Tehlikeli düşünceler: Şiddet karşıtlığı
Tehlikeli düşünceler: Şiddet karşıtlığı
Tehlikeli düşünceler: Şiddet karşıtlığı
Avrupa’da 17. yüzyılda 30 yıl savaşları sırasında kanlı çarpışmaların en yoğun olarak yaşandığı ülke Almanya’ydı. Avrupa kıtasındaki çalkantılardan büyük ölçüde izole olan Almanya’da yaşanan büyük savaşlar şiddet karşıtı grupların ortaya çıkmasına neden oldu. 1648 yılında 30 yıl savaşlarının sona ermesinin ardından Paul Felgenhauer yazdığı “Savaş Perspektifi” adlı kitabında son savaşların dünyanın sonunun başlangıcı olduğunu yazarken Christian Hohburg da savunma amacıyla savaşa karşı çıktığını duyurdu. Annecken Hoogwand ise savaşı günah ilan edecek kadar ileri gitti.
Bu süreçte Luther’ın Protestanlığının militaristleşmesine karşı çıkan ve kendilerini Pietistler olarak adlandırılan bir grup da etkin bir şekilde muhalefet etmeye başladı. Bu akım daha sonra Hollanda’daki Mennonitler’e benzer Dunkerlar adlı pasifist grubu doğuracaktı.
Cromwell devriminden sonraki 17. yüzyıl İngiltere’sinde de savaşın getirdiği yıkım Quarkerlar adlı akımın ortaya çıkmasına neden oldu. Katolik ve Protestan mezheplerini reddeden Quakerlar ilk dönemlerinde Cromwell tarafından korunsalar da bağlılık yemini etmeyi kabul etmediklerini için baskılarla karşılaştı. İngiltere bu yıllarda Quakerların acımasız bir şekilde bastırılmasına sahne oldu. Birçok Quaker yargılanıp hapse atıldı, linç edildi, bazıları halka açık alanlarda kırbaçlandı. 1670li yıllarda ise Quakerların tüm toplantı evleri kapatılırken hareket pratik olarak yasaklandı.
1649 yılında İngiltere ilginç bir olaya sahne oldu. Kendilerine Kazıcılar adını veren ve ülkenin güneydoğusundaki Surrey kırsalında yaşayan bir grup eşitlikçi bir komün ilan etti. Şiddeti tamamen reddeden Kazıcılar, özel mülkiyeti kaldırdı ve ortak topraklarını ekip biçmeye başladı. Gerrard Winstanley liderliğindeki Komünde tüm unvanlar, tüm kurumlar kaldırıldı ve herşey topluluğun ortak malı ilan edildi. Ancak 1960larda ABD’deki hippi akımına ilham kaynağı olan Kazıcıların ellerindeki herşey organize edilen küçük bir ayaklanmayla ellerinden alındı ve komün dağıtıldı.
YENİ KITADAKİ ŞİDDET KARŞITLARI
Avrupa’da en çok dışlanan ve bastırılan kesimler olan şiddet karşıtı dini ve toplumsal gruplar yeni kıtada yeni bir yaşam için gemilere binenler arasında ilk sıralardaydı. Ancak büyük umutlarla gittikleri kıtada pek de hoş karşılanmadılar. Amerika’ya varan bilinen ilk iki Quaker Boston’dan 1656 yılında henüz yeni kıtada iki aylarını doldurmamışken geri gönderildi. Massachusetts ve Plymouth’ta yeni Quaker toplum önünde soyularak dövüldü ve kulakları ve dilleri kesildi.
Bu süreçte Amerika’da sadece Pennsylvania’da Avrupa’dan gelen şiddet karşıtlarına tolerans gösteriliyordu. Kısa sürede bu eyalete binlerce Quaker, Mononit ve Dunkerlar akın etmeye başladı. Buradaki koloninin ilk yılları şiddete mesafeli ve yerli Kızılderililerle iyi ilişkiler içinde geçiyordu.
