’Terör mağduru’ mu soykırımcı yalancı mı?

KCK Genel Başkanlık Konseyi Üyesi Ali Haydar Kaytan'ın Yeni Özgür Politika gazetesinde yayımlanan makalesi...

Soykırım terimi ilkin Polonya Yahudisi bir hukukçu olan Raphael Lemkin tarafından kullanılmıştır. Lemkin, soykırımın ilkin Ermenilere karşı uygulandığını, ardından Hitler’in aynı doğrultuda harekete geçtiğini belirtir. Yani Amerika kıtasında yerli halklar üzerindeki soykırım uygulamaları bir yana bırakılırsa, modern çağın en kapsamlı ilk soykırımının Türklerce geliştirildiği açıktır. Ermeni Soykırımı, bir Türk ulus-devleti inşa etmek isteyen İttihat ve Terakki iktidarının eseri olmuştur. Dolayısıyla Türk ulus-devleti Ermeni, Asuri-Süryani ve Kürt kıyımı üzerinde yükselen bir devlettir; birçok kadim ulus ile etnik ve kültürel topluluğun imhası temelinde var olmuş bir soykırım aygıtıdır.

Söz konusu soykırımlar Birinci Dünya Savaşı koşullarında yaşandı. Almanya suç ortağı olarak bu soykırımlarda aktif yer aldı. Soykırımı yapan Osmanlı-Türk ordusunu eğitip modernize eden güç yine Almanya oldu. Bu süreçte Osmanlı coğrafyasına ‘Enverland’ adı verilmişti. ‘Tek adam’ rejimini ifade eden bu kavram, aynı zamanda Türk-Alman ilişkilerinin ne kadar derin boyutlar kazandığını ortaya koyuyordu. Dönemin temel sorunu Türklüğün ‘beka’ sorunuydu. Balkanlardan kovulan Türkler, Arap topraklarını da büyük ölçüde kaybetmişlerdi. Elde kalan toprakları Türkleştirmek, öncelikle ulusal uyanış halindeki Ermenilerin tasfiyesinden geçiyordu. Batılı güçlerin eldeki Osmanlı toprakları üzerinde bir Ermeni devletine yeşil ışık yakmaları da bu soykırımda kışkırtıcı bir rol oynamıştı.

Batılı büyük devletler, başta Ermeniler olmak üzere Hıristiyan halkların soykırımdan geçirilmesi karşısında sessiz kaldılar. Utanç verici bir yaklaşımla tenkil ve tehcir harekatlarına göz yumdular. Bu durum ağır soykırım suçları işleyen Nazileri cesaretlendiren önemli bir etken oldu. Nitekim Hitler de Yahudi Soykırımı öncesinde bu gerçekliğe işaret ediyor, “Ermeniler yok edilirken kim buna itiraz etti?” diye soruyordu. Gerçekten aynı devletler Yahudi Soykırımı karşısında Ermenilerdekine benzer bir tutum takınmışlardı. Hatta ‘saf ırk’ yaratmak gibi korkunç bir eylem ulus-devlet teorisyenlerince bilimin gereği olarak görülüyor ve büyük bir sempati topluyordu. Homojen ulus, ulus-devletin temel ülküsüydü ve soykırım uygulamalarının sessizce geçiştirilmesinin önemli bir nedeni buydu. 

Yahudi Soykırımının dünya çapında yarattığı infial, savaş sonrasında yeni soykırımların önlenmesine yönelik bazı tedbirlerin geliştirilmesine yol açtı. "Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi" BM tarafından kabul edildi. Aynı şekilde AB de benzer sözleşmelere imza attı. Ancak bu sözleşmeler gerektiği gibi uygulanmadı. Bu haliyle söz konusu sözleşmeler ulus-devlet sisteminin bir soykırım yapılanması olduğunu gizleyen asma yaprağı işlevi görmenin ötesine geçemedi. Özellikle Kürt soykırımı yok sayıldı. İttihat ve Terakki’nin soykırım geleneğini devralan Türk devleti NATO üyesi olunca, Kürtlerin her türlü hak arayışı NATO Sözleşmesi’nin beşinci madddesine çarpacak ve kırılmaya çalışılacaktı. Daha net bir ifadeyle, NATO Kürt soykırımında suç ortağı olacaktı.

