Kürdistan’da eko-kırım tüm şiddetiyle devam ediyor. Uluslararası alanda kurulan yeşil yüzlü kurumlar, Kürdistan’daki eko-kırıma karşı sessizliğini koruyor. Öte yandan, toplumda ev hayvanlarına ilişkin belli bir duyarlılık olsa da belli türlerin yok olmasına karşı sessizlik ise sürüyor. Ayrıca, demokratik yerel yönetimlerin yol ve peyzaj çalışmaları da soru işaretleri barındırıyor.
Yakın zamanda yayımladığı “Üçüncü Doğa” kitabı ve şimdilerde “Ekolojik Kırım ve Kanayan Vadiler” adlı kitabını basılmak üzere matbaaya gönderen Mezopotamya Ekoloji Hareketi önceki dönem eşsözcüsü, ekoloji aktivisti Güner Yanlıç ile kitabının serüvenini; yeşil kurumları, Kürdistan’daki doğa katliamlarını ve yerel yönetimlerin peyzaj çalışmalarındaki tercihlerinin ekolojik olup olmadığı üzerine konuştuk.
“Üçüncü Doğa” adlı kitabınız yayımlandı. Biraz kitaba değinirsek, neler söylemek istersiniz? Oluşum süreci nasıl gelişti?
Aslında ekoloji alanı, kaynak açısından en zayıf alanlardan biri. Böyle olunca, yıllarca ekoloji mücadelesi yürüttüm, ama bir de teorik bilgiyle alanı beslemek gerekiyordu. Yaklaşık altı yıl önce Yeni Yaşam Gazetesi yayın hayatına başlayınca, orada düzenli olarak köşe yazısı yazmaya başladım. Yaklaşık yetmiş beş ya da daha fazla köşe yazım yayımlandı ekolojiyle ilgili. Bir yirmi beş, üç otuz yazım da “Gazete Karınca” diye bir gazetemiz vardı, orada yayımlandı. Tabii, farklı gazetelerde de ekolojiye dair birkaç köşe yazısı yazmıştım.
Sonra bir şekilde makalelerle bu alanı doldurmaya çalışırken, bunu daha taşınabilir bir kitap haline getirmek ya da ekolojiyi genel hatlarıyla basit bir dille anlatan bir kitap yazma fikri geldi aklıma. Öyle olunca da zaten yaptığımız panel, çalıştığım gazete ve köşe yazılarının verdiği birikimle “Üçüncü Doğa” adlı bir kitap yazdım.
Genel olarak ekoloji meselesi hep anlaşılması zor ya da basite indirgenmeyen, elite edilen (elitleşmiş), akademik kelimelere boğulmuş bir alan. Ben ise daha çok kendi anladığım şekilde kitabı yazdım. En azından ekoloji nedir, ne değildir gibi basit anlatımlarla, güncel verilerle bu anlatımları besledim. Bir kaynak olarak ekoloji mücadelesine bir taş da öyle koymak istedim.
‘SUR İÇİN YAPTIĞIMIZ HİÇBİR ÇAĞRIYA UNESCO YANIT VERMEDİ’
Kitabınızda değindiğiniz konulardan biri, yeşil yüzlü kurumlar adlı bir tema olmuştu. Bu yeşil yüzlü kurumları nasıl tanımlıyorsunuz veya bunlara dair neler söylemek istersiniz?
Aslında ekoloji mücadelesine başlamadan önce ben de bir yeşilciydim. Yani, Amed’deyken biz birkaç doğayı seven arkadaş olarak bir araya gelip bir ağaçlandırma derneği kurduk. Tabii ekoloji hareketiyle tanışana kadar, sorunların işte ağaç dikerek, çöp toplayarak, daha az kirleterek ya da daha az tüketerek çözülebileceği kanısı hepimizde genel olarak vardı. Böyle olunca da biz de bu çalışmayı zamanında yaptık. Ama o çalışmanın içinde kaldıkça, aslında meselenin çok daha pradigmatik olduğunu gördük. 1950'lerde başlayan sosyalizm ve kapitalizmin ayrıştığı günden bugüne kadar gelen bir mücadele.
İşte İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ABD'nin Marshall adında bir politikacısının aslında yeni dünya düzeni üzerine kurduğu bir sistemin uzantısı, bahsettiğimiz bu yeşil yüzlü kurumlar. Bu uzantı, her alana küresel ölçekte kurumlar kurdu. Bizim yeşil yüzlü diye tanımladığımız kurumların da çatı örgütü aslında Birleşmiş Milletler. Birleşmiş Milletler'in alt kolları ise UNESCO, UNICEF, UNHCR gibi.
