Zıvanadan çıkmış hırsların ülkesi -Haluk Gerger
Zıvanadan çıkmış hırsların ülkesi -Haluk Gerger
Zıvanadan çıkmış hırsların ülkesi -Haluk Gerger
Aslında, Türkiye’nin resmi ideolojisi, bir başka ifadeyle Türk Siyonizmi’nin adı, “Fetih Ruhu”dur. “Eski TC”de, devlet organizasyonunu da belirlediği için, bunun en kapsamlı versiyonu olan Kemalizm egemen ideolojiydi. “Yeni TC”, asıl resmi ideolojinin Kemalist versiyonundan kopuyor ve yerine yeni versiyonunu yerleştiriyor. Ama “resmi ideoloji” bakımından bir kopuşma sözkonusu değil.
Türkiye’nin ilkel ve bağımlı burjuvazisi eskiden sıkışınca, periyodik-yapısal yönetememe krizlerine girince, emperyalizmle işbirliği içinde, askeri çağırıyordu imdadına. “Yeni Türkiye’de ise, “tek adam cuntası” nihai merci olacak çare arayışında ve silahlı-silahsız bürokrasiyi, kişiye tapınan yığınları o geçirecek harekete. Restorasyon, bir anlamıyla da işte bu yeni reçete sermayenin yapısal hastalıklarına.
Unutmamak gerekir ki, “başkanlık sistemi” Türk burjuvazisi ve onun siyasal hizmetlilerince yıllar öncesinden dillendirilmekteydi. Süleyman Demirel’in uzun süre bu geçişin çığırtkanlığını yaptığı belleklerdedir. Bundan 10 yıl önce, 20 Aralık 2004 tarihli nüshasında “sermayenin amiral gemisi” Hürriyet gazetesinde, “eski”nin büyük burjuvazisinin koçbaşı Rahmi Koç şöyle dile getirmişti özlemlerini: “En iyisi akıllı bir diktatör. Ama, bu devirde mümkün değil. İkinci en iyi ise başkanlık sistemi.” TÜSİAD ile MÜSİAD, başta devlet rantı, pek çok konuda ağır silahlarla çatışıyorlar ama “Başkan baba”larının özleminde buluşuyorlar, birleşiveriyorlar. Buna kapitalizmde “joint venture” (ortak iş pişirmek) deniyor.
Yıllar önce, Kızıl Bayrak Dergisi’nde bu konuda şöyle yazmıştım: “AKP, şimdi, sadece, egemenlerin uzun zamandır gündeminde olan, kotarmak için fırsat kolladıkları bir imkanı, elbette kendine yontarak, gündeme taşıyor. Bu hamlenin tutup tutmamasının önemi yok. Önemli olan, düzenin, çözemediği yapısal sorunlarının ağırlığı altında, er ya da geç bu yola tevessül edeceği gerçeği. Bu genel yönelişin adı, tek kelimeyle, bir diktatör arama sürecidir. Halkın bu diktatörü seçmesinin yeğlenmesiyse, egemenlerin, vesayetçi bir darbe yerine, ‘meşruiyet’ denen incir yaprağına ihtiyaç duymalarındandır. Bu gidişin, konjonktüre göre, şarlatan bir halife Padişah’ın ya da demagog bir faşistin sistemi korumak üzere görevlendirilmesiyle sonuçlanacağı kesindir; zaten amaç da budur.” “Yeni Türkiye”de restorasyon rejiminin mekanizmalarında, her koşul altında, “burjuva konsolidasyon” da besleniyor.
Erdoğan’ın zamanı yakaladığı kuşkusuzdur… “Başkanlık” sorununa geçmeden, bir başka kavram üzerinde incelemeyi sürdürmek gerek. Bu da “istişare” kavramıdır.
İstişare
Erdoğan’ın, burjuva demokrasisinin olmazsa olmaz niteliği “kuvvetler ayrılığı” prensibinden hazzetmediği biliniyor. Bunu salt bir kişisel kavrayış sorunu ya da kapris, ve hatta tek başına yönetme hevesi, dikta eğilimleri olarak ele almamak gerek. Kuşkusuz bunların hepsi mevcut ama asıl mesele bu kurumsal özerkliği onun havsalasının almaması gerçeğidir. Bu, bir dünya görüşü, hayat tarzı ve felsefesi olarak stratejik önemdedir; Erdoğan’ı Erdoğan yapan ve onun aracılığıyla da “Yeni Türkiye”yi belirleyen, biçimlendiren dinamiği burada da aramak gerekmektedir.
