Sustam: Kürt kültürünün kolonyal bağlardan kopması gerekiyor -IV-

Sosyolog Engin Sustam, asimilasyon politikalarının temelinde Kürtçenin yok edilmesinin amaçlandığını belirterek, Kürtçenin sokakta özgürce konuşulabilmesi ve Kürt kültürü üzerindeki kolonyal etkilerin yıkılması gerektiğini vurguladı.

ENGİN SUSTAM

Kürt sorunu ve onun temelini oluşturan sömürgecilik sorununun bir sınıf sorunu olduğunu belirten Sosyolog Engin Sustam, Kürtler üzerindeki en büyük yıkımın ise asimilasyon üzerinden yürütüldüğünü ifade etti.

Sosyolog Engin Sustam ile yaptığımız söyleşinin son bölümünü yayımlıyoruz:

‘ASİMİLASYONUN EN BÜYÜK PANZEHİRİ KÜRT DİLİNE HER ALANDA DESTEK SUNMAKTIR’

Asimilasyon politikaları Cumhuriyeti’n kuruluşundan günümüze kadar devam etti. Daha önceki süreçlere baktığımızda, asimilasyonun en etkili olduğu dönemin bu dönem olduğunu görüyoruz. Kültürel olarak nasıl bir politika yürütülmeli?

Asimilasyonun en güçlü panzehiri, Kürt diline her alanda destek sunmak; Kürtçenin eğitim, pazar, gündelik hayat veya kurumsal dile evrilmesine katkı sunacak durumların ısrarla arzulanması ve pratikleştirilmesidir. Bakın, Kürtçe basılan kitaplarda sorun yok ama okur bulmakta bir sorun yaşanıyor. Yani Amed’de kitap fuarının olması elbette güzel; ama bu durum hâlâ entelijansiya dışında okuru olmayan bir dilin ironik travması olabilir. Bu nedenle, kültür merkezleri veya belediyeler sürekli bir şekilde yazılı-sözlü dil kurslarına yoğunluk vermeli ve bunu bu işin uzmanlarına verdirmeleri, onlara alan açılması için her katkıyı sunmaları gerekiyor. Yoksa Kürtçe sinema, kitap, sanat, müzik vs. gibi faaliyetler, toplumsal bir dil siyasetiyle yürütülmedikçe asimilasyonun önüne geçebilmek pek zor görünüyor.

Herkes Kürtçe dinliyor, çocuklarına Kürtçe isim veriyor veya oturduğu apartmana ‘Welat’ ismini koyarak belki psikolojik olarak rahat olunabiliyor; ama bilinçaltı faaliyetleri pek de Lacancı anlamda seyretmiyor. Freud, içgüdüden bahsederken, kalıtımla sabitlenmiş durumu; dürtüden söz ettiğinde ise organizmayı bir hedefe doğru hareket ettiren enerjik, motor bir ‘itme’ durumundan bahsediyordu. Deleuze’ün belirttiği gibi, bir dürtü bir duygulanım değildir, çünkü en güçlü anlamıyla bir izlenimdir ve bir ifade değildir. Bu dürtüden kastımız tam da kurumsal faaliyetler, toplumsal izlenimlerdir.

Yani şu ana kadar ırkçılığa maruz kalmış, ‘Kıro’, ‘Hanzo’ olarak Kürt fobik tanımlarla anılmış, yaşamına müdahale edilmiş çocukluklardan, çocuklardan hangi biçimlerde bahsedebiliriz, bunu nasıl sağaltabiliriz?  Belki de bu yüzden, her üniversitede ‘yaşayan garip diller enstitüsü’ veya Kürdoloji açmak yerine, Kürtçe eğitim veren üniversiteler ile bunun alternatif pedagojiyle donanmış aktörlerine izin vermek, Türkiye’de sürece daha fazla katkı sunacak; belirli hesaplaşmaları daha kolay yapmamıza katkı sunacaktır.

‘KÜRTÇE BASKI ALTINDA BİR DİL, SOKAKTA KÜRTÇENİN ÖZGÜR OLMASI GEREK’

Kürtçe eğitim veren üniversitelerin açılması (ama bütün üniversitelerin özgür olması, otoritarizmin baskısını hissetmemesi veya kayyım rektör, kadro atanmaması dikkate alınarak), bunun Almanya yerine Türkiye’de açılması veya diğer pratikleri takip ederek alternatif bir pedagoji üzerinden ilerleyen üniversite faaliyetlerinin yapılması, Kürdolojilerden daha güçlü bir durum olduğu aşikâr. Yine, asimilasyon süreci boyunca üç anı ayırt edebiliriz: kaynağa inmek, kolonyal baskı yüzünden beden içindeki bir uyarılma durumudur. Amaç, bu uyarılmanın ortaya çıkışı, ana dilin bastırılmasıdır ve nesne olan asimile insan, memnuniyetin elde edildiği araçlarla egemen kültüre ve dile entegre olur. Burada durum bireyin kendi isteği olan asimilasyon değildir; Kürtçe, baskı altında olan bir dil, baskı güçlerinin kurduğu zorunlu asimilasyonla Kürtler dilini kaybediyor. Yani sokakta Kürtçenin, Türkçe gibi özgürleşmeye ihtiyacı var.