Pennsylvania’daki milisler gönüllü güçlerden oluşuyordu. Bu koloni İngiliz idaresini kabul etmeyen tek koloniydi. Rhode Adasındaki Quakerlar inançları gereği askerlik hizmetinden muaf tutuluyordu. Eyaletteki güçlerin pek azı kıtadaki çatışmalara katıldı.
SÖMÜRGELEŞTİRMEYE KARŞI HAREKETLER
Avrupa ülkelerinin Yeniçağ tarihi sömürgeleştirme tarihi ile paraleldir. Sömürgeleştirilmek istenen halkların birçoğu bu duruma karşı silahla direniş göstermiş, yeni kıtalara yerleşmek isteyen Avrupalılardan pek az yerlilerle ortak bir arada yaşama gibi bir amacı benimsemiştir.
İspanyol Katolik papa Bartolome de las Casas bunlardan biridir. 1474 yılında İspanya’da doğan Casas, yerliler ve İspanyolların birlikte yaşayacakları şehirlerin kurulmasını isteyen ilk din adamıydı. Karayiplerin 2 milyon olan nüfusunun İspanyolların soykırımı sonucunda 200’e indiğini gören Casas, barışçıl bir halk olan yerlilere karşı İspanyolların “vahşi hayvanlar” gibi katliamlara giriştiğini yazacaktı.
Dünyanın en uzak bölgelerine kadar sömürge imparatorluğunu geliştiren İngilizlere karşı Güney Pasifik’te Yeni Zellanda’daki Maoriler çetin bir savaşa girişmişlerdi. 1867’de Maori lideri Te Whiti, beyazlara bir barış önerisinde bulundu. Bu barış eşitlerin barışı olacaktı. Beyazların adaya yerleşmesini kabul eden Te Whitti, bunun için tek şart olarak gelenlerin silahsız olmasını öne koymuştu. Aslan ve kuzunun birlikte yaşayabileceğini söyleyen Te Whiti’nin barışı gerçekleşti. Yeni Zellanda’ya bağlı Parihaka adası silahsız, yerli ve beyazların birlikte yaşadıkları bir ada oldu.
Fakat 1879 yılında bir grup beyaz Parihanka adasında bağımsız bir cumhuriyet ilan etti. Beyazlar Maorileri sürme konusunda anlaşmışlardı. O gün Te Whiti, çiftliklerde çalışan Maorilere “Gidip sabanınızın başına geçin. Arkanıza bakmayın. Eğer onlar silahlar ya da kılıçlarla gelirse korkmayın. Eğer size vururlarsa, siz onlara vurmayın. Eğer sizi kırarlarsa cesaretinizi kaybetmeyin. Sabanı elinden düşenin sabanına elinizi uzatın.”
Bu silahsız direnişe karşı beyazlar ne yapacağını bilemedi. Yeni hükümet saban süren Maorileri tutuklamaya başladı. Yüzlerce Maori Güney Adasına götürüldü. Ama geride kalan Maoriler topraklarını sürmeye devam etti. Te Whitti tutuklanıp sürgüne gönderilmesine rağmen sivil direniş sürdü.
1907’de Te Whitti öldüğü zaman Maoriler topraklarının büyük bir bölümünü kaybetmişti. Ancak silahsız direniş beyaz hükümetin, İngilizlerin soykırım planını bozdu. Bir anlamda bugün Yeni Zellanda’da hayatta olan 500 bin kadar Maori varlıklarını Te Whitti’nin silahsız direnişine borçlu.
ULUS DEVLETE KARŞI
1867’deki Paris Fuarı sırasında aralarında Alexandre Dumas, George Sand ve Victor Hugo’nun da bulunduğu bir grup yazar bir kitap yayınladı. Hugo ve diğer yazarlar dönemin birçok Avrupalı düşünürü gibi ülkelerin içinde bulunduğu sürekli savaş halinden ulus-devleti sorumlu tutuyordu. Mantık çok basitti: Eğer ulus-devlet olmazsa savaş olmaz. Hugo bu kitap için yazdığı önsözde, 20. Yüzyılda Avrupa’da ortak bir devletin ortaya çıkacağını ve Fransızlar ile Almanlar arasındaki savaşın çok uzak bir tarih gibi görüleceğini yazmıştı. Hugo Avrupa Birliği’nin kurulmasıyla haklı çıktı. Ama yanıldığı noktalar vardı. Hugo ortaya çıkacak olan devletin barışçıl, şiddeti reddeden, pasifist bir devlet olacağını savunuyordu.
