Ulusal birlik ile tarihi sürece cevap vermek

Kesinliklerden, ön yargılardan uzak durarak var olan sorunları, sorunlarımızı gelecek aydın gelecek ve özgürlük dolu günler için bir Ulusal Kongre ya da Ulusal Konferans’ta çözme gücünü gösterebileceğimiz umuduyla…

Ortadoğu sözün tam manasıyla bir alt üst oluş sürecini yaşıyor. Alt üst oluş süreçleri siyasi literatürde Devrim Anları ve yahut Devrimci Durum olarak tanımlanıyor. Devrimci Durumlar her zaman her halka istedikleri zaman nasip olan durumlar değildir. Devrimci Durumların oluşması için birçok etkenin bir araya gelmesinin zorunluğu bulunuyor. Dünya, bölge, yerel, sübjektif-objektif derken birçok gelişmenin yaşanan konjonktür ile bağı bulunuyor. Tümünü bir araya gelmesinde dile getirilen Devrimci Durum oluşabiliyor.

Unutulmasın ki Devrimci Durumları değerlendiren halklar kendi kaderlerini ellerine alarak kendilerini özgürleştirebilmişlerdir. Bu durumları sağlıklı değerlendiremeyen halklar ya da hareketler ise –birçok halkın direniş tarihinde görüldüğü gibi- kaderleri başkaları tarafından çizildikleri için, boyunduruklardan bir türlü kendilerini kurtaramamışlardır.

Bugün bölgemizde yaşanan tarihi süreç yüz yıl önce oluşturulan statülerin yıkılma sürecidir. 17 Mayıs 1916 yılında Sykes-Picot ile paylaşım kıskacına alanın Ortadoğu halkları ve coğrafyası -10 yıllık bir tartışma süreci ardından-5 Haziran 1926 yılında statüsü belirlenerek bugünlere kadar gelmiştir.

Statüleri en çok negatif belirlenen halkların başında ise Kürtler gelmektedir. Kürtler gibi; Ermeniler, Asuriler’de benzer bir kıskaç altına alınmışlardır. Kürtler son yüz yılda belki de tarihlerinin en karanlık çağını yaşadıklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Kürtler yok sayıldıkları için büyük direnişlere geçseler de oluşan devletlerarası statüden kaynaklı, direnişlerini siyasal olarak taçlandırmada sonuç almadıkları gibi her direnişleri ardından büyük kırımlarla yüz yüze de kalmışlardır.

Yüz yıl önce oluşan devletlerarası statü Rojava Devrimi ile birlikte adım adım Kürtler açısından bir aşılmayı yaşamaktadır. Kaldı ki devletlerarası sistem henüz 1990’larda Yeni Dünya Düzeni adı altında bölgede ulus devlet ve Meliklerin tekçi rejimlerinin gelişen ulus üstü sermayenin önünde engel olduğunu görmüş olduklarından o yıllarda Ortadoğu’da bazı değişiklere gitmek istemişlerdir. Ancak en belirgin bir müdahaleyi ise 2003 yılında Saddam’ı devirme süreci ile başlamış ve 2010 yıllarına geldiğimizde ise neredeyse tüm Arap dünyasına yayma çabası içine girmişlerdir.

Kürt Halk Önderliği Ortadoğu Savunmasında; üç çizgiyi dile getirmektedir:

“Birincisi, eski statükoyu korumaya çalışanlar, birinci ve ikinci dünya savaşından sonra yapılandırılan bölge ülkeleri, siyasi ve ekonomik olarak ulus-devlet modelinde ısrar etmek isteyecekler…

İkinci senaryo, ABD’nin ağırlığı altında yeniden yapılanmadır. İngiltere ve Fransa’nın birinci dünya savaşı sonrasında yaptıklarına benzer bir uygulama tasarlanmaktadır…

Üçüncü senaryo bu gereksinime yanıt verme temelinde geliştirilecektir. Başat, hegemon gücü kendisi olmak koşuluyla, her iki tarafa uzlaşmayı dayatacaktır…”

Şimdi yaşanan bu çizgilerin büyük mücadelesidir. “Düzenlenme aralıkları kaos anları olarak ölüm gibi gelse de, yaşamın gerçekleşmesi için zorunlu gibi görünmektedir” tespiti tam da içerisinde geçilen an’dır. Bir ek olarak Ulus Devletçi çizginin giderek DAİŞ türü çetelerin İslami renkle kendilerini dışarıya vurmalarıdır.