Kürt müziği sanatçılarına yönelik, örneğin, sürekli sansür uygulanıyor veya Kürt sineması festivalleri genelde diasporada, Batı’da oluyor. Neden kendi alanlarında özgür şekilde Kürtler bunları yapmasın? Aynı şekilde, mesela Almanya’da bir Kürt üniversitesi açılıyor; anlıyorum, Kürtlerin dört parçasından oluşan bir diasporası var. Ama neden Diyarbakır’da, Dersim’de veya Van’da, birçok alanda ve hatta neden İstanbul’da, İzmir’de Kürtçe eğitim veren okullar, üniversiteler olmasın?

İstifleyici şiddet katmanlarına birebir şahit olan biri olarak, devletin benim anadilimin çeperinden ayrılması gerektiği çok açık. Devletin baskısı ve toplumsal baskıdan kaynaklı olan ırkçı bir parametre artık değişmek zorunda. Türkiye’de bunun psikolojik sonuçları var; benim gibi İstanbul’da büyüyen bir kuşakta bile dilsel travma oluşmasını sağlayan bir süreç bu. Kendi anadilimi sonradan kavrayan biri olarak, bu sürecin zararlarını gören biri olarak, sanat üzerinden kendi doktora tezimde bunu Küçük Emrah üzerinden ironize etmiştim.

Çünkü Küçük Emrah tam da Türk popüler kültürünün darbe sonrası kuşağının arabesk müzik aktörü olarak, mağduriyeti Kürt bedeni üzerinden Türk alanında sembolize eden aktör olarak, travmayı ve mağduriyeti isleyen bir semboldü. Elbette bu sembol artık pek geçerli değil, yani mağdur özneden konuşan, madun bir öznelliğe geçiş var. Ama yine de popüler kültürde gecekondu ve yoksulluk üzerinden ‘Acıların çocuğu’ figürünün nasıl bir şekilde göçmen Kürtlüğün travmaları olduğu sonrasında belli olacaktı.

‘KÜRT KÜLTÜRÜNÜN KOLONYAL BAĞLARDAN KOPMASI GEREK’

Psişik ve mazoşist bir süreç olduğundan bahsedebilirim. Ama işte 1980’lerin ortası itibarıyla bu travma, mücadele imkânlarıyla yıkılmaya başlandı ve 1990’lar, Kom Müzik inisiyatifleriyle ilk kez Kürt müziği kendi alanında coşkulu şekilde ortaya çıktı; 2000’ler ise bir bahar süreci gibi filizlendi. Elbette arabesk müzik, tamamen gecekondulara göç eden veya yakılan köylerinden kaçmak zorunda bırakılan gettolara sığınan her Kürt emekçinin alt sınıfsal konumlanışı olmakla birlikte, daha çok Kürt emekçilerinin kendi ana dillerindeki müziğin hafızasının yok edilmesi açısından, Türk popüler kültüründeki gibi sınıfsal bir konumlanışa işaret etmiyor. Kürt arabeski, Türkçe’de olması açısından bir asimilasyon sürecine yardım ediyordu. Ondan mesela 2000’ler sonrası buna karşı oluşan, Kürtçe olan bir Kürt arabesk müziği ortaya çıktı.

Ayrıca bildiğiniz gibi 1990’ların ortası itibarıyla Türkiye’de ve Irak’ta Kürt popüler kültürü oluşmaya başlıyordu. Bugün artık başka bir noktadayız; meselenin mücadele ve yaratım konteksleri değişti. Şu an daha çok dekolonyal bir mücadele ve yaratım dinamikleri var ve bunları dikkatle izleyip, buna göre kültür, sanat siyaseti veya alanlarını geliştirmek, destek sunmak gerekiyor.

