Almanya ‘soğuk savaş’ yıllarında NATO ve ABD’nin vazgeçilmez karargahı haline geldi. Almanya topraklarının bir bölümü yönünü Moskova'ya çevirmiş doğu bloğunun elindeydi, o dönem batının korkulu rüyası olan 'komünist tehlikeye' karşı operasyonlar buradan yönetiliyordu. Bu yüzden "anti-komünist" mücadelede Batı Almanya Cumhuriyeti (BRD) en önemli istasyonlarından biriydi.
Türkiye ve Kuzey Kürdistan'ı kana boğan 12 Eylül 1980 askeri darbesinin hemen ardından Almanya ise Kürt ve Türk devrimcileri, demokratları, aydınları için bir sığınmacı ülkesi olacaktı. Zaten daha önce Türkiye ile yapılan 'masafir işçi' anlaşması gereği yoğun bir Kürdistanlı, Türkiyeli kitle bu ülkede vardı.
1980 öncesi Almanya'da kurulan işçi dernekler 12 Eylül'ün sürgünleri ile reng değiştiriyordu. Türkiye ve Kürdistan'daki devrim dalgası Almanya'ya ulaşıyordu. Ancak ne gariptir Almanya devleti bugünlerde Erdoğan iktidarıyla kurduğu bir dostluğun bir benzerini o dönem Batı Almanya, insan haklarını, evrensel değerleri yok sayan 12 Eylül rejimiyle kuruyordu.
Dönemin Batı Almanya dışişleri bakanı Hans-Dietrich Genscher, 1980 darbesinden sonra Türkiye’yi ilk ziyaret eden batılı dışişleri bakanı olarak geçecekti. Almanya kendi iç kamuoyundan yükselen bütün seslere ve ülkesine sığınan Kürt ve Türk aktivistlerin gösterilerine rağmen Ankara ile ilişkileri kesmiyordu.
Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ise 15 Ağustos 1984’te silahlı mücadeleyi başlatmasıyla içte olduğu gibi dış dünyada da dikkatleri üstüne çekiyordu. 15 Ağustos eyleminden sonraki ilk Newroz’da, 21 Mart 1985 günü Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi (ERNK)’nin kuruluşunu ilan etmesiyle PKK, gerilla ordusunun yanında; kitle hareketini örgütleyecek geniş bir yelpazenin ilk kanadını da açmış oldu.
Bu örgütlenmenin en önemli merkezlerinden birisi de yoğun Kürt kitlesini topraklarında barındırdığı için Almanya öne çıkıyordu. 1980’li yılların ortasında Almanya'da yaşayan Kürt göçmen ve mültecinin nüfusu 300 bin civarındaydı. Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde bulunan Kürt kitlesinin görevi ağırdı; diplomasi yapacak, ‘direnişin sesini’ dünyaya duyuracak, Türk devletinin kirli politikalarını teşhir edecekti.

'ÖZGÜRLÜK MÜCADELELERİNİ BASTIRMA KONSEPTİ' DEVREDEYDİ
Bu yüzden olacak ki Kürdistan devriminin dünyaya açılmaya çalıştığı 1985 yılında Türk devleti de dünyanın batılı süper güçleriyle Kürt özgürlük mücadelesini boğmak için kolları sıvadı. Bunun için Türkiye’nin Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) üyeliğinin bütün nimetlerinden yararlanması için düğmeye basıldı.
1984’ün sonu ve 1985’in başlarında NATO’nun ‘özgürlük mücadelelerini bastırma konsepti’ şablon alınıp PKK’ye karşı hayata geçirilecekti. Kürt dostu İsveç Başbakanı Olof Palme’nin 28 Şubat 1986 günü öldürülmesi ve hala birçok yönü karanlık olan bu suikastın PKK’ye mal edilmeye çalışılması, uluslararası güçlerin Kürdistan özgürlük mücadelesine karşı başlattığı ‘yok etme konseptinin’ ilk kilometre taşıydı.
Zaten cinayet sonrasındaki günlerde Almanya’ya biçilen rol kendisini ele verecekti. Palme cinayetinden dolayı Avrupa medyasında PKK’ye karşı bir linç kampanyası başlatılırken, Almanya da üstüne düşenleri yapmaktan geri kalmıyordu.
1986 yılında Duisburg kentinde kutlanması planlanan merkezi Newroz gecesini yasaklayan dönemin Bonn hükümeti, Kürtlere yönelik ilk kriminalize politikasını devreye sokuyordu. Yüzlerce polisin katılımıyla birçok şehirde operasyon başlatan polis Kürtlerin evini basıyordu.