Bu satırlar yazıldığında, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg Ankara’da bulunuyordu. Stoltenberg ziyaretine başlamadan önce yaptığı açıklamada, Türkiye’nin NATO üyeleri içinde ‘terörden en çok zarar gören ülke’ olduğunu açıklamış ve ittifak üyelerini Türk devletini desteklemeye davet etmişti. Belli ki Ankara’daki görüşmelerin temel gündemi yine Kürt direnişi olacak ve Stoltenberg Kürt soykırımına desteğini açıklayacak. Yirmi milyonu aşkın nüfusu olan Kürt toplumu bütün temel haklarıyla birlikte yok sayılacak. Soykırım tehdidi altındaki Kürtlerin varlık savaşı her zamanki gibi ‘terörizm’ diye adlandırılacak. Kürtleri yok saymaktan yok etmeye yönelmiş AKP-MHP faşizmine tam destek mesajı öne çıkacak. Tüm insanlık değerleri kirli bir bez parçası gibi çöp sepetine atılacak.

Stoltenberg mevcut duruşuyla adeta Enver Paşa dönemindeki Alman Generali Liman von Sanders’i andırıyor. O dönemde Ermeni Soykırımı gündemdeydi, şimdi de Kürt soykırımı. O dönemde ‘tek adam’ yönetimi vardı; bugün Türkiye’de ondan çok daha beter bir ‘tek adam’ yönetimi söz konusu. O dönemde Osmanlı topraklarına Enverland deniliyordu; günümüz Türkiye’si ‘Erdoganland’ adını çok daha fazlasıyla hak eden işgale uğramış bir ülke durumuna düşmüştür. O zaman Birinci Dünya Savaşı yaşanıyordu, bugün Üçüncü Dünya Savaşı. O dönemde bölgenin en kültürlü uluslarından olan Ermeniler Ortadoğu’dan silinmişti; bugün benzer bir akıbet bölgenin en uyanmış halkı olan Kürtlerin başına getirilmek isteniyor. Tasmasız yapamayan Kürt hainleri o zaman Ermeni Soykırımına katılmışlardı; aynı güruhun tarihsel uzantıları bugünkü Kürt soykırımında yerlerini alıyorlar. Eskinin Alman devletinin yerinde ise artık NATO duruyor. Hem de çok daha büyük bir cesaretle.

Diktatör Erdoğan’ın Lozan’ı güncellemekten söz etmesinin Ege Denizindeki bazı Yunan adaları üzerinde hak iddia etmekle sınırlı olmadığını Stoltenberg de iyi biliyor. Diktatör bununla Rojava ve Güney Kürdistan’ı ilhak etme niyetini ortaya koyuyor. Kaldı ki, bu artık bir niyet beyanı olmaktan çıkıp fiiliyata dökülmeye başlamıştır. Efrîn’deki temizlik harekatı ardından Türk ordusu Güney Kürdistan’ı işgal etmeye yönelmiştir. Masada etkili olmak için sahada güçlü olmak gerekir ya, diktatörün yaptığı budur. Amaç Lozan’da başarılamayanı başarmak, yani ‘Misak-ı Milli’ kapsamındaki Rojava ve Güney Kürdistan’ı ilhak etmektir. AKP-MHP faşizmi, Bakur dahil Kürdistan’ın bu parçalarını Türklük için bir ‘Lebensraum’ olarak görüyor. Plan, Efrîn’de olup bitenleri genele yaymaktır. Burada Kürt kimliğine yer yoktur; kendisine hayat hakkı tanınacak Kürt tipi hain Kürt olacaktır. Başarı kazanıp kazanmayacağından bağımsız olarak, soykırımcı Türk yayılmacılığı işte bunu öngörüyor.

Özcesi Türk devleti ‘terör mağduru’ değil, soykırımcı bir terör devletidir. Hiçbir güç bu gerçeği değiştiremez. Yayılmacı bir politika izlemek ve Abdülhamit’in denge politikasını güncelleştirmek AKP-MHP iktidarının ömrünü belki bir parça uzatabilir, ama yıkılmaktan kurtaramaz. Enver Paşa’dan Hitler’e, Mussolini’den Franco’ya, İdi Amin’den Saddam Hüseyin’e kadar tüm diktatörler ve diktatörlüklerin akıbeti ne olmuşsa, AKP-MHP diktatörlüğünün akıbeti de o olacaktır. Kürt halkı Erdoğan diktatörlüğünün ‘nihai çözüm’ hevesini kursağında bırakacaktır.