Bu noktada da “istişare” kavramı karşımıza çıkmaktadır. “Yeni Türkiye”nin “başkanlık rejimi” ile istişare kavramı arasında gerçekten Erdoğan’ın, Davutoğlu’nun ve AKP sözcülerinin sık sık vurguladıkları gibi, organik bir bütünlük vardır. Bir başka ifadeyle, onların yönetim felsefesi ve liderlik anlayışının doğal/kaçınılmaz yöntemi ve tarzıdır istişare.
Erdoğan, istişareyi kendi mezhebine uygun biçimde anlıyor, kendine özgü verdiği anlam ve uygulamayla da onu bildik “danışma”dan bilinçli olarak ayırıyor, özel bir yönetme yöntemi olarak kullanıyor. Buna göre, tezgah şöyle kuruluyor: İmam, şura, meşveret, istişare… Gönülleri okşamak için meşveret ve istişare… Ama öyle herkesle de değil, sadece ehliyle…Sonra da İmam’dan nihai karar, ötekilerden itaat, ahaliden de biat, sorgusuz sualsiz şükretmek...
Prof Dr. Ahmed Kılıçkaya şöyle anlatıyor: “Demokraside istişare neticesinde karar çoğunluğun görüşü doğrultusunda alınmak zorundadır. Zira çoğunluğun görüşü halkın iradesini ifade eder. Onun için öyle olmak zorundadır. İslam’da ise halife yönetim işlerinde istişare eder. Ancak o iş ya da konunun ilgili tarafları ile istişare eder, herkes ile değil… Eğer halife, şeri hükümlerden birisini kanun yapmak istiyor- sa o konuyu fakihler ile istişare eder. Eğer idari yani ümmetin meşru maslahatlarının tanzimi ile ilgili bir kanun belirleyecek ise o kanunun alanındaki uzman kişilerle istişare eder. Bu ve benzeri konularla istişare ettikten sonra kararı kendisi verir. Zira Allahu Teala’nın emri de bu doğrultudadır...Görüldüğü gibi yönetim işlerinde meşverette bulunmak / şûraya başvurmak hem müslümanların vasfı olarak zikredilmiş hem de Resulullah’ın şahsında ümmetine emredilmiştir. Ancak şûra, sadece danışmaktır, ‘görüş almaktır’ ‘karar vermek’ değil!.. ‘Karar vermek’ ise ‘danışana’ bırakılmıştır, şûra / danışma meclisine değil!.. Nitekim Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in uygulaması da bu doğrultuda olmuştur.” (http://www.islamiyontem.net/index.php/demokras-asla-slam-le-badamaz)
İstediği kişiyi seçti
İmam-Cemaat rejiminin gönüllerde yatan “demokrasi”si bundan öte değildir. Olsa olsa koşullar takiyyeyi zorunlu kılar, günahı da münafıkların boynunadır.
Aslında uygulama da gözlerimizin önünde: Daha geçenlerde Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından açıklandı. AKP gurup toplantısında Davutoğlu, Erdoğan ile yapılan istişarede Bakanlar Kurulu’nun seçimini, parti yönetiminin değiştirilip yenilerinin atanmasını, bütün kritik görevlendirmeleri nasıl öngördüklerini, “herşeyi beş günde bitireceğiz dedik ve bitti” diye açıkladı ve gerçekten de her şey milyonların gözü önünda olup bitti. “Tartışma enerji tüketir” diyen bir anlayışın sahibi personel de zaten istişare ile Başbakan seçilmişti. Erdoğan, istişare yapmıştı ama kimin kimi önerdiğini, en çok kimin önerildiğini sadece o biliyordu. Ve sonunda da, istediği kişiyi seçti, açıkladı. Ardından yüzlerce delege toplandı, istişare sonucuna göre parmak kaldırdı, iş bitti. Demek ki, istişare tartışma ve katılımın yerine geçiyor, sokak ağzıyla, istişare, “beş dakkada Beşiktaş” eliçabukluğunun adı oluyor.
