'Suriye politikası Türkiye'yi istikrarsızlaştırabilir'
'Suriye politikası Türkiye'yi istikrarsızlaştırabilir'
'Suriye politikası Türkiye'yi istikrarsızlaştırabilir'
Araştırmacı yazar Foti Benlisoy, Türkiye'nin Suriye konusunda aldığı tutumu, Pakistan'ın 1980'lerden itibaren Afganistan'da aldığı tutuma benzetti. Afganistan'daki nüfuz arayışının ifadesi olan "stratejik derinliğin" bizzat Pakistan'ı istikrarsızlaştırdığını hatırlatan Benlisoy, Türkiye’nin Suriye’ye verdiği desteğin ülkeyi istikrarsızlaştırabileceğini söyledi.
Araştırmacı yazar Foti Benlisoy, Türkiye'nin Rojava devrimi karşısında aldığı tutuma ilişkin ANF'nin sorularını yanıtladı.
Önce Salih Müslim'in Ankara ziyareti ile başlayalım. Bu ziyaret Türkiye'nin Rojava politikasında bir değişiklik işareti olarak yorumlanabilir mi?
Türkiye’nin Rojava’da Kürtlerin kendi kendilerini yönetmeye dönük girişimlerinden ne kadar rahatsız olduğunu hatırlatmaya gerek yok. Türk dış politikası başından itibaren Suriye Kürtlerinin demokratik ve ulusal taleplerine düşmanca yaklaştı. Bilhassa PYD’yi meşru bir aktör olarak tanımadı, uluslararası alanda onu yalnızlaştırmaya, bir terör örgütü olarak damgalayarak itibarsızlaştırmaya çalıştı.
Türkiye, PYD’yi tecrit etmek adına, Barzani’yi de yedeğine alarak, PYD’nin uzun zaman dışlandığı bir yapı olan Kürt Ulusal Konseyi’ni öne çıkardı. Dahası, Kürtlerin demokratik ve ulusal taleplerinin muhalif oluşumlarca tanınmaması için büyük çaba saffetti. Arap muhalefetini Kürt taleplerine karşı cesaretlendirdi. PYD’yi Esad rejiminin bir uzantısı olarak göstermeye ve böylece de itibarsızlaştırmaya çalıştı. Dahası bölgedeki Arap aşiretlerini ve silahlı muhalif yapıları Kürtlere ve özellikle de PYD’ye karşı kışkırttı. YPG’nin etkisini kırabilmek adına bölgede ciddi bir çatışma ortamını aktif bir biçimde tetikledi.
TÜRKİYE POLİTİKALARI DUVARA TOSLADI
Salih Müslim’in Türkiye’ye davet edilmesi, Türkiye’nin bu politikalarıyla duvara toslamış olduğunun utangaç bir itirafıydı. Böylece PYD’yi meşru bir aktör olarak tanımayan ve terörizmle irtibatlandıran bir çizginin Rojava’daki gerçeklerle uyuşmadığı, Türkiye’yi giderek bölgedeki gelişmelerden koparttığı resmi makamlarca teyit edilmiş oldu. Dahası, ülke içinde bir “çözüm sürecinden” bahsederken hemen sınırların ötesinde Kürtlere saldırmanın pek de tutarlı bir politika olmadığı hemen herkesçe zaten görülüyordu. Yani bu ikili tutumu sürdürmenin de bir sınırı vardı. Bu zorluklar karşısında Türk dış politikası bir “kırmızı çizgisini” daha kendi eliyle silmiş ve PYD’yi resmen tanımış oldu.
Bu Türkiye’nin birden bire “Kürtperver” bir çizgi izlemeye başladığı ve Rojava’daki Kürtlerin kendi kendini yönetmeye dair egzersizlerini artık sempatiyle karşıladığı anlamına gelmiyor elbette. Türk dış politikası açısından öyle keskin bir “u dönüşü” söz konusu değil. Ancak bölgedeki gelişmelerin ve PYD’nin Rojava’da halkın önemli bir bölümünün desteğini almasının, Türkiye’yi PYD’yi muhatap almaya sevk ettiği açık. Bu PYD için önemli bir başarı. Gerek toplumsal desteğe gerekse önemli bir silahlı güce sahip PYD için başından itibaren uluslararası tanınırlık kritik bir hedef oldu. Çünkü PYD’nin belki de en zayıf noktası, Suriye’deki gelişmelere dair uluslararası tartışmada meşru bir fail olarak değerlendirilmemesiydi. PYD son dönemdeki çok yönlü diplomatik atağıyla kendisine dayatılan bu yalıtılmışlığı kırmış gibi görünüyor.