Örneğin Mardin Bienali, bildiğiniz gibi çok tartışmalı. Yani bazı isimleri tenzih ederek söylemeliyim ki Batı’dan gelen ve Kürt alanını sadece turistik bir özneye eviren, keşfedilen yeni bir ada gibi sunan ve hâlâ belirli kolonyal bağlarından kopamamış bir bienalcilik var. Yani ortak dilin ve müşterek sanatsal alanın nasıl olması gerektiğini kanıksamadan konuşan bir kolonyal dil bu ve ne yazık ki Kürt alanındaki farklı dinamiklerin yan yana gelmesine de katkı sunmuyor. Mardin, bütün Ortadoğu’yu kucaklayabilirken bunu neden Kürt alanındaki aktörlerle yapmamak, pek anlaşılabilir değil. Çünkü bu ve benzeri bienaller, yerel alanın dinamiklerini, siyasetini, konjonktürünü dikkate almıyor veya hâlâ bir Türklük sözleşmesi üzerinden ilerliyor.

Bakın, bugün özellikle Latin Amerika, Afrika ve Asya’daki bazı yerlerdeki dekolonyal deneyimler, Walter Mignolo gibi teorisyenlerin ‘dekolonyal estetik’ bağlamlarındaki açılımları önemli ve Kürt kontekstine çok katkı sunabilir. Dekolonyal estetik gibi analizler şu an tüm kıtalar için bir bağlantı alanı haline gelmiştir. Her şeyden önce, bu tür bienal ve sanatsal faaliyetler, kesinlikle Kürtlerin kolonyal ve dekolonyal konumlanışını unutmadan Cumhuriyet modernitesinin dışlayıcılığına yönelik eleştirisine girmenin yönlerine katkı sunmalıdır.

Mardin Bienali gibi önemli etkinlikler, önemli çağdaş sorulardan kaçmamalı; tersine bu soruları çoğaltmalıdır. Mevcut edisyon, müzelerin sömürgecilikten kurtulması gerektiğini belirten bir dönemde, bienallerin de bundan kaçamayacağını –en azından en son Venedik Bienali üzerine olan tartışmalardan– bilmekteyiz. Yani Venedik Bienali’ndeki pavyonların etniksel istiflenmesi ve kolonyal hafızayla yüzleşmemesi gibi. Kolektif projeler çok açık ki kendi yerel dinamiklerini barındırır ve her kavram seti de biraz bunun üzerinden ilerler. Çünkü bu da sanat etkinlikleri de (sergi, bienal, sanat merkezi vs.) kolektif hafızanın ve tartışmaların bir ifadesidir ve sonucudur.

Sonuçta, zorbalık ve şiddet mekanizmaları yerine barışın ve diyalog dilinin kurulması önemli olmakla birlikte, örneğin kendi aile alanında Kürtçe konuşan, okulda zorla Türkçe öğretilen çocuğun yaşadığı travmayı onarmak sanırım sadece yasayla değil; Kürtçenin özgür olmasıyla alakalıdır. Biraz Paulo Freire’nin yaklaşımıyla gidersek, bu anlamda ezilenlerin pedagojisine eğilmek için bunun sınıfsal sömürge sorunu olduğunu kanıksayan yeni bir politik etik geliştirmek gerekiyor.

‘CEZA VE TERBİYE ÜZERİNDEN BİR ANLAYIŞI BERTARAF ETMEK GEREK’

Ölüm sarmalından yaşama geçişin de riskleri var. Bu riskleri nasıl tanımlıyorsunuz?

Açıkçası, gerilla savaşına katılmış ve uzun yıllar savaşmış, şu ana kadar savaş alanında olan insanlara katkı sunacak en önemli şey, onların gündelik hayatına tutunmasını sağlayacak kurumsal desteklerin sunulmasıdır. Bu, sadece psikolojik destek değil, hatta belki hiç değildir. Bu insanlar sanırım inandıkları bir dava uğruna mücadele ediyorlardı. Politik tutsaklık gibi bir yasa tehdidi yerine, onların kendi hayatlarını ellerine alabilecek katkıları sağlanmak gerekiyor. Birinci şey, belki de ilkin onların kent yaşamına dahil edilmesini sağlayacak pedagojik faaliyetlere yönelmek ve kesinlikle ceza ve terbiye üzerinden ilerleyen bir yaklaşımı tamamen bertaraf etmektir.