Yüz yıllık statüko çatırdamaktadır. Kürtler bu yeni mücadele sürecine Özgür Demokratik bir Kürdistan’ı sığdırma şansları her zamankinden çok daha fazladır. İlişki-çelişki diyalektiğini doğru değerlendirecek olan Kürtler bu kez kendi kaderlerini kendi ellerine alabileceklerdir.

Ancak unutulmasın ki, birinci dünya paylaşım savaşı sürecinde de benzer bir durum yaşanmıştı. Yaklaşık 10 yıl süren birçok görüşme, tartışma, konferans, antlaşma sonucunda Kürtlere birçok vaat verilmiş olsa da, onlara düşen yok sayılma olmuştur. Halbuki San Marino, Sevr ve Lozan’da Kürtler adına katılan Şerif Paşa’da yürütülen birçok toplantı salonlarında hatta yan odalarda hazır tutularak, “acele etmeyin, sizi düşünüyoruz, bir Kürdistan kurulacak” gibi söz ve vaatlerle uyutulmuşlar, 24 Temmuz 1923 yılında ise Lozan antlaşmasıyla yok sayılarak tam bir şoka tabi tutulmuşlardır.

Hem statülerin değişmeye yüz tuttuğu gerçeğini bilerek hem de devletlerarası güçlerin kirli çıkar ilişkilerini de dikkate alarak, Devrimci Durum sürecinde son derece uyanık ve pro-aktif bir politika yürütme içerisinde olunması gereği bunun için zorunludur.

Bir önemli husus bu olurken, ikinci önemli husus ise Kuzey Kürdistan'da Kürt halkına karşı tam faşizan bir ruhla saldıran AKP ve Erdoğan gerçeği olmaktadır. Kürt halkının tüm kazanımlarını ezme temelinde var olmuş olan bir AKP, aynen birinci dünya savaşı öncesi İttihat-i Terakki Hareketinin uyguladığı politikalara çok benzemektedir. Dikkat edilirse İttihat-i Terakki’de Kürtler başta olmak üzere birçok halkın öncü güçleriyle Osmanlının demokratikleşmesi ve parçalanmasının önünü alma temelinde ilişkiye geçmiş, ancak kendilerini sağlama aldıkça da halklara tam bir faşizan yapı olarak bir karabasan gibi çökmüşlerdir. Ermeni Soykırımı, Asuri Sayfo’su, Yunan Kıyımı, Çerkez Katliamları, Araplara yönelmeleri ve Kürt Kırımı hep bu süreçler ardından yaşanmıştır.

AKP ve Erdoğan’ın da benzer bir yolu izlediği her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Sıkışan bir Osmanlıyı kurtarmak için öne atılmış, ardından da özleri olan Pan Türkizmi-Pan İslamist zihniyetleriyle de halklara kan kusturmuşlardır.

İlginç bir benzerlik ise yüz yıl önce Osmanlılarla Alman Kayserliği arasında gelişmiş olan ilişkilerin benzerini bugünlerde yaşanmasıdır. AKP-Erdoğan çetelerinin çok bilinçli bir şekilde suni bir Mülteci Sorunu yaratarak, DAİŞ çetelerini de içlerine katarak Avrupa’ya yönlendirmeleri ardından gelişen Merkel ve Erdoğan-Davutoğlu ilişkileri de dikkatleri üzerine çekmiştir.

Unutulmasın ki İttihat-i Terakkilerin akıl hocalığını zamanında Alman olan General Colman von der Goltz, Rohrbachlar yapmışlardır. Hatta Ermeni Soykırımının akıl verenleri de yine bunlar olmuştur. Benzer bir durumu ise şimdi Almanya’nın Merkel’i üstlenmiştir.

