Tehlikeli düşünceler: Şiddet karşıtlığı
Tehlikeli düşünceler: Şiddet karşıtlığı
Tehlikeli düşünceler: Şiddet karşıtlığı
Şiddet karşıtlığı konusunda insanlık tarihinden çıkarılabilecek bir numaralı ders tarih kitaplarında bu konuda tek bir kelime dahi geçmemesidir. Tarih bize medeniyetler arasındaki büyük savaşları, güçsüzleştikçe diğer milletlerin, devletlerin, imparatorlukların istilasına, işgaline uğradığını öğretir. Tarihe yön veren kişiler hep şiddeti etkin bir şekilde kullanan, büyük savaş teorisyenleri olarak adlandırılır. Üç semavi din çıkışlarında şiddete karşı açık bir duruş gösterse de egemenliğin kullandığı bir araç olarak sonradan şiddeti kutsadı ve dinlerin tarihi de organize şiddetle yakından ilişkilendi.
Tarihin şiddet karşıtlarına sırtını dönmesi onların tarihin her sürecinde var olmadığını göstermiyor tabii ki. Aksine tüm çağlarda iktidarların “tehlikeli düşünce” olarak damgaladığı akımların başında şiddet karşıtlığı geliyor. Dünyadaki en devrimci düşüncelerden biri olan şiddet karşıtlığı toplumun tüm doğasını değiştirme iddiası nedeniyle egemen düzen için büyük bir tehdit anlamını taşıyor. Sadece iktidarlar değil, dünyadaki hemen hemen tüm kültürel ve entelektüel oluşumlar şiddet karşıtlığını marjinal bir düşünce olarak nitelendiriyor.
Tarih boyunca şiddet karşıtı birçok insan oldu. Hiçbirinin “büyüklüğü” Sezar ya da Napolyon’la karşılaştırılamasa da Haçlı Seferleri sırasında da şiddeti reddedenler vardı, Birinci Dünya Savaşı sırasında da.
Şiddet karşıtlığı çoğu zaman pasifizm ile karıştırılır. Pasifizm, şiddet karşıtlığından öte psikolojik bir durumdur. Pasifizm gerçekten pasiftir ama şiddet karşıtlığı aktif bir durumdur. İsa peygamber kendine vurana diğer yanağını çevirmeyi buyurduğunda yaptığı şey pasiflikti. Ama karşısındaki düşmanı sevgi ile kazanmayı buyurduğunda ise bir şiddet karşıtlığı durumunu savunuyordu. Tabii ki İsa peygamber o gün kurduğu dinin milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanacak savaşlara neden olacağına, Hıristiyanlığı Avrupa imparatorlarının elinde savaş oyuncağı haline geleceğinden bihaberdi.
DİNLER VE ŞİDDET
Tüm dinler şiddet karşıtlığının gücü konusunda buyruklara sahiptir. Dünyanın en eski dini olan Hinduizm’in en temel yasası “Ahimsa paramı dharma”dır. Kaba bir tercümeyle “Şiddete karşı olmak en temel görevdir”. Hindu lider Mahatma Gandi’nin sık sık tekrarladığı bu yasa mutlak uyulması gereken bir yasa değildir. Hinduizme göre karşıdakinin şiddet uygulaması durumunda ise savunma için şiddet uygulama mubahtır. Hatta sagalara göre şiddet karşısında pasif durmak günahtır.
Çin ve Tibet’te yaygın olan Budizm de herhangi bir canlı varlığın öldürülmesini yasaklar. Tibet versiyonunda ise insan öldürülmesi günah ancak hayvanların uygun bir şekilde öldürülmesi mubahtır. Et tüketen Budistler, hayvanları öldürürken kan akıtmazlar onun yerine boğarak öldürmeyi tercih ederler.
Yahudilik dünyanın en eski tek tanrılı dini konumunda. Musa peygambere indirildiği rivayet edilen 10 Emir’den altıncısı öldürmeyi kesinlikle yasaklar. Her ne kadar kutsal kitapta Yahudiliğin doğuşu ve gelişimindeki savaşlar ayrıntılı bir şekilde anlatılsa da hiçbir hüküm 10 Emir’deki öldürme hükmünü aşamaz.
Yahudiler tarihin her döneminde savaşa girmiş ve Kutsal Kitapta da anlatıldığı gibi “büyük zaferler” kazanmış olsalar da askeri zaferleri kutlamazlar. Kutlanılan tek tarihi zafer Hanuka’dır. Bu da 19. yüzyılın sonunda Siyonizmin gelişmesiyle kitleler halinde kutlanmaya başlanmıştı. Dini bir tatil olmaktan öte Hanuka günümüzde yılbaşı zamanında Yahudilerin de yılbaşı pazarına katılmasından başka bir şey değil. Yahudi takvimine göre kışın sonuna denk gelen Hanuka’nın yılbaşı zamanına “kaydırılmasının” başka bir anlamını bulmak zor.
