle ifade ediyor: “Basın tek bir merkezden yayın yapan, aynı metinlerin tekrarlandığı, iktidar politikalarının savunucusu görsel ve yazılı bir mecra haline geldi. Mevcut iktidarın sözcüsü rolü gazetecilere verilmektedir.”

Ayşe Güney, Mezopotamya Kadın Gazeteciler Platformu Sözcüsü ve Jinnews editörü. Tüm katkı sağlayanları kadın olan Jinnews, kendi türünde üçüncü haber ajansı olarak dikkat çekiyor. Kürtçe bir kelime olan “Jin”, kadın anlamına geliyor. Jinnews, Ekim 2016’da Kanun Hükmünde Kararname ile kapatılan ilk kadın haber ajansı JINHA ve Ağustos 2017’de kapatılan “Şûjin” ajansından sonra, Eylül 2017’de kuruldu.

“Türkiye gazetecilerin can güvenliğinin en az olduğu ülkelerden biri” diyen Güney, geçmişte katledilen çok sayıda gazeteciyi hatırlatıyor. Bunlar arasında özellikle Ferhat Tepe, Metin Göktepe, Uğur Mumcu, Musa Anter, Hrant Dink ve yakın zamanda Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı sıralıyor.

Güney, Türkiye’de baskının her dönemde yaşandığını da hatırlatıyor: “1994 yılında yayın hayatına başladıktan 239 gün sonra 3 Aralık 1994’te Özgür Ülke gazetesinin İstanbul Kadırga’da bulunan teknik binası, Cağaloğlu’nda bulunan merkez büro ve Ankara bürosu aynı anda bombalı saldırıya uğradı. Saldırıda bir kişi yaşamını yitirirken, onlarca kişi yaralanmıştı. Olayın faillerine ilişkin hiçbir şey yapılmazken saldırıda yaralananlar hastanede gördükleri tedavilerinin ardından gözaltına alındı. Saldırıya dair açılan soruşturmada ise 25 yıldır herhangi bir sonuç alınmadı.”

Peki 25 yıl sonra ne değişti? “Maalesef olumlu değişim diyebileceğimiz hiçbir şey yaşanmadı” diyen kadın gazeteciye göre, aksine birçok şey basın adına daha da geriye gitti.

Durumun 1990’lı yıllardan daha kötü olduğuna vurgu yapan Güney, karşı karşıya oldukları baskı ortamını şöyle özetliyor: “Mevcut iktidarın yarattığı baskı ortamı 1990’lardan da bildiğimiz bir yaklaşım olsa da şu an yaşadıklarımız hiçbir dönemle kıyaslanamaz.”

Kanıt niteliğindeki ifadeleri ise şöyle: “Bu üç yıllık geçen zamanda adliye koridorlarında meslektaşlarımızın dava haberlerini takip ederek mesleğimizi yaptık.”

Güney, Temmuz 2016’daki darbe girişiminden sonra KHK’lerle yeni baskıcı tedbirler uygulamaya konulduğunda, Kürt kadın gazetecilerin bir araya gelerek neler yapabileceklerini tartıştıklarını anlattı: “Şunu belirtmeliyim ki o karmaşanın içinde en net olanlar kadınlardı. Bizi ayakta tutacak ve daha da güçlendirecek şeyin örgütlenmek olduğu gerektiğini ortaya koyarak, 3 Mayıs 2017 tarihinde Diyarbakır’da Mezopotamya Kadın Gazeteciler Platformu’nu kurduk.”

Güney’e göre, sürekli baskı ortamına rağmen platform, cezaevlerinde kadın gazetecilerin davalarını yakından takip etti ve istihdam alanlarının yaratılması için çalıştı. “Önemli bir yol aldığımızı düşünüyoruz. Elbet yaratılan baskı ve korku ortamı bizleri de etkiledi. Kürdistan’da çalışan Erkek meslektaşlarımıza göre daha fazla sistemin baskısı ile karşı karşıyayız. Sahada haber takibi esnasında psikolojik şiddete, sözlü tacize maruz kaldığımız gibi sürekli gözaltına alınmakla ve kamera, fotoğraf makinası gibi malzemelerimize el konulmakla tehdit ediliyoruz. Bu sözlü tehditler çoğu zaman gözaltı ile sonuçlanıyor. Gözaltında çıplak arama ve fiziksel şiddete maruz kalıyoruz. Tecavüzle tehdit edilen arkadaşlarımız bile oldu. Eğer şanslıysak adli kontrol yöntemiyle yani bir kente hapsedilerek serbest bırakılıyoruz. Değilsek zaten tutuklanarak aylara yıllara varan cezaevi süreci ile karşı karşıya kalıyoruz. Bu kadar baskı ve zorlukla yaptığımız haberlerimize ya erişim engeli geliyor ya da sitemiz tamamen kapatılıyor, gazetemize toplatma kararı çıkarılıyor. Hatta haberimizi paylaşan yurttaşlara da sosyal medya kullanımından dava açılıyor. Evet bu ülkede sosyal medya suçu diye yeni bir suç tanımlaması var. Diğer meslektaşlarımızda kısmi aynı baskıyla karşı karşıya kalıyor olsa da Kürdistan’da gazetecilik yapan bizler kadar baskıyı hissetmiyorlar ama farklı yönde baskı altında tutuluyorlar. İşverenleri tarafından mevcut iktidara biat etmeleri için zorlanıyorlar kimileri de maalesef gönüllü biat etmeyi seçiyor.”

