Soçi Zirvesi, 'Halklar Kongresi'nin ertelenmesi ve Mısır

Gelişmelerin nereye doğru evrilebileceğini kestirmek zor. Ancak önümüzdeki günlerde zirvede alınan kararlar, atılacak adımlara ilişkin perde arkasında nelerin olduğu açığa çıktıkça, gelişmelerin nereye evrilebileceğinin yönünü tayin etmek mümkün olur.

Soçi Zirvesinin üzerinden daha iki gün geçmeden, arka planına ilişkin gelişmeler yaşanmaya başladı. Zirvenin arka planına ilişkin gelişmelerin yaşanmaya başladığı gün Mısır'da yüzlerce kişinin öldüğü bombalı saldırı gerçekleşti, ABD Başkanı Donald Trump, Türk Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile telefon görüşmesi yaptı.

BİR YILLIK ORTAKLIK, ZİRVE VE SONUÇLARI

22 Aralık’ta Putin, Ruhani ve Erdoğan arasında Soçi’de üç liderin katıldığı bir zirve gerçekleştirildi. 19 Aralık'ta Rusya, İran ve Türkiye arasında Moskova’da yapılan görüşmeden sonra Astana süreci başlatılmıştı. Astana'da 7’ncisine kadar takip ettiğim toplantılar yapıldı. Dolayısıyla zirvenin bu bir yıllık sürecin bir ürünü olarak ortaya çıktığını söylemek yanlış olmaz.

Yaklaşık bir yıldır süren bu üçlü garantörlük sürecinin sonucu olarak gerçekleşen zirvede, kapalı kapılar ardından nelerin görüşüldüğü henüz gün yüzüne tümüyle çıkmadı. Önümüzdeki günlerde parça parça çıkacak gibi. Ancak tümüyle gün yüzüne çıkmasa da, zirvenin bitiminden sonra yapılan açıklamalarda, görüşmenin hangi konuları içerdiği, RTE’nin ne talep ettiği, taleplerinin nasıl karşılık bulduğuna dair ipuçları vardı. Kaldı ki RTE taleplerini açıklamada da dile getirdi.

Rusya da hakeza taleplere ilişkin görüşlerini zirveden sonra yapılan açıklamada ve daha sonra Kremlin sözcüsünün yaptığı açıklamalarda dile getirdi.

Zirveden iki gün sonra bazı basın yayın organları zirvede RTE’nin Baas Rejimine, Beşar Esad’a sormadan, onun onayını almadan Kürtlere saldırmayacağına dair söz verdiğini yazdılar. Bu iddiaların ortaya atıldığı gün RTE gazetecilere yaptığı açıklamada, "YPG konusunda Suriye ile aynı düşünüyoruz" şeklinde açıklamalar yaptı.

Yaklaşık bir yıldır süren bir ilişki zirve ile sonuçlanırken, Rusya, İran ve Türkiye'nin bu görüşme ve zirveden neler elde ettiğine bakmak faydalı olur.

Rusya, ABD ve Türkiye, İran ile Suriye üzerindeki egemenlik mücadelesinde bu süre içinde önemli bir aşama kaydetti. Rusya Türkiye ve İran ile başlattığı bu süreçte Suriye muhalefeti diye yansıtılan, Türkiye’ye bağlı Müslüman Kardeşler'in gruplarını Suriye’de terörist gruplar olarak kabul ettirme çabalarını sürdürdü. Astana’da gerçekleştirdiği toplantıya, Ceyş İslam yani İslam Ordusu komutanı Zehran Alluş’un kardeşi Muhammed Aluş yönetiminde götürdüğü gruplara, aslında terörist olduklarını kabul ettirdi. O yüzden toplantıdan önce bu gruplar gitmek istemediklerine dair açıklamalar yaptı. Ancak Türkiye bu grupları oraya taşımayı başardı. Türkiye Muhammed Aluş yönetiminde Suriye’deki Müslüman Kardeşler'in gruplarını taşırken, Rusya’nın kabul ettirmek istediğini başarmasında yardımcı oldu.

Rusya’nın bu süreçte özellikle de Türkiye’ye yaptırmak istediği diğer bir şey ise, Beşar Esad’a karşı kullandığı 'katil', 'diktatör' kavramlarına rağmen onu kabul ettirmekti. Son zirvede Rusya Esad’ın kalmasını Türkiye’ye kabul ettirdi. Bu, zirve sonrasında yapılan açıklamalara da açıkça yansıdı.