İki taraflı bir travma ve patolojiler söz konusu olabilir. Uzun süre gerillacılık yapmış birinin gündelik hayata tutunması ve dağlardan çekilip kent yaşamına dahil olması o kadar kolay bir durum değil. Askerler açısından da durum benzerdir; uzun süre Kürdistan’da askerlik yapanlarda tam da ‘Vietnam sendromu’ gibi durumlar söz konusu. Fransa’da, hatta Cezayir Savaşı’na dair nöro-psikiyatrik arşivler var ve Cezayir Savaşı’na özgü bir ‘gerilla nevrozu’ gibi tanılar da söz konusu. Bu benim alanım değil, sosyo-psikolojinin alanına dahil, bir şey demeyelim. Bildiğim kadarıyla askerlerde intihar olayları had safhaya varmış durumda. Türk ordusundaki intihar oranının anormal derecede yükseldiğini ve bunun gündeme yansıtılmadığını biliyoruz (‘narsisik çöküşler, güçsüzlük hissi, libidinal regresyon, anksiyete, geleceğe dair korku kompleksleri, ölüm, katliamlara şahitlik’ gibi depresif sosyo-psikodinamik durumlar).

Askerlik, militarist bir yapı olarak oraya alınanların tıbbi seçimi dışında, en kırılgan kişilikleri eleyecek şekilde eril ve sert bir yapı; kimse askere gönüllü gitmiyor, Türkiye’de askerlik zorunlu bir meslek gibi. Bu da askerlikte psikolojik yıpranmaların en kırılgan kişiliklerde hızlıca görünür olmasını sağlıyor. Askeriyede en çok uğraşılan yerin RDM alanları, yani psikoloji yerleri olduğu açık. Teşhislerin uzun teorik açıklamalarına girmeden, askeriye üzerine çalışan ve gözlemleyen insanların aktardıkları ve benim gözlemlerim, açıkçası buradaki travmanın had safhada olabileceği ve çatışma ile savaşın bunu daha korkunç duruma sokabileceğidir.

Cezayir Savaşı sırasında, aynı şekilde Vietnam’da ve belki yakında Filistin’de yaşananların şeceresine baktığımızda (ki buna dair çok tez var) birden fazla psikolojik bozukluğun hâkim olduğuna yönelik yaklaşımlar ortaya çıkıyor. Savaş sadece bir halk sağlığı sorunu değil; savaş, bir travma nedeni, şiddetin yarattığı paranoyanın kişilik haline gelmesini sağlayan, bazı aktörlerde hayat boyu devam eden anksiyete, depresyon ve hatta travma sonrası stresten muzdaripliğin olması sorunudur. Daha sonra bu durum toplumsal alana yansıyor; bazen sosyal güvensizliğe, izolasyona ve hatta intihara yol açan süreçler başlıyor.

‘SAVAŞ SONRASI DÖNEMLER DİKKATLE İZLENMELİ’

Bir insanın zihinsel yapısı sadece yetiştirilme tarzı ve deneyimlerinden öğrendikleri üzerine inşa edilmiyor; yaşadıkları, deneyimleri, şiddete maruz kalma, otoriterizme maruz kalma gibi çoklu katmanlardan geliyor. Yani eğitim, psikoloji, aile, yasa ya da yaşam deneyimi sizi savaşın gerçeklerine hazırlayamaz. Savaşta insan bir makinedir ve başka bir travma alanına dahil olur. Savaş, korkunun, şiddetin ve çatışmanın katmanlarıyla alakalı olarak sizi bir donukluğa dönüştürür.

Savaş sonrası işlevsel psikozların ve karakter ya da toplumsal dengesizliklerin büyük çoğunluğu, muharebe alanına dahil olmuş kişilerde ortaya çıkarken, nevrozlar bu insanların hayatında yerleşik olarak kalabiliyor. İşte bunların hepsi, bir sorun olarak savaş sonrası dönemlerde dikkatle izlenmesi gereken süreçlerdir diye düşünüyorum. Ama bu sürecin sadece psikologlara veya psikiyatrlara devredilmesi gerektiği anlamına gelmez. Bu, çok katmanlı bir durumu gerekli kılıyor.

‘YOKSULLARA YÖNELEN POLİTİK PSİKANALİZDEN BAHSETMEK GEREK’

Üniversiteden arkadaşım Florent Gabarron-Garcia, ‘Psikanalizin Popüler Tarihi’ kitabında faşizm döneminden bahsederken, W. Reich üzerinden dönemin pedagojisinden ve dilinden bahsederken bize belirli hatırlatmalar yapıyor. Yani, iktidar ideolojisinin etkisi altındaki psikanalizin yerine, nasıl yoksullara yönelen bir politik psikanalizden bahsetmek gerektiğine dikkat çekiyor. Sanırım burada yönelinmesi gereken alan, gericiliğin girdabına dahil olmuş kurumsal psikanaliz değil; tam tersine, Kürtlerin travmalarını sağaltacak bir çalışmanın dilde, yasamda, gündelik hayatta nasıl oluşması gerektiğine katkı sunacak psikanalitik bir oluşumun sağlanmasıdır.