RAF'IN SAVCISINA "PKK'Yİ DE BİTİR" GÖREVİ VERİLDİ
1987 yılında Kürtlere yönelik baskılar bu kez daha sistematik hale geldi. PKK’ye karşı en üst düzeyde harekete geçen isim ise Federal Başsavcı Kurt Rebmann’dı. 1977 yılında RAF militanlarının öldürdüğü Siegfried Bubacks’ın koltuğuna oturan Rebmann, sol ve muhalif gruplara karşı acımasızlığıyla tanınıyordu.
12 Eylül rejiminin paşalarıyla yakın dostluğu olan Rebmann, PKK’yi ise “İç güvenliğin en büyük düşmanı” ilan etmişti. Uluslararası düzeyde Kürt hareketine ‘terörist’ etiketi yapıştıran ilk isimlerin başında gelen Rebmann’ın özel talimatıyla 1987 yılının Ağustos’unun ilk günlerinde 11 şehirde 43 Kürdün evi basıldı.
Rebmann’ın “en büyük icraatı” ise Alman yargı tarihi ve Kürt özgürlük hareketine “Düsseldorf davası” olarak geçen yargılamalardı. Federal başsavcılığın talimatıyla Kürt siyasetçilere yönelik 1987’de başlayan gözaltı, tutuklama, ev ve dernek baskınları furyası 1988’de artarak sürdü.
Aralarında Duran Kalkan, Ali Haydar Kaytan ve Hüseyin Çelebi’nin de bulunduğu 20’den fazla siyasetçi ve aktivist 24 Ekim 1989 günü Düsseldorf Eyalet Mahkemesi’nde özel güvenlik bölmelerinde tutularak hakim karşısına çıkarıldı. RAF’tan sonra siyasi bir örgüte karşı yürütülen ikinci en büyük olan Düsseldorf davası Mart 1994’e kadar sürdü. Yargılamalarda yapılan suçlamalar ise ispatlanmadı ve tutuklananlar peşi sıra serbest bırakıldı.
Nisan 1988’de Fransa sınırında gözaltına alınan ve daha sonra Düsseldorf davasında yargılanan Duran Kalkan, Mart 1994’te serbest bırakıldı. Kalkan, 5 yıl 11 ay boyunca “geçici tutuklu” olarak alıkonulmasını ve avukatıyla yazışmalarının sistematik olarak okunmasını AİHM’e taşıdı. Temmuz 2001’te kararını açıklayan AİHM, Almanya’yı mahkum etti.

KOHL HÜKÜMETİNİN SİLAH DOSTLUĞU!
Bu arada 1990 yılıyla birlikte hem Kürdistan’daki savaş şiddetlenerek yayılmış, hem de Almanya’ya sığınan Kürt savaş mağdurlarının sayısında artış olmuştu. Almanya'da Kürt nüfusu yarım milyona dayanıyor, açılan dernek, kurum ve organizasyon sayısı her geçen gün artıyordu.
Ancak Kohl hükümeti Türkiye ile siyasi ve ekonomik dostluğun tepesine Kürdistan’daki savaşın rantını koymuştu. 1990’da iki Almanya’nın birleşmesinin ardından, soğuk savaşın askeri rekabet çılgınlığının eseri olarak ülkenin hem doğusu ve hem batısındaki silah depoları; deyim yerindeyse tıka basa doluydu. Bu durum şüphesiz Almanya’nın Kürdistan’daki savaşta “silah tüccarlığına” soyunması için fevkalade bir ortam sunuyordu.
1991 yılına kadar Türkiye ile yapılan silah anlaşmaları çerçevesinde Almanya 6,3 Milyar Mark değerinde silah sattı. Bunun yarısı Kürdistan’daki gerilla savaşının başladığı 1985’ten sonrasına tekabül ediyordu. Türkiye’ye ile yapılan silah anlaşmalarında dönen para ise Alman politikacıların iştahını kabartıyordu.

BTR-60 ARAÇLARIYLA İNSANLIK SÜRÜKLENİYORDU
Özgür Gündem gazetesi ise 16 Ekim 1992’de “İnsanlık sürükleniyor” manşetiyle çıkmıştı. Manşetin altında verilen fotoğraflar; çatışmada öldüğü iddia edilen bir sivilin Alman yapımı BTR-60 adlı askeri araca bağlanarak sürüklendiğini gösteriyordu. Olay 6 Eylül 1992 günü Cizre'ye bağlı Şeyh Değirmenci Köyü'nde yaşanmıştı. Fotoğraflar ve araçların seri numaraları Almanya’yı işaret ediyordu.