Ancak biraz önce de bahsettiğim gibi bu gelişme Türkiye’nin PYD ve Rojava Kürtleri ile bundan böyle can ciğer kuzu sarması olacağı anlamına gelmiyor. Türkiye muhtemelen önümüzdeki süreçte de özellikle PYD’nin manevra kabiliyetini mümkün mertebe kısmak, etki ve gücünü sınırlandırmak için çeşitli girişimlerde bulunmaya devam edecek. Bu yolda Barzani’nin etkisini kullanmaya çalışabileceği gibi bölgedeki istikrarsızlığın sürmesi adına çatışmaların gündemde kalması için destek verdiği kimi silahlı güçleri de devreye sokmaya devam edebilir.
ÖSO'NUN PYD'YE YÖNELİK KAPSAMLI SALDIRIYA GİRİŞMESİ GÜÇ
Müslim'in Türkiye’yi ilk ziyareti ardından Antep'te ÖSO komutanları bir araya geldi. Rojava'da sivil halka yönelik katliamlar da bu toplantının ardından yoğunlaştı... ÖSO, Esad rejimiyle savaşmayı bırakıp, Kürtlerle mi savaşıyor? Eğer böyleyse bunun anlamı nedir?
Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) emir komuta zinciri içerisinde hareket eden, merkezileşmiş, klasik tipte bir ordu değil. Çok sayıda silahlı yerel grubun oluşturduğu bir hayli gevşek bir koalisyon. Dolayısıyla kimin kimi temsil ettiğini bilemeyeceğimiz belirsiz bir silahlı yapıyla karşı karşıyayız. ÖSO’nun PYD’ye dönük sistemli bir saldırıya girişmesi güç.
Gerçi Suriye muhalefetinin temel bileşenlerinin Arap milliyetçiliği hususunda Esad rejiminden geri kalmadığı ve bu anlamda da Kürtlerin meşru ulusal özlemlerine sempatiyle yaklaşmadığı da aşikâr. Bu, ÖSO ile PYD ve Rojava Kürtleri arasındaki gerilimin zaman zaman tırmanmasına yol açan kritik bir faktör. Mesela Suriye muhalefetinin Yüksek Askeri Konseyi’nden Selim İdris’in geçenlerde PYD’yi “bölücülükle” suçlaması ve ÖSO’nun ülkeyi bölmek isteyen herhangi bir güce müsamaha göstermeyeceği yönünde beyanatta bulunmasını bu kapsamda değerlendirmek gerek.
Ancak az önce ifade ettiğim üzere, ÖSO öyle merkezi bir yapı değil. Son dönemde Rojava’da yoğunlaşan çatışmalar içerisinde çeşitli ÖSO birimleri de ağırlıkla yerel dinamik ve ittifaklar çerçevesinde taraf belirliyorlar. Kimileri İslami-cihadi gruplarla birlikte hareket etmeyi seçerken kimileri de Kürt savaşçıların yanında yer alıyor ve yerel ahaliye karşı İslami gruplarca işlenen suçlara karşı tutum alıyor. Ekrad Cephesi bunun en bariz örneği. Bu anlamda ÖSO birimleriyle Nusra Cephesi ya da Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) gibi güçler arasında son aylarda giderek tırmanan gerilim ve çatışmaları da hesaba katmamız gerekiyor. Bilhassa Irak Şam İslam Devleti-IŞİD’in bulunduğu kimi yerellerde İslami emirlikler kurmaya girişmesi ve Halep ya da Humus gibi ön cephelerde yer almayı reddederek bulunduğu alanlardaki ÖSO birimlerini kovması ciddi bir gerilim yaratmış durumda.
Dolayısıyla ÖSO’nun bir bütün olarak Nusra ve benzeri güçlerle Kürtler karşısında yer aldığı gibi bir değerlendirme pek gerçekçi değil. Ancak Kürtlerin kendilerini rejim güçleri, ÖSO ve Selefi-cihadi silahlı güçler arasındaki çok boyutlu bir çatışmanın içerisinde bulduğu da bir gerçek. Bu çatışmada yerel dinamikler çoğu zaman belirleyici olabiliyor. Burada özellikle Türkiye’nin rolü kritik elbette.