Örneğin, yine yüzyılın başında yoksullara yönelen ve “sosyal adalet” kaygıları temelinde bir dizi kurum kurulmuştur, diyor Florent. Dolayısıyla bu dönemi sağaltacak bilimsel çabalara ihtiyaç var. Yani, savaşın yaralarını kesinlikle kurumsal bir psikanalitik müdahaleyle değil; tersine, popüler psikoterapi üzerine yoğunlaşmak gerekir. Örneğin, Kürtçede psikoloji ya da sosyoloji bölümlerinin açılması sadece mesele değildir. Kürtlerin bu dönemde, kendi dillerinde ve kendi coğrafyalarında karşı-kurumsal yapılanmayla bir inisiyatif oluşturmalarına katkı sunacak alternatif pedagojilerin üretilmesine katkı sunmak gerekebilir. 

Burada psikanalistlere veya psikologlara iş düşüyor demiyorum; tersine, bu otoriterizm ve şiddet dönemini atlatacak kurumsal faaliyetlerin, otoriterizmin dilinden ve bedeninden koparılması gerektiğini söylüyorum. Yapılması gereken, cezalandırıcı mekanizma anlayışından vazgeçilerek diyalog dilinin kurulmasıdır. Yani eril erkek, oedipal ‘Baba Devlet’ figüründen daha çok, arkada duran ama kurumsal işini yapan demokratik kurucu bir yapının olması gerekliliğidir. 

Dilinden ve kimliğinden vazgeçen bir kuşağın içine girdiği travmanın arabesk müzikte işaretlenmesi, psikanalitik bir olay örgüsü olarak ortaya çıkıyor. İşte belki de bu psikolojik bariyerleri onaracak, bilinçaltını dışarıya taşıran etkileşimle bunun üzerinden ilerlemek, barışın onarılmasına katkı sunacaktır.

‘KÜRT SORUNU VE SÖMÜRGECİLİK BİR SINIF SORUNUDUR’

Sorumuz o halde şu: Peki demokratik anayasayı ve paylaşımcı demokrasiyi hiçbir zaman uygulayamamış militarist bir ülkede, savaş sonrası yaşanılan travmalara, depresyonlara, boşluklara kim cevap verecek? Bunu kim yapacak? Devlet mi, psikologlar mı, sosyologlar mı, siyaset mi? Chp mitinglerinde Kürt sorununu ayaküstü tanıyan Özgür Özel şahsındaki ‘muhalif’ Chp’mi?

Kim iki halk arasındaki dostluğu onarabilir? Kardeşlik demiyorum, keza kardeşlik hiyerarşi üzerine kuruludur; yani abilik ve ablalık vasfıyla ilerler. Oysa tam da bu anti-demokratik, hiyerarşik yapı tarafından baskılanmış bir halkın özgürlüğünden bahsetmeliyiz. Eşitlik, özgürleşmeyle, adaletin sağlanmasıyla alakalıdır. Bizim eşitlenmeye, barışmaya ve diyalog kurarak ırkçılıktan arınmaya ihtiyacımız var.

Şu an çok açık ki bu süreç, tam da bu soruların çoğaldığı ve daha da keskinleşeceği, ama kesinlikle eleştirel bir yaklaşımla ilerlemesi gereken bir zamana evriliyor. Yani bu çok güvencesiz şekilde devam ediyorken, bu psikolojik bariyerlere cevap verilmeden -kayyımların lağvedilmesi, ırkçılığın suç olarak yasalaşması, mesela koruculuğun bitirilmesi, kayıp yakınlarıyla diyaloğun kurulması gibi adımlar atılmadan- kimsenin bu meseleyi ‘Türk’ usulü ya da gizlilik girdabında ele alması mümkün değil. (2013 süreci bu anlamda kötü bir deneyimdi.)

Tersine, barışın tamamen toplumsallaşması ahvalinde ve sokağa inmesiyle, bu barışma arzusunu politik bir destekle ancak süreklileştirebiliriz. 1970’lerdeki Türkiyeli bazı sol grupların tam da kadın özgürleşmesi meselesindeki tavırları gibi, bunu çözmek istemeyip Kürt sorununu sadece devrim sonrasına nadasa bırakma arzusu ne kadar etkili olmadıysa -ki bu Kürtlerin ayrı örgütlenmesini zorunlu kılmıştı- kin, ‘abilik’ ve eril intikam siyasetinden sıyrılıp, şu an ve hemen olması gereken acil adımların atılması lazım. Kürt sorunu ve sömürgecilik bir sınıf sorunudur.

BİTTİ