Açıktır ki, istişare, demokrasinin, katılımın, demokratik karar alma mekanizmalarının karşıtıdır, anti-tezidir; demokratik değerlere karşı büyük bir aldatmacanın, yanılsamanın adıdır. İstişare, “Yeni Türkiye”de tek adam yönetiminin, ağızlara bir parmak bal çalması, dikta rejiminin kamuoyuna dönük sahte güleryüz gösterisi yapmasıdır.
“Yeni Türkiye”nin dökülmek istendiği kültür-uygarlık kalıbı budur...
Fütuhat
Bir başka belirleyici-açıklayıcı kavram da “Fetih Ruhu”dur. İlk tesbit, ilkokul kitaplarında var: Türkler Orta Asya’dan geldiler Anadolu’ya ve fethettiler, ilhak ettiler “kısrak başı gibi uzanan” coğrafyayı. Sonunda da, Orta Asya’dan gelip oranın yerli halklarını, yani bağcıları, kovmaktan beter ettiler. Anadolu, kimi halkların hapisanesine, kimilerinin de mezarlığına dönüştürüldü.
“Yerli” olmayanların ancak “ecdadın kanları” üzerine inşa ettikleri “millet ve devlet”e, yani “eski TC”ye Anadolu coğrafyası, Lozan’da Düvel-i Muazzama ile yapılan anlaşmayla verildi. Onun için, “Lozan Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusudur” denmekte.
İlk bakışta tuhaf bir durum; “tapu ile vatan”ın yanyana getirilmesi. Bir Alman’a ya da Fransız’a, Nijeryalı ya da Mısır’lıya sorsanız tuhaf kaçar gerçekten. Ama fetihçi-ilhakçı toplumlarda “kapu gibi tapu” hemen çıkartılır ortaya. Amerika’lıya sorun, size hemen “Kızılderililer”den, kabile liderlerinin imzasıyla-mühürüyle (aslında kanlarıyla yerlilerin) tescil edilmiş “satış belgeleri”ni koyarlar önünüze devlet arşivinden. Bir İsrail’liye sorun; o da Filistinlilerin (terör belasına) “sattıkları toprakların, evlerin, çiftliklerin devlet tapu idaresindeki belgelerini, “şapkadan tavşan çıkarır” gibi, gösteriverir. Bizim hesap da öyle; üstelik onca devletle tasdik edilmiş en kuvvetlisi tapuların…
Böyle olunca, aslında, Türkiye’nin resmi ideolojisi, bir başka ifadeyle Türk Siyonizmi’nin adı, “Fetih Ruhu”dur. “Eski TC”de, devlet organizasyonunu da belirlediği için, bunun en kapsamlı versiyonu olan Kemalizm egemen ideolojiydi. “Yeni TC”, asıl resmi ideolojinin Kemalist versiyonundan kopuyor ve yerine yeni versiyonunu yerleştiriyor. Yani, “resmi ideoloji” bakımından bir kopuşma sözkonusu değil, çünkü “eskisi” gibi “yenisi” de aynı objektif olgu, aynı tarihsel gerçeklik üzerinde inşa ediliyor. Dolayısıyla, “TC”lerin genetik yapısı gibi, resmi ideolojileri de, değişmemiş oluyor, aynı kalıyor.
Erdoğan ve fetih
Kemalistler, bu bakımdan oldukça mahcuptular, bir anlamda inkarcıydılar. Bu nedenle de çok uğraştılar; “Güneş Dil Teorisi”yle, Hititlerin Türklüğünü kanıtlamağa kalkmakla, Kürtleri “kart-kurt dağ Türkü” yapmakla, Ermeni “Ani Harabelerine ‘anı’ harabeleri” demekle, nice garabete imza attılar. Albert Memmi bu psikolojiye “gaspçının meşruiyet arayışı” diyor.
“Yeni TC”de, durum farklı olacak gibi. Bakın Memur-Sen’in bir toplantısında Erdoğan’ın yaptığı konuşmadan kimi satıbaşlarına:
“- Fetih zorla almak değildir, gasp etmek hiç değildir. Fetih engelleri ortadan kaldırmaktır. Fetih hem kapılardaki hem gönüllerdeki kilitleri kırıp atmaktır. Fetih şehir surlarını aşmak değil gönüllerin etrafına örülmüş surları aşmak gönüllere ulaşmaktır.
- Fetih ve Fatih ruhunun örselenmesine asla müsaade etmeyeceğiz. Fetih kelimesini iyi öğrenmenizi ve fetih ruhunu son nefesinize kadar taşımanızı sizlerden rica ediyorum. Fetih, gönüller yapmak, ekmeğini yoksulla paylaşmak, komşunun hatırını sormak yetimin başını okşamaktır.