Sizinle Kasım 2012'de yaptığımız söyleşi de "AKP, Arap-Kürt gerilimi yaratmak istiyor" demiştiniz... Şu anda Rojava'da olanlar bu planın bir parçası mı? Yoksa sadece AKP'nin Kürt sorunundaki kırmızı çizgilerinin bir sonucu mu?
Türkiye'nin kendine yakın bulduğu, lojistik destek sağladığı ya da finanse ettiği silahlı birimler aracılığıyla -bunlardan kimisi ÖSO etiketini kullanıyor, kimisi kullanmıyor- ya da Arap aşiretlerini seferber ederek bir süredir provokasyonlara giriştiği ortada. Bu bölgede etkisi uzun sürecek bir Kürt-Arap geriliminin zeminini oluşturmak anlamını taşıyor. Yani Türkiye böyle uzun dönemli bir etnik çatışmayı hedefliyor olmasa bile bunun temellerini atıyor. Zaten Suriye’deki mezhebi ve etnik gerilimlerin bunca kızışmış olmasının ardında Türkiye tarzı dış müdahalelerin büyük payı var.
Suriye'deki ayaklanmanın karşı karşıya olduğu en büyük sorun, dış aktörlerin, ayaklanmayı, kendi jeostratejik çıkarları doğrultusunda esir alması ve kullanmaya çalışması. Örneğin Katar ya da Suudi Krallığı’nın ülkedeki çatışmaya kendilerine yakın gördükleri silahlı gruplara sponsorluk ederek müdahalesi, bölgede mezhepçi şiddetin temel nedenlerinden biri. Hizbullah’ın rejim yanında doğrudan silahlı çatışmaya dahil olması, ülkedeki siyasal krizin mezhebi boyutlarını daha da belirginleştiren bir gelişme. Aynı şekilde Türkiye’de hamiliğine soyunduğu silahlı güçleri doğrudan ya da dolaylı olarak Kürtlere karşı kışkırttıkça bu kez etnik temelli bir şiddetin temellerini atmış oluyor. Pragmatik nedenlerle girişilen bu tarz siyasetlerin uzun erimli olumsuz sonuçları olacak.
Ancak Türkiye’nin söz konusu tutumunun hesap edilmemiş başka vahim sonuçları da olabilir. Türkiye’nin Suriye konusunda aldığı tutum, Pakistan’ın 1980’lerden itibaren Afganistan’daki çatışmaya taraf olma biçimini çok andırıyor. Pakistan Afganistan’da önce Sovyet işgaline karşı Hikmetyar’ınki gibi İslamcı gruplara, Sovyet işgalinden sonra patlak veren iç savaşta da Taliban’a aktif destek vermiş, bu gruplara büyük lojistik ve diplomatik-siyasi destek sağlamıştı. Ancak Afganistan’ın bu çatışmalar içerisinde çökmesi, toplumsal yapısının lime lime olması ve etnik-mezhebi çatışmaların artması, dönüp Pakistan’ı vurmuştu. Mezhepçi şiddet Pakistan’a da yayılmış, Şii karşıtı İslamcı saldırılar artmış, ülkedeki radikal İslamcı akımların gücü ve etkisinde (özellikle Afgan sınırına yakın bölgelerde) bir patlama yaşanmıştı. Afganistan’da nüfuz arayışının ifadesi olan “stratejik derinlik” bizzat Pakistan’ı istikrarsızlaştıran bir etkene dönüşmüştü. Benzer bir biçimde Türkiye’nin Kaide bağlantılı silahlı gruplara şu ya da bu biçimde verdiği desteğin de Türkiye için benzer bir istikrarsızlaştırıcı faktöre dönüşmesi pekâlâ mümkün. Son olarak Lübnan’da iki THY pilotunun kaçırılması, bu beklenmedik sonuçlara dair işaretlerden sadece biri…
ROJAVA VE GÜNEY BİRBİRİNE MECBUR
Güney Kürdistan yönetiminin tutumunu konuşmak gerekiyor. Barzani, katliamın üzerinden günler geçtikten sonra “Soruşturma açılsın” dedi. Ancak bundan da önemli gördüğüm, Rojava ile Güney Kürdistan arasındaki sınır kapıları kapalı…
Rojava’da Barzani’nin etki ve himayesinde bulunan Kürt partileriyle PYD arasındaki rekabet sır değil. Barzani uzun bir müddet Türkiye’nin PYD’nin tecrit edilmesi siyasetine şu ya da bu biçimde ortak oldu ve PYD’yi yalnızlaştırmaya, Kürt Ulusal Konseyi’nden dışlamaya çalıştı. Ancak Güney Kürdistan yönetiminin bu politikasında zamanla bir gevşeme söz konusu oldu ve Barzani bu kez PYD ile diğer Kürt partileri arasında arabuluculuğa, hakemliğe soyundu. Bu farklı güçler arasında bir güç paylaşımını ve mutabakatı gerçekleştirmeye çalıştı.