Yani, bizim mücadele yürüteceğimiz her alanı sistem, 50 yıl önce doldurmuş ve bize bunu getiriyor. "Biz zaten bu çalışmayı yapıyoruz. Siz ya bizim bünyemizde bu çalışmaya devam edersiniz ya da gidin evinizde oturun, biz zaten yapıyoruz" diyor. Vicdani olarak da aslında birçoğumuz bu sivil toplum kuruluşlarına destek oluyoruz; maddi, manevi ve gönüllü olarak çalışmalar yürütüyoruz. Ama nihayetinde, yeşil yüzlü kurumlardan anladığımız, sistemin devamlılığını ve sürdürülebilirliğini esas alan bir noktada durdukları için, ekolojik bir toplumun yaratılması ya da ekolojik tahribatların önlenebilmesi açısından herhangi bir çalışmaları yok.
Bunu, Amed Sur'da çatışmalı süreçte UNESCO'ya çağrılar yaparak, koruması altındaki kenti koruması için defalarca çağırmamıza rağmen gelmediler. Sonra Dersim Ormanları yanarken, Şırnak'ta yıllardır devam eden ağaç kesimleri, orman yangınları, Hewsel’deki talan tahribatı devam ederken çağrı yaptık UNESCO'ya. Bir de “Senin koruman altında, koruduğunu söylüyorsun, görevini yap” diyerek yaptığımız hiçbir çağrıya cevap vermediler. Ilısu Barajı ve Hasankeyf, UNESCO kriterlerini karşılıyor. Onda sekizini karşılamasına rağmen hiçbir şekilde bu alana sahip çıkmadılar.
Şimdi bakıyoruz, işte Amed Suriçi’ni UNESCO sahipleniyor. Çünkü sermayesi için yeni bir rant alanı, bir talan alanı açtığı için UNESCO, endüstriyel turizme hizmet etmek adına çalışmalara devam ediyor. Yani burada bahsettiğimiz, aslında UNESCO, çocukları koruduğunu söyleyen UNICEF, mültecileri koruduğunu söyleyen UNHCR, Dünya Sağlık Örgütü gibi birçok kurumu biz yeşil yüzlü kurumlar olarak tanımlıyoruz. UNESCO gibi diğerlerinin de altını dolduran gerekçelerimiz pratikten ve teoriden geliyor.
‘İYİ NİYETİMİZİ, VİCDANIMIZI SÖMÜRÜYORLAR’
Verdiğiniz örneklerden yola çıkarak söylüyorum; o çalışmaların bir şekilde romantize edildiğine de tanık oluyoruz. Sizce kapitalist sistem neden böyle bir yola başvuruyor? Neden ekoloji mücadelesini romantize etme gereği duyuyor?
Yani, çevre çalışmasını diyelim. Şimdi diyelim ki kutuplar eriyor. Bu, kapitalist sistem açısından çok önemli bir mesele değil. Onlar açısından sömürünün sürdürülebilirliği önemli. Kutup ayısının nesli tükeniyor. Kutup ayısının nesli tükenirse popülasyon dengesi bozulacak ve sömürülerinde aksama olacağı için kutup ayılarını koruyorlar.
Ya da kutup ayıları dışında her gün onlarca tür yok oluyor. Onların öyle bir kaygısı yok. Böyle olunca da işte bizleri kullandıkları için bizlere verdikleri veriler, doneler, işte çöp toplamak, izmarit atmamak, kirletmemek, ne bileyim belki en son buldukları en önemli kandırmaca, işte karbon ayak izinin ölçülmesi, tüketimi azaltma gibi birçok noktada aslında bizi kandırıyorlar.
Bu kandırma meselesi de bizim iyi niyetimizi, vicdanımızı sömürerek söz konusu oluyor. Aslında bu çalışmaları yapıyorlar. Öyle olunca da evet, dünyadaki en etkin çevre hareketi de bu anlayışa sahip, sistemin fonladığı, sistemin politikalarını ve hareket alanını belirlediği bir alan. Bu tamamen insanı, doğayı, kadını, çocuğu meta olarak gören ve kapitalizmin sömürüsüne hizmet edecek bir noktaya taşımak için çalışmalar yürüten bir anlayış. Bu temelde biz çevrecilik anlayışıyla da bu gibi başlıklardan kaynaklı, kendilerinden ayrışıyoruz.