Bugün AKP ve Erdoğan faşizmi inanılmaz ölçüde bir yönelimle-büyük insanlık suçları işleyerek-saldırırken, devletlerarası güçlerden tek bir ses çıkmamaktadır. Hatta tam tersi durumun doğru olduğunu söylemek daha yerindedir. Yine zamanında Lozan ile var olan bir cumhuriyetin şimdiki cumhurbaşkanı Lozan’ın kendi içlerine sinmediğini söylemekte, Selanik’in alınmasını dillendirmekte, sınırların kendilerini daralttığını ifade etmekte derken tümden saldırgan bir politika izlemesine rağmen tek bir ses çıkmamaktadır.

Tam bir diktatör olarak ortaya çıkan ve Türkiye’de bir rejim değişikliğini gerçekleştiren cumhurbaşkanı sadece sözler ile sınırlı kalmıyor. Örneğin Cerablus’a girmiş ve Bab’a doğru inmiş şimdi de Minbiç’e gireceklerini ve hiçbir şekilde yeni bir Kürt oluşumuna izin vermeyeceklerini açıktan ifade ederlerken, Musul’da da olacaklarını hatta bu durumu güçlü hissettirmek için Kerkük’e ve Şengal’e DAİŞ güçlerini saldırtmaktadır. Dahası Şengal’i de bizatihi kendilerinin saldıracaklarını da çekinmeden ifade edebilmektedirler.

Dahası, her ne kadar şimdiden tekçi olanların tüm yetkilerini halklara karşı kullanan bir Cumhur reis var ise, önümüzde duran Referandum ile -eğer yapabilirlerse- yapacaklarını hukuka da oturtarak Kürtler başta olmak üzere Türkiye’nin tüm renklerine karşı bir saldırını içerisine gireceklerini şimdiden güçlü bir şekilde dillendirmektedirler. Osmanlı’nın 22 milyon kare toprağından Lozan’ın içlerine sinmediği sözlerine, Halep’ten Musul’a hepsinin kendi atalarının toprağı olduğundan, ne kadar tek tek tek varsa onlara kadar uzanan sözler özü itibariyle Kürtlerin karşı karşıya kaldıkları tehlikeleri göstermeye yeter de artar da…

Sözü uzatmadan belirtelim ki; büyük konuşarak, Ortadoğu’yu daha fazla kaosa sürükleyeceğinin duygusunu ve ortamını yaratarak devletlerarası güçlere aynen yüz yıl önceki gibi Musul tehdidini kullanarak yeniden Kürt kıyımını yapabilmenin yeşil ışığını alabileceklerinin planını yaptığı giderek daha iyi görülmektedir.

 

Daha somut olarak; Kürtler zaten yüz yıldır yok sayılmışlardı. Şimdilerde yeni yeni tarih sahnesine çıkarlarken yeniden birinci dünya savaşında ve sonrasındaki süreç gibi bir tehlikeyle karşı karşıdırlar. Bir yönüyle özgürlük için çanlar çalarken diğer yandan tehlike çanları da Kürtler için yeniden çalmaktadır.

Kürtlere yeniden kölelik zinciri mi vurulacak yoksa Kürtler kendilerine en fazla lazım olan ÖZGÜRLÜK için birleşerek bunu sağlayabilecekler mi?

Böyle bir durumda öncelikli olarak Kürtlerin yapması gerekli olan ve yapmaları gereken en temel eylemi ne olmalıdır?

 

Özgürlüğün sağlanması için Kürtlere lazım olanı tek bir kelime de ifade edecek olursak: BİRLİK’tir.

Biz Kürtler hiçbir gerekçenin arkasına sığınmadan, ideolojik bakışımız ne olursa olsun, gücümüz ne olursa olsun yapmamız gerekli olan dört devlet tarafından sömürge altına alınmış, devletlerarası alanda yok sayılmış ve de neredeyse “Allah’ın üvey çocukları” olan bu halkın evlatları olarak güçlü bir birlik yaratmamızdır.

Devletlerarası konjonktürün, yine kimi parasal desteklerle yapılan sahte desteklemelerin, kimi sömürgeci devletlerin oyuna gelmelerin hepsinin geçici olduğunu iyi bilmeliyiz. Ve geçmişte de aynı güçlerin Kürtleri nasıl kullanarak ortada bıraktıklarını unutmayalım. Yukarıda genişçe ifade edildiği gibi, Sevr ve Lozan’da görmedik mi? Daha dün Mahabad’ı yaşamadık mı? Daha dün yaşanan Aşbatal sürecini unuttuk mu?