1867’de Cenevre’de kurulan Uluslararası Barış ve Özgürlüğü Ligi adlı kuruluşun ilk toplantısı Lozan’daki ilk Sosyalist Enternasyonal toplantısının hemen ardından gerçekleşmişti. Organizatörler Enternasyonal’a katılan birçok kişinin Ligin kuruluşuna da katılacağını düşünüyordu. Ancak Karl Marks, Barış Ligi lehine Enternasyonel’a sunulan tüm önergeleri reddetti.
Marks insanların büyük çoğunluğu gibi güç ve siyaset dengesine inanıyor ve şiddet karşıtlarına güvenmiyordu. Hatta yakın çevresinde şiddet karşıtı hareketin gelişmesi durumunda Avrupa’nın bir Rus istilasına karşı savunmasız kalacağını söylemişti.
Engellere rağmen Ligin kuruluş toplantısına 6 bine yakın kişi katıldı. Bunların aralarında da çok sayıda Enternasyonal delegesi bulunuyordu. Toplantıda kurulu düzenin şiddetle yıkılmasını savunan Mikhail Bakunin, İtalya, Latin Amerika’da savaşan Guiseppe Garibaldi gibi isimler de bulunuyordu.
Toplantının tartışmaları oldukça çetin geçti. Sosyalistler sınıfsız bir toplum olmadan barışın hiçbir şekilde sağlanamayacağını savundu. Kimi delegeler Almanya’nın birleşmesini Avrupa barışına tehdit olarak gördüklerini belirtti. Çetin tartışmalara rağmen toplantı sonunda tüm dünya devletlerine orduların lağvedilmesi ve ırkçılığın ve köleciliğin terk edilmesi çağrısında bulundu.
Barış Ligi görkemli bir şekilde kurulmasına rağmen yüzyılın geri kalanında hiçbir etkisi olmayan bir kuruluş olarak sembolik varlığını sürdürdü.
BARIŞ AKTİVİZMİ YAYGINLAŞIYOR
Uluslararası alanda barış aktivistlerini örgütleme çabasının en yoğun olduğu dönem 1889 ile 1914 yılları arasıydı. Bu süreçte 20 uluslararası barış konferansı düzenlendi. Bu konferanslar pek ciddi bir sonuç doğurmadı ancak yerelde güçlü barış aktivistleri ortaya çıktı.
1870’te Almanya ve Fransa savaşa girdiği zaman Fransız yazar Edmond Potonie, küçük bir barış hareketi örgütleyerek Almanya ile savaşılmamasını ve sorunların masada çözülmesi için kampanya yürüttü. Benzeri bir kampanyayı İngiltere’de William Randal Cremer ülkesinin savaşa girmemesi için yapıyordu.
Bu dönemde barış ve şiddet karşıtlığı konusunda en büyük ikonlardan biri Rus yazar Leo Tolstoy’du. Dini bir pencereden şiddet karşıtlığına bakan Tolstoy uluslararası konferansların hiçbirine katılmadı. Ona göre şiddetin olmaması için tüm insanların basitçe ellerine silah almayı reddetmeleri gerekiyordu.
Ünlü Fransız ekonomist Frederic Passy de bu dönemde “Medeniyet barıştır, savaş barbarlıktır” diye yazacaktı.
1889’da Avusturyalı Bertha von Suttner’in yayınladığı “Silahlarınızı bırakın” adlı kitap dünyada büyük yankı yarattı. Soylu bir aileden gelen ve tüm ailesi asker olan bir kadının böylesi bir kitap yazması dönemin düşünürleri için oldukça etkileyiciydi. Bu kitap en büyük etkisini okyanus ötesinde, ABD’de gösterecek ve kölecilik karşıtı hareketlerin rehberlerinden biri olacaktı. Suttner yarattığı etki nedeniyle 1905 yılında Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü.
DEVAM EDECEK