Genellikle Yahudi tatilleri şiddeti reddeder. Yom Kippur zamanı Yahudiler, Musa peygamberi takip eden Firavun ordusunun Kızıldeniz’de boğulmasının yasını tutarlar. Yahudilikte düşmanlar için nefret yoktur.
İslam ilk çıkışında Medine’de kurulan küçük Müslüman şehrini korumak için şiddete başvurmak durumunda kaldı. Mekke aşiretlerine karşı savaşan Müslümanlar şehirdeki hakimiyetlerine karşı çıkan Yahudi isyancıların tümünü öldürdü. Kendini savunma dışında şiddeti yasaklayan İslam’a inananlar bu durumu da önleyici saldırı olarak tanımlayarak mübah kıldı.
Muhammed peygamber döneminde Müslümanlar toplam 19 savaşa girdi. Biri dışında tümünde galip geldiler. Muhammed Veda Hutbesinde Müslümanlara mecbur kalmadıkça şiddet yolundan gitmeme çağrısında bulundu. Ancak Muhammed’in ölümünün ardından İslam’ın ilk çıkışındaki kendini savunan, inananları güvenceye alan karakteri hızla kayboldu. Ölümünü takip eden 6 yılda İslam orduları Kudüs, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika’yı fethetti. İslam’da mezhepleşmeler ve iç çatışmalar başladı.
İslam’ın cihat kavramı da egemenlik peşindeki güçlerin elinde yozlaştı. Cihat ilk İslam bilginleri tarafından gayrı-Müslimlerin şiddetsiz dine çekilmesi yani iknayı esas alıyordu. Cihat Müslümanlar açısından mükemmel bir insan olmanın ifadesiydi. Pek az bilgin cihat kavramından silahlı mücadele sonucunu çıkarıyordu.
Bizans ve diğer Avrupa iktidarlarıyla içine girilen mücadelenin ardından eski cihat algısı hemen hemen tüm Müslümanlar için rafa kalktı.
İLK ŞİDDET KARŞITLARI
MS 1. Yüzyıldaki ilk Hıristiyan yazarlarından biri olan Ignatius savaş araçlarının tamamen terk edilmesini savunuyordu. Ignatius’a göre İsa peygamberin düşmanların dahi sevilmesi prensibinin uygulanması gerekiyordu. Ignatius’un öğretileri tuhaf bir şekilde en çok da Roma lejyonları arasında taraftar buldu. Bazı tarihçilere göre bu lejyonlara mensup askerler İngiltere’ye kadar yayılan coğrafyaya Hıristiyanlığın yayılmasında etkili oldu.
MS 2. yüzyılda doğan İskenderiyeli Origen ise açık bir şekilde Hıristiyanların Roma imparatorluğunun ordusuna katılamayacağını ve onun için savaşmayacağını söylüyordu. Bu duruşunu biraz daha yumuşatan Origen, Hıristiyanlara devletin zaferleri için dua edebileceklerini ama asla kimseyi öldüremeyeceklerini anlattı. Roma İmparatorluğu askeri egemenliğe ve sadık vatandaş konseptine ihtiyaç duyan bir yapılanmaya sahipti. Hemen hemen Origen’le aynı fikirleri savunan babası idam edilirken kendisi ise uzun süre hapsedildi ve işkencelerden geçirildi ve MS 254 yılında işkencelerin yarattığı tahribatlar nedeniyle öldü.
274 yılında günümüzde Cezayir topraklarında yer alan Numidya’da Maximilianus Victor adlı bir Hıristiyan 21 yaşına gelince her genç gibi Roma ordusuna katılmak zorundaydı. Ancak genç adam Roma konsülü Cassius Dion’un karşısına çıkarak bir Hıristiyan olduğunu ve orduya katılarak günah işleyemeyeceğini söyledi. Maximilianus Victor bunun üzerine idam edildi. Victor dünya tarihinde katledilen bilinen ilk vicdani retçi olarak tarihe geçti.
Hıristiyanlığın ordu karşıtlığı çok fazla uzun sürmedi. Din ilk öğretilerinden uzaklaştı ve günümüzdeki savaş hikayelerinin anlatıldığı İncil oluşturuldu. Roma imparatorluğu Hıristiyanlığı benimseyerek bu dini benimseyenleri iktidarla tanıştırdı ve ilk vicdani ret hareketi de böylece sona erdi.
İlginç bir şekilde Hıristiyanlık tarihinde şiddeti reddedenler hiçbir zaman yaşamları sırasında kabul görmemişler ve öldükten sonra “aziz” ilan edilmişlerdir. Bunun çok sayıda örneği vardır ve ilk örneği de İsa peygamberin ta kendisidir.