Kürtler yeniden bir ikilem ile karşı karşıyadırlar. Bu ikilem kader tayin edicidir. Öyle ki var olma yok olma sorunuyla eş anlamlı bir ikilem ile yeniden Kürt halkı ve bu coğrafyanın halkları olarak karşı karşıyayız.

Uzatmadan belirtelim ki, yaklaşık yüz yıl önce Kürtler benzer bir ikilem ile yüz yüze gelmişlerdi. Ancak o zaman hem Kürtler hem de bu coğrafyanın kadim halkları yeterince birlik olamamışlardı, olup bitenlere anlam verememişlerdi, oynanan oyunları yeterince çözememişlerdi.

Devletlerarası güçler ile ulus devlet projesini savunanların ortaklaşmasına karşı yeterince ve yetkince oluşturulamayan ortaklaşma çalışmaları ve arayışları sonucunda birçok renk bu coğrafyada soykırımda geçirilmiştir. Bu soykırımın en çok acı çekenleri ise Kürtler olmuşlardır. Kürtler 1925 yılları arası ile 1938 yılları arasında tam bir fiziki soykırımdan geçirildikten sonra ardından dünyanın eşine ender rastlanılan kültürel soykırımıyla karşı karşıya kalmışlardır.

Evet, şimdi yeniden benzer bir durum ile karşı karşıyayız. Kürtleri soykırımdan geçirmek isteyenler; “Ya istiklal ya ölüm” diyerek kendi saflarını netleştirmişlerdir. Benzer sloganlarını zamanında da yapmışlar ve Kürt soykırımını kendileri açısından pürüzsüz bir şekilde başarıyla uygulamışlardı. Şimdi de benzer bir süreci tüm cephelerde tüm Kürtlere karşı aynı anlayış ve aynı acımasızlıkla devreye koymuşlardır.

Kuzey Kürdistan’da dile getirdiğimiz süreç başlamıştır. Fiziki kırım saldırıları sürmektedir, belediyelere el konulmaktadır, demokratik siyaset ile uğraşan Kürt siyasetçiler tutuklanmaktadır, basın alanı kapatılmaktadır, anti propagandalarla Kürtler ve onların demokratik siyaset alanıyla özgürlük sahası linç edilmektedir, yalan-dolanlarla, büyük manipülasyon çalışmalarıyla tam bir sindirme çalışmasını, -askeri güçleri de dahil ederek-, sürdürülmektedir.

Bunlar yetmiyor Kürtlerin Türkiye sınırları dışında elde ettikleri kazanımlarına karşı saldırılar yapılmaktadır. Her gün Rojava bombalanmaktadır. Yetmiyor bizatihi alana inerek işgal edilmeye çalışılmaktadır.

Bunlar da yetmiyor Güney Kürdistan’a girilmek üzere hazırlıklar yapılmaktadır. Şengal işgal edilmek istenmektedir. Günlük olarak dağları bombalanmakta ve hatta Kandil alanı başta olmak üzere birçok alana girilme çalışmaları yansımaktadır. Derken her alanda provokatif çalışmalarıyla, kara propagandalarıyla Kürtlere ve onların kazanımları ve özgürlükçü duruşları hedef gözetilmektedir.

Yani, yani “Ya istiklal ya ölüm” diyenler Kürtlere ve Kürtlerle birlikte bu coğrafyanın renklerine karşı kapsamlı bir saldırı başlatmışlardır. Ve bu saldırıların amacı tümden sindirmeye, teslim almaya dönük saldırılar olması itibariyle özü itibariyle bir soykırımı içeriyor. Hatırlatalım ki Soykırım: “Genel anlamda konuşursak, soykırım milletin tüm üyelerinin kitlesel kırımlarla yok edildiği durumlar hariç, bir milletin anında yok edilmesi anlamına gelmek zorunda değil. Ulusal bir grubun yok olması niyetiyle grubun elzem yaşam kaynaklarının yok edilmesi amacını taşıyan çeşitli hareketlerden oluşan örgütlü bir planı ifade eder. Bu tür bir planın hedefi ulusal gruplara ait siyasi ve toplumsal kurumların, kültürün, dilin, milli hislerin, dinin ve iktisadi varlığın tahrip edilmesi ve bu gruplara dahil kişilerin bireysel güvenlik, özgürlük, sağlık, onur ve hatta yaşamlarının yok edilmesidir.”