Ayşe Güney, bu kara tabloya rağmen gelecek için umutlu olduğunu sözlerine ekliyor: “Bizler Kürt kadın gazeteciler olarak meleğimizi bir mücadele alanına dönüştürdük. Kendi halkımızın, ailemizin acılarını yazıyor yaşadığımız hak ihlallerini göstermeye çalışıyoruz. Biz gerçeğiz. Her ne kadar yok sayılsak da biz hep vardık ve var olacağız. Yaşadığımız coğrafyanın kalemiyiz, sesiyiz ve bu ses yıllardır kısılmadı. Ve kısılamayacakta.”

Kapatılan JINHA’nın muhabiri Nurcan Yalçın ise doğrudan başından geçenleri anlatmayı tercih ediyor. “Size en son başımdan geçen trajikomik bir olaydan bahsetmek istiyorum” diyerek söze başlayan Yalçın’ın anlattıkları, çok sayıda yaşanmışlıktan sadece biri. Tıpkı gerekçesiz gözaltı ve tutuklamalar gibi, çoğu hayal edilemez olaylar.

Öyküsünün bir kısmını kendisinden dinleyelim: “19 Ağustos tarihinde Halkların Demokratik Partisi (HDP)’nin Mardin, Diyarbakır ve Van büyükşehir belediyelerine kayyum atanmasın ardından, HDP’li vekiller, belediye eşbaşkanları ve halk sokaklara çıkarak tepkisini dile getirdi. Biz basın çalışanları olarak 20 Ağustos günü Mardin Büyükşehir Belediyesi önünde protestoları takip ettiğimiz sırada, kitleye müdahale edildi ve polisler gözaltına aldığı kişileri darp ederken çektiğimiz sırada bizlerde 5 basın çalışanı orada polis şiddeti gördük ve ters kelepçelenerek gözaltına alındık. 7 gün boyunca ne için tutulduğumuzu bilmeden nezarette kaldık. Kaldığımız süre içinde bizi gazeteci olarak değil de eylemci olarak göstermeye çalışmaları da ayrı bir trajediydi. Tabi amaçları her kesinde çok iyi bildiği gibi haber yapmamızı engellemekti. 7’nci günün ardından serbest bıkıldık.”

Yalçın, günlük olarak devlet memurlarının psikolojik şiddetti ve baskılarına maruz kaldıklarını anlatıyor. “Bir özgür basın çalışanın gördüğü baskıların iki katını biz kadın gazeteciler yaşıyoruz. Türkiye’de kadın mücadelesinin önünü kesmek isteyen bir iktidar anlayışı var. Bizlerde bir yandan basın çalışmasını yürütürken, diğer yandan bu zihniyetle mücadele ediyoruz.”

TÜRKİYE’DEKİ BASININ DURUMU

Türkiye’de basın her açıdan felaket bir durumda. Bir yanda benzeri görülmemiş ve acımasız baskı, diğer yandan gazeteciler arasındaki otosansür, milliyetçilik ve itaat var. Türk medyasının bu dramatik durumu Türk Cumhuriyetinin kuruluşundan beri değişmedi. Buna karşın, baskı ve medyanın araçsallaştırılması Temmuz 2016’daki darbe girişiminden sonra boyutlandı. Söz konusu darbe, Türk Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından “Allah’ın bir lütfu” şeklinde değerlendirilmişti. Türk iktidarı bugün, başta Kürtlere karşı olmak üzere tüm muhalefet biçimlerine karşı bir savaş aracı olarak kullandığı medyanın büyük çoğunluğunu denetiminde bulunduruyor. Erdoğan, KHK’lalar ülkeyi gazeteciler açısından dünyanın en büyük cezaevine dönüştürdü. Temmuz 2016’dan bu yana 18’si televizyon kanalı, 22’si radyo, 50’si gazete ve 20’si dergi olmak üzere en az 116 medya kapatıldı. Bunlar arasında ilk ve tek kadın haber ajansı JINHA ile ilk ve tek günlük Kürtçe yayın yapan gazete Azadiya Welat da bulunuyordu. Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın 12 Kasım tarihli bilançosuna göre Türk cezaevlerinde 115 gazeteci ve medya çalışanı bulunuyor. Özgür Gazeteciler İnisiyatifi’nin Ekim ayı başında yayınladığı rapora göre 145 gazeteci tutuklu bulunuyor. Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu ise 13 Kasım itibariyle 30’u imtiyaz sahibi ve yazı işleri müdürü olmak üzere 196 gazetecinin cezaevlerinde olduğu tespitini yapıyor. Sınır Tanımayan Gazeteciler RSF’nin 2019 küresel basın özgürlüğü sıralamasında 180 ülke arasında Türkiye 157’nci sırada yer alıyor.