Zira 1990 yılında Almanya, NATO’nun anlaşmaları çerçevesinde Türkiye’ye 300 adet BTR-60 tipi askeri aracı satmıştı. Fakat hem Türkiye ve hem de Almanya NATO’nun anlaşmasını ihlal etmişti. Çünkü NATO her iki ülkeye bu askeri araçların sadece “dış güçlere karşı” ve ülke savunmasında kullanılmasını öngörüyordu. Ancak Türk ordusu söz konusu bütün askeri araç-gereçleri Kürt sivillere karşı ölüm makinesine dönüştürmüştü.
Alman kamuoyu ve muhalefetin baskısı Türk devleti ile silah ticaretini etkilemedi. Kürdistan ise Alman yapımı silahlarıyla ateş yerine dönüyordu. Bu arada Türkiye'de Tansu Çiller’in Haziran 1993’de başbakan olmasıyla hem Kürdistan’daki savaşın boyutu değişecekti ve hem de dış dünyada Kürt hareketine karşı Çiller bütün kartlarını devreye sokacaktı.
ÇİLLER KOHL'U YASAK İÇİN NASIL İKNA ETTİ?
İlk gezisini Rusya’ya yapan Çiller’in gezi turunda sıra Almanya vardı. Ankara’da hazırlıkları yapılan Kürt karşıtı diplomasi baskısına Bonn hazırlıksız yakalanacaktı. Başbakan Kohl o günlerde şöyle diyordu: “Almanya federal bir sistemdir. Her eyaletin ayrı yasaları vardır. Dolayısıyla PKK’yi yasaklamak mümkün değildir”. Dışişleri Bakanı Klaus Kinkel ise “Ben eski bir adalet bakanı olarak PKK’ye terörist demekte temkinli davranırım” çıkışında bulundu.
Ancak ne olduysa Çiller’in gezisiyle başladı. Almanya ziyaretini 20 Eylül 1993 günü başlatan Çiller gafıyla gezisine damgasını vurdu. Kürtlerin haklarını ve hak ihlallerini soran Alman gazetecilere Çiller’in yanıtı şuydu: “Türkiye’de Kürtlerin sahip oldukları hakların yüzde 10’una Almanya’daki Türkler sahip değildir. Almanya’da Türkler yakılıyor.”
Çiller, Almanya’nın ardından dönemin ABD Devlet Başkanı Clinton’un davetlisi olarak 12 Ekim 1993 günü ABD’ye gitti. Çiller’in Washington’dan dönüşünden yaklaşık bir hafta sonra 22 Ekim 1993 günü Amed'in Lice ilçesi Türk ordusunun ateşi altına girdi.
Lice’deki vahşet Avrupa’daki Kürtleri hareke geçirdi. 4 Kasım 1993’te Almanya’nın 30’dan fazla kentinde Lice protestoları gerçekleşti. Bu arada Wiesbaden’deki bir lokalde çıkan yangında bir kişi hayatını kaybederken, Kürtlere karşı gözaltı furyası başladı. İlk işareti dışişleri bakanı Kinkel verdi ve “PKK derhal yasaklanmalı” açıklamasını yaptı.
22 Kasım’da başlayan 16 eyaletin içişleri bakanları yapılan toplantıya federal içişleri bakanı Kanther PKK’yi yasaklayacak 53 sayfalık bültenin taslağıyla gitti. Toplantıda Kanther kararnameyi olduğu gibi kabul ettirirken, 25 Kasım günü yasağı ilk açıklayan NRW Eyaleti’nin İçişleri Bakanı Schnoor “Bunu Kanther istedi" derken, benzer açıklama Hamburg’un İçişleri Senatörü Wrocklage'den geldi: “Yasağı Kanther’e sorun”.