Kürtlere ve Kürtlerle birlikte özgürlük değerlerine bağlı yaşamak isteyenlere karşı yukarıdaki soykırım tarifine göre bir uygulamanın Erdoğan ve AKP tarafında gerçekleştirdiğini söylemek abartı değildir. Birinci husus budur.

İkinci husus ise, Kürtler yüz yıldır ilk kez özgürleşebilecekleri gerçeğinin el dokunacaklar kadar yakın olmalarıdır. Kendi statülerini tüm dünyaya özelde de bölge güçlerine kabul ettirebilme imkanı ve fırsatını yakalamalarıdır. Kürtler herhalde uzun yıllardır ilk kez bu denli kendileri açısından böyle önemli tarih bir momentten geçiyorlar. Yaklaşık 90 yıldır yok sayılan Kürtler ilk kez var sayılacak koşullara doğru yürüyorlar.

Ancak sosyal ve siyaset bilimi bize tarihi momentlerin her zaman yaşanmadığını da söyler. Öyle ki tarihin önemli momentleri yani “var olma yok olma” momentleri, yüz yılda ya bir ya da hiç gelmez. Ya da gelse bile her zaman bu şartları değerlendirme imkanları olamaz.

Kürtler tarihi bir momenti hem konjonktürel olarak yaşıyorlar hem de sübjektif şartlar diye bildiğimiz bu işi başarıya götürecek öznelerine sahiptirler. Yani Kürtler var olmaları için hem objektif şartları müsaittir hem de sübjektif şartları. Objektif şartları bugün bölge korkunç bir alt üst oluş yaşanıyor. Arap devrimi ya da baharı dedikleri gerçeklik esasta bu coğrafyada yaşayan tüm halklar için yeni şartlar demektir. Ve tabii birde Kürtlerin önemli ölçüde örgütlülükleri yani sübjektif şartları vardır.

Kürtler tarihi bir eşikten geçiyorlar. Bu tarihi eşik Kürtler için hem büyük kazanma imkanları sunmakta hem de büyük kayıp etme tehlikelerini de kendi içerisinde barındırmaktadır.

Ortadoğu’da Kürtler için bunlar yaşanırken, Kürtlerin -daha doğrusu -sorumlu Kürtlerin ve Kürtlüğün yapması gerekenleri nelerdir? Bu sorulara verilecek yanıtlarla hangi Kürt duruşunun, Kürt halkının ve Kürdistan’da yaşayan halkların lehine bir duruş olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Kürtler uzun bir süredir ulusal birlik tartışmalarını yürütüyorlar. Bu ulusal birlik tartışma ve çalışmalarını ise bugün en yaygın kavramlaştırmayla; Ulusal Kongre olarak ifade ediyorlar. Bu bağlamda Kürtlerin Ortadoğu krizinden sağlıklı çıkabilmeleri için mutlaka birlik çalışmaları içerisine girerek, bir an önce Ulusal Kongre’yi toplayarak, önce Kürtler içi ve arası sorunları çözmeleri, ardından ise yaşadığımız bölge üzerinde birlikte yaşadığımız halklarla sorunlarımızı masaya yatırarak çözmeyi esas almaları gerekir. Aksi taktirde; Kürtler giderek karmaşıklaşan Ortadoğu’da ciddi zorluklarla hatta tehlikelerle yüz yüze kalacaklarını tüm siyaset bilimcileri ifade ediyor.

İşte tarihin böyle anlarında eğer birileri kalkıp bir halkın tarihiyle oynarsa orada bu durum asla ama asla af edilemez. Hele birde bu halk diğer halklarla birlikte kendi yolunu demokratik temelde inşa etmek isterken. Demokratik ulus yaklaşımıyla başka halklarla kardeşlik temelinde bir yaşamayı öngörürken böyle arkada, kenarda, sağında, solunda hançerlenmeyi asla ama asla kaldıramaz.