- Medeniyet fetihle mümkün olur. Fetih varsa medeniyet vardır, Fatih varsa medeniyet vardır.”
Elbette, Amerikalılar da yerlilere uygarlık götürmüştü, İsrail’liler de ilkel Filistinli Araplara Batı medeniyetini taşımıştı, onları adam etmişti… Erdoğan’ınki de o hesap...
Birlik Vakfı’nın İstanbul’un fethinin 561. Yıldönümü nedeniyle düzenlediği bir toplantıda da şunları söylemiş “Lider”:
“Fethin manasını çok iyi öğrenmek fetih ruhunu çok iyi anlamak Fatih ufkunu vizyonunu özellikle de onun bizlere emanet bıraktığı fetih şuurunu çok iyi kavramak zorundayız. Bizim millet olarak tarihimizle aramıza set çekmek istediler ecdadımız ile aramızdaki bağı koparmak istediler bizi kendi öz değerlerimize kendi öz kültürümüze yabancılaştırmak istediler, fetih kavramının içini boşaltmak fetih kavramını olumsuz göstermek için asırlar boyuna sinsice mücadele verdiler. Fetih işgal değildir sevgili gençler gasp etmek değil, ilhak değildir, zorla ele geçirmek değildir fetih açmaktır. Fetih köhnemiş kilitleri açmak pas tutmuş kapıları aralamak surlardan ziyade kalplere şehirlerden ziyade gönüllere girebilmektir. Fetih zalime dur diyebilmek zulme itiraz edebilmektir. Unutmayın her yeni başlangıç bir fetihtir. Ülkesi için yeni aydınlık kapıları aralamak fetihtir.”
Anlaşılan, “Yeni TC”nin Anadolu’dan Ortadoğu’ya kutlu yürüyüşünün bir ideolojik temeli de bu “Ruh” olacak… “Eski”yle “Yeni”nin özde buluşmasının yanı sıra “Yeni”nin arşa çıkmış bir “Lider” peşindeki serüvenlerine de hazır olmak gerek bu durumda… Evet, TC’nin “yenisi”nde de bu ruha aykırı davranırsanız düşman olursunuz, hain sayılırsınız, afedersiniz daha kötüsünü de söylerler “Ermeni” derler, Allah korusun, karanlık mahfillerin mahallelerindeki şuralardaki istişare ve meşveretle katliniz bile vacip olabilir…
Başkanlık
“Yeni Türkiye” rejiminin yaşamsal temeli ve stratejik doruğu, kuşkusuz, “Başkanlık”tır. Bu kurumun projedeki konumunu/anlamını kavramak, yeni Türkiye’yi anlamakta kilit işlevi görecektir.
Erdoğan’ın zihninde, İslam Fıkıhı’ndaki “Devlet Başkanlığı” kurumu, yani “İmamet” yatmaktadır. O’nun “kuvvetler ayrılığı”nı bir türlü havsalasına sığdıramaması ve stratejik bir “Sorun” olarak görmesinin ardında bu zihniyet yatmaktadır. O’na göre, yargısıyla, ordusu, üniversitesi, emniyetiyle, medyası, meclisi, ve hükümetiyle “iktidar erki” bir bütündür ve başında da mutlak yetkiyle Devlet Başkanı bulunmalıdır. Bu makam, Allah’ın vekaletiyle ve günün koşularında ümmetin, halkın-hakkın, oyuyla “Lider”e tevdi edilmiştir. Bundan sonrası teferruattır ve Biat’a girer. “Kuvvetler ayrılığı” batıldır, İslam’da aslolan “içiçe geçmiş kuvvetler uyumu”dur.