Kürdistan’daki savaşa, şiddetin nedenlerine, Türk ordusunun köy yakmaları ve katliamlarına ilişkin tek kelimenin geçmediği Kanther’in yasak bülteni özetle şöyleydi:
“PKK/ERNK halkların uyumlu şekilde beraber yaşamasını engelliyor. PKK’nin taraftar ve sempatizanlarınca Almanya ve Türkiye’de, Türkiye’nin bir bölümünü kurulacak Kürt devletine dahil etmek için suçlar bunu yeterince kanıtlıyor.Almanya’nın çıkarları tehdit altında. Şiddet eylemleri Türkiye ile olan ilişkilerimizi önemli ölçüde zedelemektedir. PKK faaliyetlerine Almanya’da daha fazla müsaade etmek, Alman dış politikasının güvenirliliğini tartışır hale getirir ve değer biçtiğimiz çok önemli bir ortağın güvenini sarsar.”
HÜRRİYET'TEN ‘DANKE KOHL’ MANŞETİ
Berxwedan Yayınları, Kurd-Ha haber ajansı, Kürdistan komiteleri, Kürdistanlı Yurtsever İşçi ve Kültür Dernekleri Federasyonu (FEYKA-Kürdistan) ve ona bağlı 29 Kürt derneğinin kapatılmasını isteyen kararnamedeki bu ifadeler aslında yasağın Türkiye’nin talebiyle gerçekleştiğinin şifrelerini veriyordu. Bundan olacak ki Hürriyet gazetesi ertesi gün “Danke Herr Kohl” (Teşekkürler sayın Kohl) manşetiyle çıktı.
Yasağın duyurulduğu 25 Kasım günü televizyon kanalı ARD’nin akşam haberlerine çıkan Kanther ise şöyle diyordu: “Almanya’nın bir savaş ve isyan ülkesi olmasına izin veremem. Almanya teröristlerin dinlenme yeri değil. Bazı yabancı grupların ülkelerindeki sorunları ülkemize taşımalarına izin vermeyeceğiz. Yasak, bu derneklere zorla üye olanların kendilerini PKK’nin tehditlerinden korumalarını sağlayacak.”
PKK’nin kuruluş yıl dönümü olan 27 Kasım’da yapılacak kutlamaların arifesine getirilen yasak çerçevesinde kapısına kilit vurulmak istenen derneklerde Kürtler oturma eylemine geçerken, Alman basını yasağın gerekçesini anlamakta zorluk çekiyordu. Frankfurter Rundschau gazetesinin 27 Kasım tarihli sayısında çıkan bir yorum şöyleydi: “Federal hükümet Türkiye’nin duman suyuna girdi ve Kürtlerin ezilmesine destek verdi. Bonn, MGK’nin metotlarını kopya ediyor ve Kürtlere karşı Ankara ile ittifak ediyor.”

Yasak için Ankara-Bonn-Washington hattında sıkı bir diplomasi vardı. 26 Kasım 1993 günü “Gizli kurye harekatı” manşetiyle çıkan Milliyet gazetesi ise PKK’nin yasaklanması için Çiller-Kohl-Clinton arasındaki görüşme trafiğini yazdı. Her üç liderin dinlenmeyen telefonlar ve gizli kuryelerle aracılığıyla yaptıkları görüşmelerde PKK’ye karşı operasyon kararının alındığı belirtildi.
1972 yılında Filistinli örgütlere yönelik uygulanan yasağın bir benzeri devreye konulan PKK yasağı ve medya-kamuoyunda yaratılan Kürt karşıtı hava için Çiller’in gizli ödeneklerden Almanya’ya ne kadar para aktardığı tam olarak bilinmiyor. Bu ödeneklerle Çiller’in Kohl’un seçim kampanyasına sponsor olduğu iddia edildi. Zira Kohl ve ekibinin dolandırıcılık ve rüşvete hiç de yabancı olmadığı yıllar sonra açığa çıktı.
1982 yılından beri iktidarda olan Hıristiyan demokrat lider Kohl bir kez daha başbakan olmak istiyordu ve 1994’deki seçimler için harıl harıl seçim kampanyalar düzenliyordu. 1999’da patlak veren ve Almanya’yı sarsan CDU’ya bağış skandalında Kohl’un seçim kampanyalarını silah lobisinden aldığı paralarla sağladığı ortaya çıktı.
CDU PKK yasağındaki gibi bu işlerde de kirli işlerini Kanther’e yaptırmıştı. 2000’nin ilk günlerinde CDU’nun Hessen Genel Sekreteri iken 1983 yılında partisinin 20 milyon markını İsiviçre ve Lischtenstein’da akladığı tespit edilince Kanther milletvekilliğinden istifa etti. 2005 yılında sonuçlanan davada Kanther 18 ay hapis cezasına çarpıtıldı. Cezası paraya çevrildi ve Kanther 50 bin Euro ödeyerek kurtuldu.