HAÇLI SEFERLERİ
1095 yılında Papa II Urban, Clermont’taki “barış konseyinde” yaptığı konuşmada Papalığın artık Tanrı adına savaş ya da barış ilan edebileceğini söyledi. Müslüman yayılmasının durması gerektiğini anlatan Urban, konuşmasını “Deus volt! – Tanrının istediği bu” sözleriyle bitirdi. Bu sözler Haçlı Seferlerine çıkan askerlerin temel sloganı oldu.
İlginçtir tarihin en karanlık çağlarından biri olan bu dönemde şiddeti reddeden, orduya katılmak istemeyenlerin sığındığı yer manastırlar oldu. Manastır hareketi özünde Kilisenin zenginleşmesine, din adamlarının siyasi etkinliğine karşı çıkmıştı. Bu nedenle Kilise hiçbir zaman Manastırları desteklemedi. Manastırlarda yaşayanlar kendi yiyeceklerini kendileri ürettiler, Ortaçağı’ın en parlak edebi ve bilimsel eserlerine imza attılar ve olağanüstü sanat eserleri ortaya koydular.
Bunlardan biri de Fransa’nın güneyindeki Katarlardı. Katarlar Mezopotamya’da ortaya çıkan Mani’nin dünya görüşünden etkilenmişlerdi. Şiddeti kabul etmeyen bir din sistemi oluşturan Mani’nin Avrupa’da ilk etkilediği kesim Balkanlardaki Bogomiller oldu. Tüm canlıların öldürülmesini yasaklayan Bogomiller, Osmanlıların istilası sırasında askerliği reddettikleri için katledildi.
Ama Güney Fransa’daki Katarlar Bogomiller kadar pasif değildi. Kiliseye karşı aktif bir şekilde mücadele ediyorlardı. İsa peygamberin öğretisinde öldürmenin bulunmadığına inanan Katarlar, devletin de öldürme yetkisine karşı çıkıyordu. Tüm çabalara rağmen Katarları Kilisenin mevcut otoritesine eklemleyemeyen Papalık; Katarları “şeytanlaştırmak” için mitler yarattı. Katarlar için kedilere taptıkları, ayinlerde kedilerin anüslerin öptükleri, ölü bebeklerin küllerini yedikleri gibi yalanlar uyduruldu.
1209 yılında Katarlara karşı bir Haçlı Seferi başlatıldı. Katarlar bu aşamada ikiye bölündü. Saf olarak ayrılanlar güvenli manastırlarda yaşamaya devam ederken diğerleri silahlandı ve Papalığa karşı savaştı. Bu Haçlı Seferi tam 100 sene son Katar, saf ya da asker, öldürülene kadar sürdü.
LYON’UN FAKİR ADAMLARI
1170 yılında Lyon’un en zengin adamı olan Pierre Valdes, İsa peygamberin öğretilerini izlediği ifade ederek, tüm varlığını fakirlere bağışladı ve birçok zengin arkadaşını aynı şeyi yapmaya ikna etti. Kısa sürede birçok taraftar kazanan ve Valdesiyanlar olarak adlandırılan grup, Batı Avrupa’nın tüm ülkelerine yayılmasıyla Kilisenin hedefine oturdu. Askerliğe, öldürmeye karşı çıkan Valdesiyanların büyük bir çoğunluğu katledildi. İsviçre’ye sığınan küçük bir grup kurtuldu. Onlar da daha sonra Protestan Reformuna katıldı.
Günümüz Çek Cumhuriyeti sınırları içindeki Bohemya ve Moravya’da 15. Yüzyılda ortaya çıkan Taboritler adlı hareket de Katarlar ve Valdesiyanlardan etkilenmişti. İdam cezasını, öldürmeyi ve askerliği reddeden Taboritler, Kilisenin tehditleri karşısında çareyi Tanrı için savaşta buldu. Savaşma kararını tetikleyen olan Taboritliğin kurucusu olan papaz Jan Hus’un Kilise tarafından yakılmasıydı.
Katarların aksine Taboritler 1420 yılında üzerine gelen Haçlı ordusunu yendi. Çek Cumhuriyetinde etkili olan Anabaptist akımının doğuran Taboritler, Osmanlı’ya karşı savaşmayı reddettikleri için uzun yıllar boyunca baskı altında tutuldu. Habsburg topraklarında tutunamayan Taboritler Polonya ve Almanya ve Hollanda’ya sığındı.
1572 yılında Hollanda’nın İspanya’ya karşı savaş başlattığı süreçte ülkede Mennonitler olarak adlandırılan bir akım başladı. Papaz Simon Menno öncülüğündeki grup İspanya’ya karşı savaşan Oranje prensi William ile bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmaya göre Mennoninitler savaş zamanında ek vergiler vererek askerlikten kurtuldu. 1672’de Fransa Hollanda’yı işgal ettiğinde Mennonitler gönüllü olarak itfaiye hizmetlerinde yer aldı. Bu nedenle Hollanda’da toplumun şiddet karşıtlığına karşı sempatisi oluştu.
DEVAM EDECEK