Erdoğan, içmeye ve içkinin “nerede zıkkımlanılacağı”na; yenecek ekmeğin rengine; çalışma ofisinden vapurdan insanları dikizlerken kılık ve kıyafetlerine, birbirleriyle konuşma biçimlerine, yürüyüşlerine; yapılacak çocuk sayısına, hayatın bireysel ve kamusal tüm alanlarına buyurgan ilgisini gösterirken, sadece muhteris liderlerin kişisel kaprislerinin bir örneğini vermiyor, aynı zamanda, samimi olarak belki de, cemaatinin dinen buyurulduğu gibi, sağlığına, ahlakına, talim ve terbiyesine de sorumluluk hisseden bir İmam gibi davranıyor. Bakın Erdoğan’ın eski partisi Saadet Partisi’nin yetkililerinden biri nasıl anlatıyor bu zihniyeti ve kaynaklarını:
“İslam fıkhında liderliğin adı: Büyük imamlık, halife, emir, başkan ve imam lafızları ile ifade edilir.
a) İmam Maverdi bu liderliği şöyle tarif ediyor: “Dini koruma ve Dünyayı din ile idare etmekte peygamberliğe vekâlet etmektir (El- Ahkamu’s Sultaniye Syf 5)”
b) İmam-ul Harameyn bu konuda şöyle diyor: “İmamet, tam bir önderlik; Din ve dünya işlerinde özel ve tüzel her Müslüman ile alakası bulunan bir başkanlıktır.”
c) İmam-ı Nesefi, “Dini emirleri uygulamada bütün ümmetlere vacip olmak üzere Hz. Peygambere vekâlettir.”
d) İbn-i Haldun ise şöyle diyor: “Uhrevi maslahatlarla ilgili olan dünyevi maslahatlar konusunda şer’i esaslara göre tüm insanları sevk ve idare etmektir. Zira dünya işlerinin hepsi Allah katında ahiret maslahatına yöneliktir. Gerçekte imamet-liderlik, dini korumada ve dünyayı din ile idare etmede şeriat sahibine vekâlet etmektir. (Mukaddime syf 190)”
Bilmeliyiz ki, İslam bilginlerine göre bir teşkilatın fertleri ile lideri arasındaki söz-leşme olan biat şöyle tarif edilir. Bey’atın, itaate dair söz-ahid vermekten ibaret olduğunu bilin. Bey’at eden kimse sanki benim işime ve Müslümanlarla alakalı hususlara bakmayı sana havale ettim, bu gibi şeylerde katiyen seninle çekişmeyeceğim, hoşlansam da hoşlanmasam da emirlerine itaat edeceğim diye emiri ile muahede (sözleşme) yapmıştır (Mukaddime – cilt1- syf 293)’…
Resulullah (sav) Efendimiz bu konularda aşağıda zikrettiğimiz Hadisi Şeriflerde şöyle buyuruyor: “Kim bana itaat ederse şüphesiz Allah’a itaat etmiş olur. Her kim benim emirime itaat ederse şüphesiz bana itaat etmiş olur. Kim emirine (liderine, başkanına) isyan ederse şüphesiz bana isyan etmiş olur (İbn Mace-Cihad- 39).” “(http://www.ajans5.com/detay/2010/08/09/islam-da-liderlik.html)”
İmamet-Cemaat
Erdoğangillerin liderlik anlayışı, aynı zamanda, Türk budununun kadim “Devlet Baba”sına da uyuyor, yeniden yaratan “ulu önderlik”e de, şefkatle cezalandıran Çarlar’a da, hem seven hem döven Führerler’e de, maceracı fırıldak Duçeler’e de… Erdoğan, sık sık tekrarladığı “tek millet-tek devlet-tek dil-tek bayrak” sloganında ifade edilen “tekçi” idealini, eskisinde hep eksik gördüğü yanılmaz “tek lider” ile şahsında taçlandırmayı, doruğuna ulaştırmayı düşlüyor, bunu ilahi bir diyalektikle devlet ve millet bakımından geriye gidip eskinin restorasyonuyla ileriye doğru bir sıçrama olarak görüyor.
Erdoğan’ınki, özünde, paternalizmin ötesinde bir dinsel/aşiretsel/cemaatvari görev/yetki/sorumluluk anlayışı. Engellileri, farklı cinsel tercihlere sahip olanları ve benzerlerini itlaf etmeyi hedefine koyan Faşizmin ırkın sağlığı anlayışını da akla getirmiyor değil bir yanıyla da.
Bu kurum, aynı zamanda, bir yanıyla, Yeni Türkiye’de, Sermaye’nin sadece alışılagelmiş tepeden ineniyle değil, aşağıdan bizzat halk katlarından gelen bir “demirden yumruk”la da mücehhez hale gelmesinin aracı. Bir başka yanıyla da, tekelci mülkiyetin herşeyden önce tam kontrol talebinin bir yanıtı kurulmak istenen İmamet-Cemaat ilişkisi.