‘PARKTAKİ KEDİ, KÖPEK İÇİN SES ÇIKARIYOR, AMA ŞIRNAK’TAKİ ORMAN YANGININDA ÖLEN HAYVAN İÇİN SES ÇIKARMIYORLAR’
Az önce kutup ayısından bahsettiniz. Birçok insan kedileri, sokak hayvanlarını sahiplenmekten bahsediyor. Elbette bu çok önemli, ancak şöyle bir sorunu da göz önüne getiriyor. Ayrım mı yapılıyor? Bir yandan sokak hayvanları sahiplenirlerken öbür tarafta ormanlar yakılıyor. Kürdistan özeline biraz inersek, her yıl orman yangınlarına tanık oluyoruz. Ama bu orman yangınlarında sadece ağaçlar yanmıyor; bir bütün olarak o ormanın canlıların yaşamı da yok oluyor ve bunlara hiç tepki gösterilmiyor. Bunu nasıl yorumlarsınız?
Özellikle Kuzey Kürdistan’ın; hatta Kuzey’den Güney’e, Basra Körfezi’ne kadar giden Dicle-Fırat topraklarının endemik olan Fırat kaplumbağası türü var. Bu tür sadece Dicle ve Fırat nehirlerinde yaşıyor. Bu türün tükenme tehlikesi olmasına rağmen buna dair herhangi bir koruma ya da çalışma yok. Ama sömürü halkası kopmadığı, daha orayı sömürebildiği için nesli tükenme riski altında olmasına rağmen herhangi bir çalışma yürütülmüyor.
Son dönemde, işte kedi ya da köpek beslerseniz, bunun altını oluşturan bir sürü petshop var. Bunların satışını yapan iş yerleri var. Bunların yemini satan iş yerleri var. Bunların sağlıkla ilgili hizmetleri sunan bir sürü iş yeri var. Aslında endüstriyel bir pazar oluştuğu için, kedi ve köpekler koruma altına alınır. Ama dönersek yukarı tarafa, işte Dersim’in dağ keçileri, Dersim’e özgüdür. Her yıl düzenli olarak çatışmalar, savaş, güvenlik gerekçesiyle bu türün yaşam alanları ellerinden alınır. Ve bu tür, yok olmayla karşı karşıya gelmesine rağmen herhangi bir şekilde böyle bir kaygı duymazlar.
Yani kutup ayısı için kaygı duyduğunu söyleyen aklın bu tutumunu biz doğru bulmuyoruz, samimi de değil. Siz eğer sadece kedi, köpeği ve kutup ayısını koruma altına alıp, geriye kalan belki milyonları bulan türleri yok sayarsanız, siz aslında türcülüğün en alasını yapıyorsunuz.
Siz parklarınıza kedi, köpek evleri yapıp, Şırnak’ta orman yangınlarında yanan belki binlerce canlının cayır cayır yanmasına ses çıkarmayıp, parklarda kedi evi, köpek evi, maması bırakılmıyor diye yaygara koparırsanız, sizin yaptığınız büyük bir kandırmacadır. Doğru değildir. Ve tam olarak türcülüğü siz yapmış oluyorsunuz.
Türcülüğe ilişkin aslında durduğumuz yer, bizim toplumsal ekoloji perspektifinden bu. Ve eğer siz ayrımı yapıyorsanız, türcülüğün -sistemin kedi, köpek ya da desteklediği türler varsa- bunları sahiplenip, çünkü bunlarla ilgili çalışma yaptığınız zaman sistem tarafından karşıt da olmazsınız. Sistemle kötü de olmazsınız. Ama siz Şırnak’ta ya da Dersim’de bir orman yangınında yaşamını yitiren canlılar için mücadele yürütürseniz, özellikle Türkiye’de devlet sizi kriminalize ediyor ve sizin çalışmalarınız engelleniyor.
Biz, 6 yıl önce Türkiye'de, Türkiye'nin tamamını kapsayan bir Ekoloji Birliği kurduk. Ekoloji Birliği’yle birlikte, Şırnak’ta yanan bir ağaç ile Kaz Dağları’nda yanan bir ağacın farkının olmadığını anlattık. Ve bunu iyi de anlattık. Bizden Kaz Dağları’na, Kaz Dağları’ndan Şırnak’a, Cudi’ye, Dersim’e bir dayanışma kurduk. Bu meselenin, yani Şırnak’taki ağacın devlet tarafından kriminalize edildiği, Dersim’dekinin çatışmalar gibi meselelerle terörize edildiğini, Ekoloji Birliği’yle birlikte en azından çevre ve ekoloji hareketlerine rahatça anlatabildik.