Ve tabii birde güneyde Kürtlere karşı açılan bir cephe vardır. Güneyin en büyük partisinin liderliği hem AKP’ye yakın bir tavır izlemekte, hem tek parti rejimiyle orada yaşayan Kürtler içerisinde ciddi rahatsızlıklar yaratmakta, hem Şengal’de direnişi örgütlemiş olan güçlerin çıkmasını istemekte, hem Rojava devrimine karşı çok fazla olumsuz bir rol oynamakta hem de adaletsiz bir şekilde gelir dağılıma karşı gelişen tepkilere sert yönelmektedir.

Özcesi, özgürlük sorununu çözme bir yandan Ortadoğu’nun içerisinde geçtiği süreçle bağlantılı o kadar yakın iken, bir yandan ise aynı biçimde Kürtlere karşı büyük tehlikeler aynı durumla bağlantılı olarak var iken bir diğer yandan ise birçok Kürt örgütü, kuruluşu, aydının öne sürdüğü- haklı haksız- eleştirileri ve talepleri vardır. Yani sorunlar vardır. Bu sorunların niteliğine bakmadan, haklı ya da haksız olduğuna bakmadan, bu sorunların çözümünü hedefleyen mekanizmaları bulmak- gerçek manada- her Kürt için tarihi bir görevdir.

Bu tarihi görevleri çözecek olan Ulusal Kongre ya da Ulusal Konferans çalışmalarıdır. Bir Ulusal Kongre ya da Ulusal Konferans’ın gerçekleşmesi önünde özelde bölgesel güçler ciddi engel olacaklar mı, olacaklardır. Kimi devletlerarası güç de buna karşı çıkacak mıdır, çıkacaklardır. İçeriden Bekoye Avanlar da böyle bir süreci engellemeye kalkışacaklar mıdır, kalkışacaklardır. Sözün kısası; Kürtlerin Ulusal Birlik çalışmalarını önünde engeller ciddi midir, ciddidir.

Dile getirilenler ne kadar doğru olursa olsun, ne kadar haklı olursa olsun bir gerçek vardır ki o da, hem Kürtlerin ve Kürdistanlıların özgürlük sorununu çözmek hem de Kürtlerin ve Kürdistanlıların yeniden bir Soykırıma muhatap olmamaları için, mutlak anlamda Kürtlerin ve Kürdistanlıların bir araya gelme zorunluluklarının bulunmasıdır. Çünkü tehlike gerçekten de büyüktür.

Kürt Halk Önderliği Abdullah Öcalan böyle bir çalışmanın gerçekleşmesi için çok çaba sarf etmiştir.

Kürt Halk Önderliği Abdullah Öcalan:

“Kürtler kendi Misak-ı Milli Kongrelerini toplayıp buradan kendi Lozanlarını tartışabilirler. Bu Kongre’de benim daha önce Ulusal Kongre için söylediğim beş ilke şartını tartışabilirler. Biz ancak bu beş ilke şartı ile Ortadoğu’da barış ve demokrasinin önünü açabiliriz. Hewler, Diyarbakır, Avrupa’da Lozan’da bu Kongre yapılabilir. Ben daha önce Lozan’ın yeniden inşası demiştim. Aslında ben o dönemdeki Kürtlere olan tarihi borcumu da ödemek istiyorum. Lozan sürecinde Kürtler Cumhuriyetle birlikte hareket ettiler. Bu dönem de Lozan’ı yeniden inşa ederek yarım kalan Kürt ayağını tamamlamalılar. Bu da Kürtlerin demokratik özgürlüklerinin, haklarının tanınması, anayasal-yasal güvenceye alınmasıyla olur. Kürtler bunun için çalışmalıdır.

Bu konferansta;

1- KNK kendini örgütlendirir. Öyle Güneydeki devlet gibi değil, sivil ve bağımsız bir şekilde çalışmalarını yürütür. KNK içinde her parçanın temsilcileri, sözcüleri olur. Böylece her parçanın temsiliyetini kazanır. KNK, FKÖ tarzında olabilir. İçinde KDP de olur, YNK de olur.

2- Konferansta icra görevini yapan bir Yürütme Kurulu oluşturulur. Bu Yürütme Kurulu diplomatik misyonu da içeren görevler icra eder. Bu kurul açık diplomasi faaliyetleri yürütür. Öyle Barzani’nin yaptığı gibi gizli-kapaklı gidip 40 devletle görüşmez. Onlara da şunu söylüyorum: Bu şekilde olmaz. Gizlice 40 devletle görüşürsen sadece ajanlık yapmış olursun.

