Sıfır derece bir atmosfer, yani ‘normal şartlar altında’ oksijen soluyan her insan evladının M.M. Caravaggio’nın tablolarında ki ışık-gölge kullanımı karşısında hayrete düşmemesi ayıptır. Kişisel iç-iktidar sesimi, kurgumu kullanma hakkına yaslanarak söylüyorum; cidden çok ayıptır… Yaw de bırak şimdi, “Aybı tak teybe, sonrada oyna” diyen ve kullanımı baya bir azalan Amed deyimi ile aynı fikirdeyseniz, basit bir kuralı hatırlatıp meramıma geçeceðim…
Genel bir ölçüt olarak, karşınızda duran bir tablonun ilk etapta anlamak isteyeceðiniz bir hikâyesi vardır. Bakılan şeyi anlamak için ilgili malumatın “bilgisine” ihtiyaç duymadan önceki aşamasından bahsediyorum. Ýki şey gereklidir. Birincisi akıl, ikincisi ise duygudur…
***
Fransızların sıra dışı romancısı Henri Charrière’yi ortaokul yıllarımda keşfettim.
Kardeşimi sınava götürmüş, o içerdeyken dışarıda ki zalim sıcaðın altında gölge arıyordum. Aynı aðacın altına gelip, gölge yoldaşlıðı yapan ve sohbete başladıðımız, şuan ses tonu ve önerdiði üç kitaptan başka hiçbir şeyi aklımda olmayan o arkadaşın ikinci verdiði isimdi Cüzamlıların asil dostu Henri. Ve elbette ki o meşhur kitabı Papillon yani ‘Kelebek’…
Okuyanlar hatırlayacaktır, korkunç hücre cezalarına çarpıtılıyordu kendisi ve dost edindiði arkadaşları. Hücre cezası çok önemlidir çünkü oraya giren bir mahkûm ya ölü olarak ya da ölüden beter olarak çıkmaktadır ki hücrenin mahkûmlara arasındaki adı “insan yiyendir”. Kötü fiziki şartlara ek olarak hücrede mutlak bir sessizlik uygulanmakta mahkûmlar da akıl saðlıklarını yitirmektedir. Henri Charrière bu hücre için kitabında aynen şunu yazar:
“Çinliler kafaya damlatılan suyu bulmuşlar, Fransızlarsa sessizliði”
***
Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Bakır Çaðlar’ı öldükten bir gün sonra tanıdım.
Bilemiyorum, belki daha önce bir gazete haberi yâda TRT’nin sarhoşluk kokan, yanlı ola ola pizza kulesi gibi eðilip bükülmüş, faşist hezeyan sanrıları gibi akıp giden bültenlerinde “övünç kaynaðı” olarak mecburi geçmiştir. Denk gelmişimdir, ama hatırlamıyorum. Üzgünüm, keşke daha önce tanımış olsaydım Bakır hocayı.
Kendisi yıllar boyu Strasbourg Mahkemeleri'nde Türkiye lehine davalara baktı. Görevi bu idi… “Türk devletinin avukatlıðını yaptıðım için pişmanım” diyerek gitti.
99’da Neşe Düzel ile yaptıðı röportajda kişisel deðişimine dair çarpıcı tespitleri vardı.
Şöyle diyordu: “Güneydoðu davaları, köy boşaltma, köy yakma, insanlık dışı aşaðılatıcı muamele, yargısız infaz gibi davalardı. Ben uzun süre Fransa'da eðitim yapmış, Ýstanbul'da oturan, Kıbrıs'ı seven ve Strasbourg'u yadırgamayan biriyim. Ama günün birinde tanık dinlemek için Strasbourglu yargıçlarla birlikte Güneydoðu'ya gittim. Ankara'nın ötesine geçmemiş biri olarak büyük bir kültür şoku yaşadım. Şırnak'a gittim ve hayatım ikiye bölündü benim. Amerikalıların bir 'Vietnam sendromu' var ya, bir insanın hayatının öncesi ve sonrası diye ikiye bölünmesi demektir bu, o sendromu ben de yaşıyorum ve hâlâ kurtulamadım. Ruhsal olarak sakatlandım. Şırnak'tan döndüðümde ben artık aynı insan deðildim.
Gerçeði gördüm. Türkiye'nin dörtte birinde farklı bir hayatın yaşandıðını gördüm. Orada insanlıklarının dahi farkına varamayan insanlar var. Bugün orada 20 yaşına gelmiş gençlerin hiçbiri 'olaðan hali' henüz yaşamadı. Hepsi doðduðundan beri 'o hali' yaşıyor. Böyle bir ortamdan yurttaş yaratabilir misiniz? Sakatlanmış insanlar onlar. Ben Güneydoðu'ya gittiðimde bir spagetti western mekânında yaşadıðımı anladım. Oysa o güne dek John Ford'un westernlerinde yaşayan biriydim. Bilirsiniz, western filmlerinde iki farklı ekol vardır. Birincisi klasik western, yani John Ford ekolü.Ýkincisi spagetti western, Sergio Leone ekolü. John Ford'un filmlerinde kovboy barın hemen üst katındaki odasından aşaðıya iner ve çarpan kapıdan çıkıp dışarı bakar. Gün doðmaya başlamıştır, "Ne güzel bir hava" der. Sergio Leone'nin kovboyu da odadan alt kata bara iner, çarpan kapıyı açar ve dışarı çıkar.