Bir diğer konu da yerel yönetimlerle toplumsal ekoloji arasındaki uyuşma ya da yerel yönetimlerin, örneğin peyzaj çalışmasını yaparken ya da yol yaparken ne düzeyde toplumsal ekolojiyi göz önüne aldığına dair bir sorum olacak. Biraz kum ocakları üzerinden... Kürdistan'da çok sayıda kum ocağı inşa ediliyor. Önce biraz bunun üzerine yorumunuzu almak isterim.
Amed en az 7 bin yıllık bir tarihe sahip. Sokakları, caddeleri, yapılarının hepsi yerel ve doğal malzemeyle yapılmış ve binlerce yıldır ayakta.
Şimdi dönüyorum, Zerzevan Kalesi 2 bin yıl önce yapılmış. Zerzevan Kalesi'nin malzemesi, yandaki taş ocağından çıkarılarak yapılmış. Şimdi, bu kadar yerel malzemeye ve olanaklara sahipken, siz eğer her gün 3-5 insanın yaşamını yitirdiği ölüm ocaklarından kaynaklı ölümlere sözde karşı çıkıyorsanız; bataklık ve sağlık alanlarını yok eden kum ocaklarına karşı duruyorsanız; flora ve faunanın yok olduğunu söylüyorsanız, çimento fabrikalarının yarattığı toz dışında emek ve doğa sömürüsünü de eklediğimizde... Sizin yollara, parklara ya da herhangi bir yere parke taşı döşemenizin bir anlamı yok.
Tamamıyla kendinizle çelişiyorsunuz. Yani hem ekolojik bir belediyecilik yaptığınızı söyleyip kum ocaklarına karşı duracaksınız, ama öbür taraftan onlarca kum ocağından kaynaklı üretilen kilitli parke taşlarını alıp, kentin yerel dokusuna uymadığı halde bunu döşeyeceksiniz.
Dönüyoruz; yıllardır elbette biz yerel yönetimlerin hepsiyle de ortaklaştık. Hem ekoloji hareketi olarak hem Ekoloji Birliği olarak "ekolojik belediyecilik nasıl olur" diye yıllardır anlatırız, anlatmaya da devam ediyoruz. Her seçim döneminde de strateji komisyonlarıyla bu bilgilerimizle ortaklaşırız.
Ne hikmetse seçimden önce hepsi ekolojik bir bilince sahiptir. Ama yerelde iktidara geldiğinde -evet, yani yerel yönetimler devlet nazarında bir iktidar alanı- buraya geldiğinde sistemde herhangi bir ekolojik ilerleme olmuyor. Bir öncekinin devamı olarak sürdürülüyor. Yani ekolojiyle ilgili herhangi bir ekleme ya da çıkarma yapılmıyor. Göstermelik olarak üç beş şey yapılıyorsa bile sonu yok.
Fosil yakıta karşı olduğumuzu söylüyoruz. Araba öncelikli bir yaşam olmasın diyoruz. Bisiklet kullanalım diyoruz. Ama dönüyoruz, her tarafa asfalt döküyorsa, ileriye kadar kilitli parke taşı götürülüp asfalt döküyorsa, bunun ekolojiyle açıklanabilir bir tarafı yoktur. Bunun kamu kurumu olmasıyla da açıklanabilir bir tarafı yoktur.
Hani çirkin bir örnek olabilir ama Roma, iki bin yıl önce o kentte hâlâ kullanılan yollar yapmış. Aradan iki bin yıl geçmiş, bu kadar para, olanak, çalışan var ve hâlâ siz kilitli parke taşı alıp köylere döşüyorsanız; sizin ekolojik bilinciniz ya yoktur ya da elinizde kovayla bir değirmene su taşıyorsunuzdur.
Herhangi bir belediyede bir niyet varsa, buna dair bir çalışmaları varsa da bir bilgilendirme olmadığı için bilmiyorum. Ama basına yansıyan, görünen, yapılan çalışmalara baktığımızda geçen gün Şırnak’a, Bursa yereline ait çam türleri ekilmiş.
Evet, bir yandan ormanlar yakılıyor, doğa tahrip ediliyor. Bu, devletin uzun yıllardır planlı bir şekilde yaptığı ve tanık olduğumuz bir şey. Öbür yandan, yerel yönetimler tarafından ağaçlar dikiliyor, ancak dikilen ağaçlar genellikle çam ağaçları oluyor. Ya da peyzaj çalışmaları yapılırken daha bölgeye özgü, Kürdistan'a özgü çiçekler yerine, dışarıdan çiçekler tercih ediliyor. Bunlara dair yorumunuz ne olur?
Biz, yıllarca orman yangınlarından sonra bölgenin yereli olan meşe tohumlarını yangın çıkan alanlara götürüp dağıttık. Bunu bir defa yapmadık; en az 3-4 defa yaptık. Her yangından sonra, geniş kapsamlı bir çalışma olarak Dersim’de, Şırnak’ta, Wan’da, Amed’de, yani kitleler halinde meşe tohumları diktik.