Barzani elbette PYD’nin gücünü mümkün mertebe kırmak, onu diğer Kürt partilerinin gücüyle dengelemek istiyor. Bilindiği gibi Barzani yönetimi, PYD’yi diğer Kürt güçlerini siyasal süreçlerden dışlamakla, askeri gücünü Rojava’da kendi pozisyonunu pekiştirmek için kullanmakla itham ediyor, eleştiriyor. Özellikle YPG ve silahlı güçler meselesi, PYD ile Barzani arasında bir gerilim kaynağı. Barzani için PKK ile olan ideolojik-programatik bağlantısı nedeniyle PYD, Kürt siyasal coğrafyasında bir rakibi temsil ediyor. Bu rakibin Suriye’de beklenmedik bir biçimde güçlenmesi, Barzani’yi tedirgin ediyor olmalı.
Bu arada Barzani’nin elinin çok da serbest olduğunu unutmayalım. Güney Kürdistan yönetimi Irak merkezi hükümetiyle çok ciddi sorunlar yaşıyor. Diğer yandan Güney Kürdistan’ın Türkiye ile iktisadi “entegrasyonu” çok ciddi boyutlar kazanmış durumda. Bu, Güney Kürdistan yönetiminin adım atarken Türkiye’nin istek ve iradesini dikkate alması gerektiği anlamını taşıyor. Bu iki husus, Barzani’nin Rojava hususunda alacağı tutumu belirleyen kısıtlar. Ancak bu rekabetin iki cenah ya da Rojava ve Güney Kürdistan arasındaki köprülerin atılmasıyla sonuçlanacağını beklemek yanlış olur. Taraflar birbirlerini sıkıştırmaya çalışsa da birbirlerine mecburlar. Ne PYD Güney Kürdistan’sız hareket edebilir ne de Barzani Rojava yokmuş gibi davranabilir. Üstelik ulusal kapsamda bir Kürt konferansına gidildiği de unutulmasın.
SURİYE’DEKİ KRİZ LİBYA SENARYOSU DEĞİL LÜBNANLAŞMAYA YOL AÇTI
Cenevre toplantısında uluslararası güçler, Kürtler ve yeni Suriye için ne öngörüyorlar? Cenevreye çağırıyorlar bunda anlaştılar, ilkesel uzlaşı var ama hedefte ne gibi ayrılıklar var?
Suriye’de üç bölgeli bir yapı giderek konsolide oluyor. Güney ve batıda rejim güçleri, kuzey ve doğuda muhalif güçler ve en tepede Rojava. Bu üç bölgenin de ayrı bayrağı ve ayrı silahlı güçleri var. Tam bir parçalanma hali… Bu durum ne kadar sürer belirsiz. Cenevre ya da benzer uluslararası girişimlerin başarılı olabilmesi şimdilik mümkün görünmüyor. Barış, diyalog ve çözümden bahseden aynı uluslararası güçler, Suriye’deki vekâlet savaşının kızışması ve bu boyutlara ulaşmasından sorumlu ülkeler. Ancak çatışmaların kontrolden çıkması durumunda, Suriye’deki krizin denetlenemez hale gelmesi halinde diplomatik girişimlerde bir hızlanma olacaktır. Bilindiği gibi, Suriye’deki ayaklanma bir Libya senaryosuna değil, Lübnanlaşmaya yol açtı. Uluslararası aktörlerin kızıştırdığı ve mezhebi karakteri giderek yoğunlaşan, ne kadar süreceğini kestirmenin imkânsız olduğu bir şiddet ortamı oluştu. Dolayısıyla ve yaşanan kanlı çatışmaların Suriye toplumunu paralize ettiği koşullarda, “çözüm”, ancak dış güçlerin uzlaşmasıyla mümkün olabilecek maalesef. ABD ve Rusya’nın, Suudi Krallığı ve Katar ile İran’ın çıkarlarını şu ya da bu ölçüde dengelemeyen bir “çözümün” gerçekleşmesi mümkün değil. Bu da elbette şimdilik çok zor bir şey.