Ve beyninin ortasına bir kurşun yer. Ben de kafası delik dolaşan bir insanım artık.”
***
1981 yapımı, sarsıcı, oscarlı, 99’a kadar Türkiye’de yasaklı bir başyapıttır Yol filmi. Yılmaz Güney’in ölümsüzlüðünü iki adım öteye taşımıştır. Dışarısı da hapis deðil mi? sorusuna saðlam bir cevap aldıðımız filmin Urfa’nın yeşilliklerine at üstünde, aðır çekimde, iç parçalayan naðmesi Ahmedo ile girdiðinde benim için filmin en unutulmaz karesi de olmuştu. Ömer’in hikâyesine de öyle giriş yapıyordu üstat Güney. Çok geçmeden bir traktör içinde ‘ayakları görünen ölü bir beden’ kapısına geliyordu. Kardeşi halkın tabiri ile “gedê derva”, sosyolojik tabir ile “dışarıdakilerden” idi. Kolluk kuvvetleri ile sunulmuş iki çift ayak…
***
Tarih 29 Aralık 2011. Şırnak Uludere… Roboskî Köyü…
Onlarca ayak, bir traktörden sarkmış, tüm dünya Yılmaz Güney’den 31 yıl sonra görüyor.
Bir iktidar geleneðini çatırdatan, alt üst eden bir olay. Sivil kıyımı…
Algı ve politikayı sonuna kadar çıplaklaştıran, tüm propaganda yöntemlerine yenik düşen; Tasfiye tezlerini kırılgan seyre sokan bir vaka.
Cumhurbaşkanının 7-8 gün sonra “duyduðu”, Başbakanın bir tek “oh olsun, az bile oldu” demediði kalan, Ordusuna teşekkür ettiði, mevzu hakkında yazanları-çizenleri aforoz ettiði, para ile ölü satın almak gibi bir eyleme girişen açıklamalar, gariplikten çıkmış tanımsız yara deşme ritüelleri falan fistan…
Geçmişin tüm kirli yükünü aklında mıh gibi tutan, sırtında acımasızca taşıyıp kuşaklar arası zehri akıtan ulusal basın ise artık Başbakanın deyimi ile "Tasma" takan ve köpekleşen bir mecra. Yapacak bişi yok.
***
Başa dönelim…
Caravaggio çok erken öldü, yaşam öyküsü ibretliktir. Dehasını konuşturduðu tablolarını yaparken, çalıştıðı modelleri sokaktan bulup getirir, kendi stüdyosuna sokardı. Burada kendi “anlayışına göre ona şekil verip, istediði hale sokardı”… Bu konuda başarılı idi, kendi köpeðine iki arka ayaðı üzerinde yürümeyi bile öðretmişti… Varın gerisini siz düşünün!
Ýşte yıllardır her türlü şekle sokulan, “Aşk Köpekliktir” diyen Ahmet Ümit’e ikinci kelimeden selam çakan, her türlü klavye milliyetçiliðini es geçemeyen Türk medyasının Fransa’dan devr aldıðı bir miras milyonlarca Kürdün nezdinde, 34 Kürde dokunuyordu: “Çinliler kafaya damlatılan suyu bulmuşlar, Fransızlarsa sessizliði” …
Evet, o sessizlik onlardan alındı…
Lakin sadece alınmakla kalmayıp, gerekli tüm “kaçak” yollardan canlarına da kast edildi…
Kürt söz konusu olunca, ikiyüzlülüðe hamile basın olmanın şerefine bu ülke defalarca erişti.
En özet ve öz tabir ile Kürde bakışı da seri katil Theodore Robert Bundy’den farksızdır. Çünkü bu adam şunu demişti: “Biz her yerdeyiz. Ve gelecekte daha çok çocuðunuz ölmüş olacak”
Silip attıðı adaletine, mürekkebine her daim güncel kurban olarak Kürdü görmekten haz alan Türk medyası, Henri Charrière’nin tabiri ile “insan yiyendir”…
Vatandaşına John Ford kesilen bir şiirselliktedir bu acımasız medya.
Meridyen ve boylam doðuya, acının kalbine, gözü yaşlı, zulümden beyaz tülbentini askerin ayaklarına atan barış annelerine dahi yanaşınca Sergio’laşıp devr alırlar manzarayı.
Türk medyasının Kürt algı esprisi basittir. Akıl ve duygu yok. Türetilmiş bir yoksunluk bu. Hali ile “hikâye” de çok…
Aziz Thomas, Ýsa’nın yarasına şüphe ile yaklaşıp, elini içine gömmüştü. Gerçekliði hissetmek istemişti. Hakikatine ters düştüðünü bile bile…
Bizim medyanın en sevdiði olay budur. Örneðin sürekli bir “telsiz”i eline alıp kurcalıyor…
Şimdi Kürtaj, yarın sondaj, ertesi gün viagra... Bizans'ta oyun bitmez.
Sürer gider böyle suni yaratı gündemleri
Koca bir ülkeye akan kan, deşilen yaraya “Gördüðünüz gibi deðil, kan yok yara yok” deniyor.
Yani?
Yanisi Oblomow’da gizli. Son sözü ona bırakalım...
“Ben de olsam ses etmezdim. Ne gerek var! Dönüp arkamı uyurdum. Hırkama dokunmasınlar da…
ANF NEWS AGENCY