Dikmenin yanlış kısmı ne ki? Biz, askeriyenin ya da devlet yapısının bize verdiği istilacı, işgal mantığının ürünü olan yabancı tür ya da yabancı çamları getirip dikmeyi açıklayamıyoruz. Yani birileri açıklayabiliyorsa buyursun, açıklasın. Ya güç getiremiyorlar ya da “bilmiyoruz” denirse... Yerel yönetimler 10 yıldan fazladır bizde.
Tabii kayyum atamalarını da göz önünde bulundurarak haksızlık etmek istemiyorum, ancak bu alanda mücadele yürütüyoruz, yazıyoruz, anlatıyoruz, toplantılar yapıyoruz, bilgilendirmeleri sürdürüyoruz. Devlet kayyum atıyor, o kayyum da gelip kendi yandaşlarını zengin etmek için Amed’de, Wan’da ve diğer Kürdistan kent ile ilçelerinde, Kürdistan’ın bitki örtüsüyle hiçbir uyumu olmayan, yalnızca yandaşları zenginleştirme amacı güden peyzaj çalışmaları yapıyor.
Ancak demokratik yerel yönetimlerin de peyzaj çalışması yaparken kent ve bölge dokusunu, bitki örtüsünü dikkate almadan -yapmış olduğumuz onca bilgilendirmeye rağmen- örneğin, meşe yerine çamı tercih etmesini anlamlandıramıyorum. Bu durumda ya kimse bizi dinlememiş ya da ekolojik paradigmayı sözlü olarak benimseyip pratikte ekolojiye dair önceliklere yer vermemişler diyorum.
Ekolojik bir yaklaşım yok! Hani çok niyet okumaya da girmeyelim ama... Bilmiyorsanız, 10 yıldır anlatıyoruz. Mezopotamya Ekoloji Hareketi olarak, Ekoloji Birliği olarak biz belki 100 belediyenin 5 tanesine oturup bu meseleyi anlatmışızdır. Ne bileyim, Türkiye belediyelerine de bu meseleyi anlatmışızdır. Hani başka belediyeler yapmadığı zaman anlayabiliyorsun, “sistem belediyesidir” diyorsun. Ama senin yıllarca emek verdiğin, ekolojiyi anlattığın bir alandaki belediye oturup sistem belediyesi gibi davranırsa, bu çok anlaşılır bir durum değil. En azından ben, çok anlayamıyorum.
Son bir sorum olacak. Özellikle son dönemlerde Kürdistan’da HES'lere ek olarak GES'ler yapılıyor. Güneş enerjisi panelleri takılıyor. Örneğin PASUR'da, GES yapım faaliyeti var ve ona karşı bir direniş söz konusu. Bunlara dair ne söylemek istersiniz? Bunlar ne düzeyde ekolojik tercihler olabilir?
Aslında biz bir baraja ne kadar karşıysak, kilitli parke taşına da o kadar karşıyız. Yani biz baraja karşı durup, kum ocağına karşı durup, kilitli parke taşı döşüyorsak bu doğru bir şey değil. Aynı şekilde biz eğer bir baraja karşıysak, bir GES'e de karşı duruyoruz. GES'e karşı durmamızın sebebi, güneş panellerinin ticari ömrünün 20 yıl olmasıdır. Ve içinde onlarca kimyasal, zehirli, insan ve insan dışı canlı yaşama zarar verecek kimyasallar barındırıyor. Ve 20 yıl sonra, yani kapitalistlerin deyimiyle katı atık haline geliyor. Onun getirisiyle, 20 yıl sonra dönüşümü ya da imhasıyla ilgili giderleri bile karşılayamıyor.
Ama devlet, gidemediği alanlara sermayenin, özellikle enerji sermayesinin dağa, tepeye, dereye, araziye, tarlaya, köy meralarına bir şekilde konmak için kullanıyor. Bir enerji komünal olarak üretilmiyorsa, doğa, insan, kadın, çocuk sömürüsü varsa, bunun "yeşil" olabilme şansı yoktur.
Kürdistan’da, özellikle devletin giremediği yerlere şimdi sermaye üzerinden, sermayenin de özellikle maden ocakları üzerinden çok hızlı bir girişi vardı. Son dönemde de güneş santralleri üzerinden arazi, arsa, meraların gaspını yapıp, bir de bir şekilde uzun vadede de aslında oradaki insanları göç ettirme üzerine kurulu bir politikadır diyebiliriz.