Diğer önemli bir nokta ise, Rusya, Suriye’de Esad’a karşı olan ve Türkiye ile ilişkileri olan DAİŞ, Nusra başta olmak üzere tüm silahlı grupları, Türkiye’nin eliyle tasfiye etmeyi hedefledi. Halep’te yaptıkları anlaşma ile silahlı grupların hepsini İdlib'e sürdü. Türkiye’yi İdlib’e sürerek Nusra ile çatıştırma hesaplandı. Ama Türkiye Nusra ile çatışmadan girdi. Bu, Rusya’da bir rahatsızlık yaratmıştı. Zirveden bir gün önce İran, Türkiye, Rusya genelkurmay başkanları arasında yapılan görüşmede, Suriye’de kalan DAİŞ, Nusra gruplarını tasfiye etme üzerine bir anlaşmaya varılmıştı. O yüzden bu zirveden sonra Rusya Türkiye’yi İdlib’deki Nusra ve diğer grupların üzerine sürmeye çalışacak. Türkiye'nin bu gruplarla çatışmaması durumunda, zirvede alınan kararların büyük çoğunluğunun Rusya tarafından uygulanmama ihtimali yüksek.

İran’ın bu süreçten beklentisi ise ABD’nin kendisine karşı hazırladığı ve olası bir müdahalede kullanacağı güçlerin dışında Türkiye’yi yanında tutmaktı. Bir yıllık süre içinde sürdürülen ve adına garantörlük denilen süreçte İran, Türkiye’yi ABD’den uzak tutmayı başardı. ABD’den uzak tutulunca olası bir müdahale durumunda şimdilik İran’a karşı cephede yer alması görünmüyor.

Türkiye'nin ise bu süreçten beklentileri; Kuzey Suriye sisteminin Rusya ve İran ile ittifak halinde yok edilmesi, resmi olarak kabul edilmemesi, uluslararası platformlarda temsil edilmemesi başta olmak üzere, Kürtlerin inkârının kabul ettirilmesiydi. Bunun dışında Suriye’de izlediği ve kaybeden politikalarının yeniden canlandırılmasıydı. Türkiye geçen bir yıllık süre içinde bunu başaramadı. Başaramamasının nedeni, bu ülkelerle olan ittifakından ziyade Kuzey Suriye Federasyonu yöneticilerinin izledikleri politika, QSD ve YPG güçlerinin DAİŞ’e karşı verdikleri başaralı mücadeleden kaynağını alıyor. DAİŞ’in başkenti Reqa ve şimdi de Dera Zor’da YPG ve QSD başarılı olmasaydı, Türkiye’nin politikalarının kazanma şansı yüksek olurdu. Zira ABD, Rusya başta olmak üzere tüm güçlerle ve güçler arasındaki ilişkilerin karşılıklı çıkarlar üzerine olduğu biliniyor. Bölgede güç ilişkileri arasındaki denge arayışları bölgenin karakterinden ve fazlasıyla partner bulmaktan kaynaklı değişkenlik gösteriyor. O yüzden bölgede diplomasi ve politikanın güçle yapıldığı gerçeği her zaman biliniyor.

HALKLAR KONGRESİNİN ERTELENMESİ

Rusya, Suriye Baas rejiminin iktidarına devam edeceğinin mesajını vermek için, ayrıca, Suriye’de ABD’ye karşı etki alanını genişletmek için uzun zamandan beri gündemine aldığı Halklar Kongresi diye bir kongre düzenlemeyi istiyordu. Daha önce görüştüğüm MSD Meclisi Eş Başkanı İlham Ahmed, kongrenin iki saat gibi kısa bir süre toplanacağını, bu toplantıda kısa bazı konuşmalar yapılacağını, konuşmalarda Rusya'nın Rejimin ayakta olduğunu ve onunla uzlaşmak, ona bağlı kalmak gerektiğinin mesajlarını vereceğini söylemişti. Ayrıca ilk süreçte kendilerinden 5 kişilik delegasyonla katılmalarının istendiği, itirazları üzerine delegasyon sayıların arttırıldığını aktarmıştı. Delegasyon sayısı arttırılınca Rusya'nın, Kuzey Suriye Federasyonu içinde yer alan halklarla temas kurduğu, ayrı ayrı halkları davet ettiği bilgisine de ulaşılmıştı. Ancak halklar Kuzey Suriye Federasyonu sistemi içinde yer aldıkları için halk olarak kendi başlarına katılmayacakları, zaten seçilecek delegasyonda temsil edileceklerini bildirmişlerdi.

Kuzey Suriye Federasyonu yöneticileri ile Rojava Özerk Kantonları adına bu kongrede temsil edilecekti. Türkiye bunu engellemek için elinden geleni yaptı. En son Erdoğan üçlü zirvede Kürtsüz, Rojava ve Kuzey Suriye Federasyonu ve özerk kanton yönetimlerinin katılmamasını istedi, hatta dayattı. Bu dayatma zirve sonunda yaptığı açıklamaya da yansıdı. Ancak nedense bu kez açıklamasında PYD ve YPG’nin adını ağzına almadı.

Buna karşı Rusya, Suriye halklarının hepsinin temsil edilmesi, Suriye’nin geleceğine Suriye halklarının karar vermesi gerektiği yönünde bir açıklama yaptı. Kremlin Sözcüsü Türkiye’nin çekincelerini anladıklarını ancak bundan dolayı PYD ve Kürtlerin katılmayacağı anlamına gelmeyeceğini açıkladı.

Zirveden iki gün sonra ise bazı basın yayın organlarında, Erdoğan’ın zirvede Kürtlere Suriye’nin onayını almadan saldırmayacağının sözünü verdiği haberleri çıktı. Aynı gün Erdoğan PYD ve YPG konusunda Esad ile aynı düşüncede olduklarını açıkladı. Erdoğan’ın açıklamaları, ayrıca zirveden bir gün önce Esad’ın Türkiye hava sahası üzerinden Rusya’ya gittiğine de bakılırsa, Erdoğan ile Esad arasında dolaylı da olsa bir bağın kurulduğunu görmek yanlış olmaz. Kurulan bağın zamanla görüşmelere kadar uzayabileceği de şimdiden AKP yanlısı bazı yazar, aydın ve basın yayın organları tarafından dillendiriliyor.

Erdoğan’ın zirvede Kürtlere, Kuzey Suriye ve Rojava topraklarına Suriye Baas Rejiminin onayı olmadan saldırmayacağı sözünü vermesi daha önce Cerablus, Bab ve İdlib’e işgal amaçlı girişinin onaysız yapıldığı izlenimini veriyor. Oysa gerçek bu değil. Belki Erdoğan ile Baas rejimi arasında direkt bir bağlantı ya da görüşme olmadı. Ancak Rusya üzerinden Suriye’nin onayı alınarak Cerablus, Bab işgalinin gerçekleştiği, yine İdlib'e girildiğini o dönemde yapılan pazarlıklar açıkça ortaya koyuyor. Yani şu ana kadar Türkiye’nin gerçekleştirdiği tüm işgalin direkt olmasa da dolaylı bir onayla yapıldığı bilinmeli. Bundan sonraki işgal ya da saldırının biraz daha açıktan alınmış bir onay ile olması, Rusya’nın RTE’ye Suriye Baas Rejimi ve Esad’ı kabul ettirdiğini açığa çıkarmak için olacağını düşünmek yanlış olmaz.

MISIR'DAKİ KATLİAM TESADÜF MÜ?

Türkiye’nin Müslüman Kardeşler'i bölgeye hakim kılmak ve onun üzerinden bölgeye hakimiyetini sağlama projesi Mısır’da bozuldu. Zira Mısır’da seçimle iktidara gelen Müslüman Kardeşler'in kadrosu Muhammed Mursi, Mısır'da bir darbe ile devrilerek Türkiye’nin bu plan ve projesi bozuldu. Ondan sonra Türkiye daha doğrusu RTE Mısır’a karşı tepkisini büyük suçlamalarla sürdürdü.

Üçlü zirveden bir gün sonra Mısır’da, Türkiye adına casusluk yapan 29 Müslüman Kardeşler üyesi gözaltına alındı. 29 kişinin gözaltına alınmasından bir gün sonra Sina Çölü'nde Artiş kasabasında bir camiye yapılan bombalı saldırıda yüzlerce kişi katledildi. RTE’ye yakın basın yayın kuruluşları bu saldırıyı gerçekleştiren bir örgüt adını da uydurdular. DAİŞ’e bağlı böyle bir örgütün eskiden beri alanda var olduğu üzerinden propaganda yapmaya başladılar. Sorulması gereken sorular var. Neden bu örgüt şimdiye kadar harekete geçmedi de, Türkiye adına casusluk yaptığı gerekçesi ile 29 Müslüman Kardeşler örgütü üyesinin gözaltına alınmasından bir gün sonra bu örgüt harekete geçti?

İkinci soru ise bu örgütün adını ve varlığını neden RTE’ye yakın havuz medyası dışında kimse bilmiyor? Bütün bunlar aslında bu katliamın bir biçimde Türkiye ile bağlarını kurmak yanlış olmaz. Zira RTE’nin daha önce "ne malum, yarın böyle bir saldırı Brüksel’de olmaz, Paris’te olmaz" gibi bazı yerler, hedef gösterdikten sonra yapılmış saldırıları da hatırlayınca, bunun Türkiye, daha çok da Erdoğan'la bağlantısını kurmak yanlış olmaz. Zira DAİŞ, Nusra ve bölgede terör grupları olarak kabul edilen birçok grupla ilişkileri, destek vermeleri ister istemez böyle bir bağlantı kurmaya götürür insanı.

ZİRVEDEN SONRA TRUMP'IN ERDOĞAN'I ARAMASI

Mısır'da bir camiye yönelik katliamın gerçekleştiği zirveden iki gün sonra Trump, Erdoğan'ı telefonla aradı. Telefon konuşmasının ne kadar sürdüğüne dair herhangi bir açıklama yapılmadı. Türk Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Trump’ın YPG’ye bundan sonra silah vermeyeceğini net bir şekilde söylediğini açıkladı.

Şu ana kadar Beyaz Saray’dan konuya ilişkin herhangi bir açıklama yapılmış değil. Trump böyle bir açıklama yapmış da olabilir. Ancak sahadaki durumfarklı olabilir. Trump’ın böyle bir talimatı vermesi karşılığında Türkiye’den ne istediği önemli. Reza Zarrab ve Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Hakan Atilla’nın ABD’de mahkeme günlerinin yaklaşmasından dolayı, RTE ve Türkiye’nin ABD’ye karşı en zorlu ve sıkıntılı bir süreci yaşadığı biliniyor. Böyle bir dönemde Trump’ın RTE ve Türkiye’den hiçbir karşılık beklemeden YPG’ye silah verilmesini durdurmasını söylemesi, cahilliğin de ötesinde bir şey olur. Karşılığında Türkiye’den ne istedi, diye sormak gerekir.

Birincisi, Trump bu telefon görüşmesi ile Rusya’ya Suriye’de yalnız olmadığının mesajını vermek istedi. İkincisi, Türkiye’ye 'Suriye'de ABD’siz bir politika izlenmesine izin vermeyiz' mesajını vermek istedi. Üçüncüsü, Türkiye’nin de daha fazla kendilerinden uzaklaşmasına izin vermeyeceklerinin mesajı verilmiş olabilir. Ayrıca Türkiye’yi bu adıma karşılık İran’a karşı olası bir müdahaleye dahil etmek istediğini söylemek de yanlış olmaz.

Bütün bunlar bir araya getirildiğinde, bölgede sürekli değişkenlik gösteren dengelerin yeniden ele alınmaya başladığı, her an dengelerin değişebileceği, değişen dengelerden İran’a karşı bir müdahalenin de çıkabilmesinin ihtimal dahilinde olduğunu görmek gerekir.

Bunun yanı sıra yaşanan gelişmelerin üzerinden iki gün geçmesine rağmen daha şimdiden Rusya, İran ve Türkiye liderleri arasında yapılan üçlü zirvenin perde arkasına ilişkin bazı ipuçları verilmiş oldu. Zirvenin perde arkası önümüzdeki günlerde ve Trump-RTE görüşmesinden sonra sızdırılarak açığa çıkabilir.

Gelişmelerin nereye doğru evrilebileceğini kestirmek zor. Ancak önümüzdeki günlerde zirvede alınan kararlar, atılacak adımlara ilişkin perde arkasında nelerin olduğu açığa çıktıkça, gelişmelerin nereye evrilebileceğinin yönünü tayin etmek mümkün olur. Bekleyip görmek gerekir.