3-Güneyde Kürt birlikleri olan peşmergeler var. PKK’nin silahlı güçleri de peşmergelerle birlikte Kürt ulusal gücüne dönüştürülür. Tüm Kürtleri soykırım vb. şeylerden koruyan ve güvenliğini sağlayan halk savunma gücüne dönüştürülür. Dört parçanın Kürtlerini de koruma görevini üstlenir.

Güçlerin daha önceki gibi karşı karşıya gelmemeleri ve birbirleriyle savaşmamaları, biliyorsunuz daha önce güçlerimiz birbirileriyle savaşmıştı, ayrı olan savunma güçlerinin Kürtlerin savunması için ortaklaştırırlar, birbirlerinden haberleri olur.

 

4- Bu konferansta dördüncü bir pratik öneri olarak Adalet ve Gerçekleri Araştırma Komisyonu kurulabilir. Ancak bu Adalet komisyonu sadece Türkiye için değil, dört parça için de kurulur ve hakikatleri araştırır. İran’daki durumu araştırır, Suriye’deki durumu araştırır, Irak’takini de araştırır, Türkiye’deki durumu ele alır.

Konferans için beş ilke şartı ve bu dört pratik öneri sunuyorum. Bunlar konferansta tartışılır:

Beş ilke şartından birincisi, sosyal ve ekonomik şartlar bir ilke şartı olarak kabul edilir. Bu ilke çerçevesinde Kürtlerin öncelikle kendi aralarındaki ekonomik-sosyal ilişkileri sağlanır ve bunu devletler düzeyinde de yaparlar.

İkincisi, kültürel şart. Kürtlerin kültürleri adına ne varsa bunları güvenceye alır. Kültür özgürlüğü sağlanır.

Üçüncüsü, birlik şartı. Kürtlerin kendi aralarındaki birliği ve ilişkiyi ifade eder. Tüm Kürtler birbirleriyle ilişki kurar, birlikte hareket ederler.

Dördüncü ilke, demokratiklik ilkesi. Kürtlerin diğer halklarla bir arada yaşamasını ifade eder. Bunu daha önce demokratik konfederalizm olarak da ifade etmiştim.

Beşincisi, halkın meşru savunma ilkesidir. Her halkın bir meşru savunma gücü vardır. Bu, o halkın varlığı için gereklidir.

Bu, Kürtlerin birliğidir.”

Özcesi, Kürtlerin ve Kürdistanlıların Ulusal Birliğini sağlama çalışmaları ciddi bir çalışma olduğu kadar, tarihi bir çalışmadır da. Ancak yukarıda ifade edilenlerden yola çıkarsak, böyle bir çalışmanın çok zor olduğu doğası gereğidir. Böyle zorlu bir çalışmaya önyargılardan, kalıplardan, düz yaklaşımlardan uzak, ancak var olan sorunları giderme temelinde bir yaklaşım biçimi esas alınırsa, çözülenmeyecek bir sorun kesinlikle olamaz.

Kürt Halk Önderliği Abdullah Öcalan’ın sözleriyle yaklaşımımızın ne olduğunu daha somut olarak ifade edecek olursak: “Politika da kesinlik diye bir şey yoktur. Daima başlangıç diye bir şey vardır. Kendini kesinliklere bağladın mı kendi kendini kıskıvrak bağlamış olursun. Bu durumda da hareket kabiliyetin kalmaz. Bu nedenle ufku çok net görsen bile, önüne bir bulut kümesi koyup öyle okumaya çalışacaksın. Flulaştırıp öyle çözmeye çabalayacaksın. Bu seni daha çok yoğunlaşmaya, çözmeye yöneltir. Sonuçta yorulursun ama gerçeği çok boyutlu görme ve değerlendirme imkanın olur. Düşünce gücüne esneklik kazandırırsın. Politika da kesinlik katılığa, katılıkta donmaya, durağanlığa yol açar.”

Kesinliklerden, ön yargılardan uzak durarak var olan sorunları, sorunlarımızı gelecek aydın gelecek ve özgürlük dolu günler için bir Ulusal Kongre ya da Ulusal Konferans’ta çözme gücünü gösterebileceğimiz umuduyla…