Aslında konu özel olarak da Erdoğan değil. Sonuçta O da bir fani. O kuruyor bunu ama uzun vadeli, 1000 yıllık bir proje olarak tasarlanıyor “Yeni Türkiye.” Ondan sonra da bu makam bu haliyle dolacak yeni rejimde. Şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki, Türkiye gibi ülkelerde, bu rejim, en iyisinden şarlatan Peronlar üretir. Daha kötüsü için de Esad ya da Saddam’a, onlardan da Salazarlara, dilerseniz Mussolinilere, Hitlerlere kadar yolunuz vardır…
Yolun sonu nereye?
Nedir biz fani kulları bekleyen model-lider? Önder/Çoban ve havarilerinin indirmeyi hesapladıkları kutsal metinde, yani yeni anayasada, nasıl ifade edilecektir şimdilik tam olarak bilemiyoruz...
Yine de sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: “Yeni Türkiye”, “kırk katır”dan “kırk satır”a geçiş anlamına gelmektedir. “Kurbanlık koyun” olmak istemeyenlerin, artık seksen küsur yıl sonra “katırlarla çiğnenmekten satırlarla doğranmaya” geçerken derlenip toparlanmasının tam zamanıdır.
“Ben diktatör olacağım da sen böyle konuşabileceksin” diye kükreyenin günü geldiğinde belki “kelleler vurula” komutunu duymayız ama popülist biat kültürünün boğucu teksesliliğinde konuşmanın, düşünceyi ifade etmenın; istişare şuralarının kurumsal yapılanmasında parlamentoların, tartışmanın, örgütlenmenin; kişi kültüne biat etmenin ritüellerine indirgenmiş seçimlerde oy vermenin, anlamlarını yitireceği günlere işaret etmek abartma mıdır göreceğiz.
Toplumsal aymazlık ve körlük bir kere her yanı sarıp sarmalamasın. “Halkımız neylerse güzel eyler” diyen ve Türkiye Sol’u içinde mebzul miktarda bulunan keskin söylemli gizli popülist-milliyetçilere de hatırlatalım ki, dönemin her bakımdan-teknik beceri, politik bilinç, ideoloji, örgütlülük- en ilerisi Alman İşçi Sınıfı faşizme engel olamadı... Alman KP Genel Sekreteri için onbaşı eskisi cahil soytarı Hitler’in iktidara gelişi komünistlerin iktidara yürüyüşlerinin başlangıcı olacaktı, hayatının sonu oldu. Sosyaldemokratlar içinse komünistlerin işini bitirecek sonra da tıpış tıpış gidecektı Hitler ama o onları zindana, sürgüne, mezara yolladı...
Yeni Türkiye, sınıfsal ve milli çıkar dinamikleriyle ve Emperyalist-Siyonist işbirlikçiliğiyle, Ortadoğu üzerine bir karabasan gibi çökecektir. Ana hedefin Kürtlerin salt bugünü değil, milli hak ve çıkarları bağlamında gelecek kuşakları, istikbali olacağı kesindir. Kürt coğrafyasının bütününde “hegemonik genişlemeyle tasfiye” hedefi özel bir saldırganlık türü olarak ortaya çıkacaktır.
Bu yol kıyamet yoludur. İç-dış çelişkilerini, içiçe geçmiş ekonomik-politik-sosyal krizlerini bir biçimde genişleyerek aşmaya çalışmak sermaye devletlerinin yazgısıdır ve nice felaketlerin kaynağıdır. Çapulcu kapitalizmin azgelişmiş ülkelerinde bu türden saldırgan maceralar daha da olumsuz sonuçlar doğurur. Tek adama bağlı sınıf diktatörlüklerinde, denetimin frenlerinden azade kişisel kaprislerle kıyamete sürüklenmenin kışkırtıcı dinamikleri daha fazla çalışır. Demokratik teamül ve işleyiş mekanizmaları olmayan ülkelerde bu durum epilepsi krizi geçiren sürücünün elinde “frenleri boşalmış” biçimde yokuş aşağı ivmelenen bir kamyonun gidişine benzer. Zıvanadan çıkmış hırsların, komplekslerin, hayallerin, gerilik ve gericiliğin uçurumlarında bir yeni yaşam bekliyor toplumu. BİTTİ.
İşte “Yeni Türkiye”nin önündeki tablo budur.
Yazının birinci bölümü: