Pir geldi, Tuzluçayır Apoculaştı

Kemal Pir, bizi Haki Karer arkadaşla tanıştırdı. Ardından Anıttepe’deki eve götürdü. Önderliği ilk defa orada gördüm. Kemal’in söylediklerini de aşarak, direkt Apocu gruba hep birlikte katıldık.

1975 yılında Tuzluçayır’a giden PKK’nin kurucu kadrolarından Kemal Pir’in etrafındakilerin sayısı giderek artmıştı. Rıza Altun, Hasan Şerik, Metin Aslan, Doğan Kılıçkaya ve Haydar Altun artık Kemal Pir’le birlikte hareket etmeye başlamışlardı. Ama hala ortada belirginleşmiş bir grup yoktu. Rıza Altun, Kemal Pir’in Kürdistan dönüşü sonrası Tuzluçayır’da Kürtler, Kürdistan, Apocular ve Kürtlerin ayrı örgütlenmesinden sözetmeye başladığını söylüyor. Rıza Altun’un başını çektiği devrimci grup ise artık karar verme aşamasındadır.

Kemal Pir, Kürdistan’dan döndükten sonra bir kez daha Tuzluçayır’a geldi. Bu kez nasıl bir giriş yaptı mahalleye?

Kemal Pir, Tuzluçayır’dan ayrılmıştı. 6 ay geçtikten sonra mahalleye bir kez daha geldi. Ama bu kez eskisinden çok farklıydı… Sonradan öğrendik ki, -biz daha doğrusu öyle yorumluyoruz- ilk dönemlerde hiçbir örgüt ismi vermeden bizimle ilişkilendiği dönem Apocuların, grup olup olmamaya kesin karar vermediği bir dönemdi. Ancak Kemal, herhalde Kürdistan’a gelip gittikten sonra grubun bu işe karar verdiğinin netleştiği bir durumda ikinci sefer mahalleye geldi. Bu kez farklıydı, biraz daha belirgindi; artık çok açık bir şekilde Kürtlükten, Kürdistan’dan, Kürtlerin ayrı örgütlenmesinden, Kürt devriminin olmadan Türkiye’de devrim olamayacağından bahsediyordu. Bu düşüncelerini savunan arkadaşlarının olduğunu, onlarla da tanışmak gerektiğini söyledi.

Fakat, o mahalleli gençler birbirlerini tutuyorlar. Birileri ‘tamam’ derse, herkes tamam diyecek. Birileri ‘yok’ derse, hepsi ‘yok’ der. Kemal’in büyük etkisi olduğu için başlangıçta ‘ne oluyor’ gibi soruların olmasına rağmen çok tepkiyle yaklaşılan bir durum ortaya çıkmadı. Sonra sizi arkadaşlarla tanıştırayım; ‘’Ben tekrar gideceğim, benim işlerim var. Ben olmadığım sürede de siz arkadaşlarla ilişkilenirsiniz’’ dedi.

Sizi kimlerle tanıştırdı?

Önce Haki Karer arkadaşla bizi tanıştırdı… Ardından Anıttepe’de bir ev vardı, oraya götürdü. Orada ise Abbas arkadaşlar vardı. Orada tanıştık, Önderliği de ilk defa orada gördük. Daha sonra bizi de Önderlikle tanıştırarak bir bağ oluşturdu. Arkadaşlarla da ilişkilenmek temelinde; başlangıçta Kemal’in söylediklerini de aşarak direkt Apocu gruba hepimiz birlikte mahalleden katıldık.

Tuzluçayır’dan ilk çıkan Apocular kimlerdir?

Birkaç kuşaktan söz etmek gerekiyor; ama bu dönemde ortaya çıkanlardan Hasan Şerik ve Metin Aslan arkadaşlar vardı. Ondan sonra Doğan Kılıçkaya, Ali Doğan Yıldırım, ben, benim kardeşim Haydar vardı. Mahmut Bilgili vardı. Daha da ismini sayacağım birçok arkadaş vardı. On, on beş kişilik güçlü bir çekirdek vardı; etki alanı da çok genişti, Tuzluçayır’ın en güçlü kesimi oluyor. Kabul görme boyutuyla, tartışma, kavga boyutuyla başka bir grup daha yoktu. Birincisi bu. Bunlarla birlikte bu arkadaşların kız ve erkek kardeşlerinin de katıldığı ikinci bir kuşak daha var. Böylece birinci ve ikinci kuşak oluştu. Böyle bir başlangıçla bu gelenek bugüne kadar devam ediyor; hala bir biçimde gelenek sürüyor. Bazıları tutuklandı, idama mahkum edildi, birçoğu da şehit düştü. Mesela Doğan Kılıçkaya, Haydar Altun, İbrahim Bilgin, Asker Demir yine Gürcan diye bir arkadaş vardı Sivaslı şehit düştü. Bu böyle şekillenip bugüne kadar devam etti.

Grubun bir özelliği de şuydu; mahallede çok Kürt yoktu. Esas olarak Alevi Türkmenler çoğunluktaydı. Bizim grupta da Türk arkadaşlar çoğunluktaydı. İsmini saydığım arkadaşların çoğu Türkmen’di; Kayseri’den gelme birkaç Kürt arkadaşta vardı. Dersim’den gelen Kürtler var. Grubun bir özelliği de odur.

Peki, Öcalan ile tanışma nasıl oldu?

Başkanın adı çok çıktığı için, çok merak ediyorduk. Bir sefer Anıttepe'ye gittiğimizde orada Kemal Pir gelmişti, ben de oraya gittim. Orada bir gurup insan vardı. Kapının arkasında bir soğan torbası vardı, onun üzerine de bir somun ekmek vardı; her gelen gidip bir parça soğan ve bir parça ekmek alıp yiyorlardı. En çok dikkatimi çeken o oldu. Ama bir taraftan da çok hararetli bir tartışma vardı. Kemal’in kulağına eğildim, ‘Apo hangisi?’ diye sordum. Beni iteledi; ‘sus’ dedi. Tartışma bitti ve ben halen soruyordum; ‘Apo kim?’ diye. Kemal’de gösterdi. O zaman tartışmayı daha illeri bir noktaya götürmek için, ‘’İsterseniz Abdullah arkadaş sizinle tartışsın. Tamam olabilir’’ dedik. Yine bir gün biz kahvede oturuyorduk, baktık Başkan tek başına kahvehaneye geldi. ‘Kahveyi toplayın, Abdullah arkadaş sizinle konuşsun’’ demişti Kemal. Geldi bize selam verdi ve ‘’tartışmamız gerekiyor’’ dedi. İyi hatırlıyorum, o zaman Kartal Tepe'de Bingöl Kığılı bir arkadaş vardı, bekardı. Biz onun evini ayarladık, faşistlerin bölgesine de yakın bir yer. Biz arkadaşla oraya gittik, Önderlik konuşmaya başladı. Bizim Önderlik ve Kemal arkadaş karşısında ideolojik ve politik olarak söyleyeceğimiz bir şey yok aslında. Ama Kürt meselesi hepimizi etkiliyor. Entelektüel bir durum var, hepimizin düzeyini aşan bir şey. Bir süre daha geçti, bir toplantı daha gerçekleştirildi. Artık yapabileceğimiz bir şey kalmadı, artık resmen bizi birlikte hareket etmeye davet ediyor. Nerden aklıma geldiyse, nasıl cesaret etmişsem tamam dedim.

Artık bir gün baktık tam içindeyiz. O dönemde gerçekleştirilen bir mitinge ilk defa ‘sömürgecilik’ lafının yazılı olduğu pankartlar açılmıştı. Ben mitinge katılmak istiyordum. O zaman Haki arkadaş, ‘’hazırlık yapın sizin mahalleden de getirebildiğiniz kadar adam getirin’’ dedi. Biz ‘’kahrolsun sömürgecilik’’, ‘’halklarla özgürlük’’ gibi pankartları hazırlıyorduk. Mitinge gidiyoruz; Apocular olarak bir kortej oluşturmuştuk, kortej olarak gidecektik.

Tam hatırlamamakla birlikte sanırım yıl 1976 idi. Bizim Aleviler kızlı, erkekli olarak gelmişlerdi. Mahallede kimi bulduysak getirmiştik. Küçük, genç kızları hepsini kamyonlara bindirip mitinge doğru götürdük. Ciddi bir kortej oluştu. O zaman baktım Önderlikle on-on beş kişilik bir grupla oradaydı. Bizde çok sayıdayız, bir baktık ki, halk kitlesiyle büyük bir kortej oluşturmuşuz ve ‘’kahrolsun sömürgecilik’’ pankartını açmışız. Herkes bakıyor, bu kadınlar nereden çıktı diye herkes bize bakıyor. İş çırığından çıktı ve artık bulunduğumuz alanda da etkimiz kalmadı. Çünkü bizim bulunduğumuz alanda etki alanı yaratmamız gerekiyordu. Şimdi Türk solu var, onların hepsini karşımıza almamız gerekiyor ve artık onlarla kavga etmeye başladık. Tabi bizim hakimiyetimiz tartışmasızdı.

Hatice Ana’nın Tuzluçayır’ın örgütlenmesindeki rolünü anlatır mısınız?

Hatice Ana'nın meselesi uzun bir meseledir. Herkes biraz biliyor, tanıyor kendisini. Annem daha 12 Mart olaylarından beri solculara çok yoğun bir sempatisi vardı. Daha 14 yaşındaydım, hatırlıyorum; annem, aşırı üzülmüştü, ağlıyordu. Kızıldere’de infazlar olduğu zaman, ardından Deniz Gezmiş’lerin asılmasında, defalarca annemin ağladığını gördüm. Tabi bu aileyi etkiliyordu.

Annem aile içerisinde ciddi bir otoriteydi; tartışılmaz bir otorite. Bu da eskiye dayanıyor; uzun bir hikaye: Annem evin tek kızı, erkek kardeşleri var, ama babasının tek kızıdır. Babam da dedemin kardeşinin oğludur. Dedim, askere gidip öldükten sonra babam bunu yanına alıyor. Büyütüyor, tek kızını buna veriyor. Tek kızını buna verince, erkek çocuklarına hiçbir miras vermeden –maddi durumu da iyidir- bütün mirasını bu kadına veriyor. Tek kız olmanın ve sürekli dedem tarafından korunmanın yaratmış olduğu bir durum var. Babam da, ben de hiç kimse annemin durumunu tartışmazdık.

Annemin bu pozisyonu aile olarak devrimci, solcu, sosyalist bir eğilimin canlı olmasını sağlıyordu. Annemin organik bağı ise esas olarak Tuzluçayır’daki gruplaşmamızla birlikte şekillendi. Bütün aileler şu veya bu şekilde biraz ‘yapmayın, etmeyin’ gibi bir yaklaşım gösterirdi. Fakat bizde böyle bir şey gelişmedi, bizi devrimciliğe teşvik ediyordu.

Annemin örgütlü diyebileceğimiz ilk bağı, Tuzluçayır’da o grup faaliyetleriyle direkt ilişki içerisinde olmasından kaynaklanıyor. Zaten gruptaki herkesin aileleri birbirine çok yakındı. Herkes her eve gidebiliyor, gelebiliyor, kalabiliyor, yatabiliyor, yemek yiyebilir, yani böyle iç içelik vardı. Bizim ev de açıktı; gruptaki arkadaşlara, mahalledeki diğer örgütlere de açıktı.

Ama bizimle ilişkisi daha farklıydı, gönüldendi… Hiçbir zaman kopmadı, sürekli bir ilişkilenme biçimi oldu. Apoculuk ve Apoculuğun Kürtçülük temelindeki ifade tarzı aslında herkeste bir etki yarattı. O diğer arkadaşların ailelerinde belki tam kendini yüzeye vurmadı, belki bir tereddüt yaşattı, ama benim annem böyle bir tereddüt de yaşamadı. Kürtlük meselesi de buna eklenince annemin yaklaşımı daha sıcak, daha çok katkı sunan, hatta kendisinin de bizzat içinde yer aldığı bir ilişki biçimine dönüştü.

Şimdi Apoculuk adına ilişkilenmenin elbette bir bedeli olacaktı. Bu bedele daha sonra Hatice Ana’nın Hatice Ana olmasında büyük bir rolü vardır. Mahalledeki herkesin geldiği bir yer, bir ev. Bu konuda sorun yok, ama bir de Apocu gruptan yeni arkadaşların gelmesi, gitmesi, yemesi, içmesi… Buna yaklaşımın nasıl olması gerektiği de önemlidir. Bir takım maddi durumları da göz önünde bulundurarak mesafe koymak da vardır, ama tüm maddi imkansızlıkları ortaya koyarak kapısını buna açmak da vardır; işte annem sonuna kadar kapısını açtı.

Önderlik o zaman Ankara’da kalıyordu. Kürdistan’a köklü bir dönüş olmamıştı. Önderlik oradaydı; Ankara’ya gelenler, ya da Kürdistan’la ilişkilenip de Ankara’da işi olanların hepsinin geldiği adres Hatice Ana'nın evidir. Nitekim zamanla bazı arkadaşların hasta anneleri, babaları, kardeşleri de gelip o evde kalıp tedavi oldular.

Şimdi annem tüm bunları adeta bir sorumluluk, bir görev gibi yerine getiriyordu. En ufak bir kaygı, bir tereddüt yaşamadan yaptı. Kürtlük adına çıkmış bir grubun faaliyetine bu kadar yataklık etmenin ne kadar tehlikeli ve riskli olduğu o zaman da biliniyordu. Şimdi Kürtlüğe kendini bu kadar açmak, bu kadın açısından çok önemli bir durumdur. Bir de imkanlarını bu kadar sınırsız kullanmanın da elbette ki bir bedeli, bir karşılığı vardır. Tüm bunları gözünü kırpmadan yerine getirdi.

O dönem, birçok olayda fiilen yer aldı, katıldı. Liselerde sürekli boykotlar, yürüyüşler, mitingler oluyordu; faşist saldırılar oluyordu, polis saldırıları oluyordu, arananların gizlenmesi gerekiyordu, bunların çoğuna fiilen katılıyordu. Bazen Abidinpaşa Lisesi’nde, bizim mahalleli gençler faşistler ve polisler tarafından ablukaya alınıyordu, bunlar dışarıya çıkamıyordu. Biz, annemleri örgütlüyorduk, gidip polisle kavga ederek gençleri çıkarıp getiriyordu. Hatta bir seferinde, Dil-Tarih-Coğrafya’da böyle bir olay olmuştu; Kemal Pir öyle bir duruma düşmüştü, annem gidip o kuşatmadan çıkartıp getirdi. Bu yürekle eylemlere katılıyordu. Arananları, ya da birilerini saklamak gerektiğinde de kesinlikle bu durumu çok iyi kullanıyorduk.

Bu, hareket Kürdistan Devrimcileri ve PKK adını aldıktan sonra da aktif bir biçimde devam etti. Çok sabırlı, çok hoşgörülü ve gerçekten de herkese eşit düzeyde yaklaşan ve ihtiyaçları karşılamada hiçbir farklılık ortaya koymadı. Birçok arkadaşın günlük harçlığından tutalım, giysilerine kadar tümünü karşılayan bir pozisyonu vardı. Sonra tabi bu çok derinleşti. Ankara’dan Kürdistan’a yavaş yavaş dönüldüğünde Hatice Ana'nın bu dönüşte de faaliyetlerini daha derinleştirdiğini, Kürdistan’a geliş gidişlerinde rolünü oynadığı bir süreç var.

12 Eylül ile birlikte çok yaygın tutuklamalar, örgütün geri çekilmesinde, cezaevlerinde yılmayan bir mücadelesi oldu. Hatta evden koptu, uzun süre eve gitmediği süreçler oldu. İşkencehanelerin önünde, cezaevleri önünde arkadaşları sürekli takip eden bir durumdaydı.

12 Eylül’den sonra gerilla mücadelesinin başlamasıyla birlikte ilk gelen gerilla gruplarıyla ilişkilenmek için ta Botan’a, Cizre’ye kadar gitti. Sonrasında ise 90’larda Bekaa’ya gidip Önderliği de gördü… Defalarca tutuklanan, aranan, işkenceler gören ama hiçbir zaman çözülmeyen, zaaf göstermeyen ve sonunda artık Türkiye’de barınamayacak duruma geldikten sonra Avrupa’ya çıkıp bütün yaşamını da örgüt içerisinde geçiren bir hikayesi var anamın…

Grubun ilk şehidi de Tuzluçayır’dan…


PKK tarihi şehadetlere yanıt olma kültürünü yaratmıştır. En belirgin olarak Haki Karer’in şehadetine partileşerek, Mahsum Korkmaz’ın şehadetine ARGK ve Mahsum Korkmaz Akademisi’ni kurarak yanıt olunmuştur. Pek bilinmeyen bir yanıt olma durumu da Ali Doğan Yıldırım şahsında yaşanmıştır. Yıldırım’ın şehadetine Kürdistan’a temelli dönüş ve örgütlenmeye başlangıç kararı alınarak yanıt olunmuştur. Çünkü Ankara’daki çekirdek kadro içinde Kürdistan’dan en fazla söz eden, bir an önce Kürdistan’a gidip mücadeleyi başlatmak isteyenlerin başında O gelmekteydi.

Ali Doğan Yıldırım, 1956 yılında Dersim’in Pülümür ilçesinde doğdu. Geçim sıkıntısı yüzünden metropole göç ederek Tuzluçayır’a yerleşen orta halli bir ailenin çocuğudur. Liseyi Tuzluçayır’da okuduktan sonra Gazi Eğitim Enstitüsü’ne kayıt yaptırmış, ancak siyasi çalışmaları nedeniyle devam etmemiştir.
Apocu hareketin daha bir grup olarak şekillendiği 1974-75 döneminde bu düşünceleri benimseyen ve kısa sürede kavrayarak çevresine de taşıran Ali Doğan Yıldırım özellikle de Tuzluçayır ve diğer gecekondu semtlerinde oturan Kürdistanlı gençler içerisinde yoğun faaliyet sürdürmüştür. Eylemlerde aktif olarak yer alan ve birçok eylemin planlayıcısı olan A. Doğan Yıldırım, 1975 sonlarında bir kez Kürdistan’a gitmiş, ulusal kurtuluşçu ideolojinin ülkeye ilk taşıyıcılarından biri olarak burada bir süre kaldıktan sonra tekrar Ankara’ya döner.
Döndüğünde hemen görevlerine sarılan Yıldırım, Ağustos 1976’da Tuzluçayır’da silah eğitimi verirken bir kaza sonucu yaşamını yitirdi. Rıza Altun, “Yurtseverlik anlamında en ileri olan oydu. İyi saz çalıyordu. İlk şehit o… Talihsiz bir kazaydı” diyor.

KAYNAK: YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

BİRİNCİ BÖLÜM

https://anfturkce.net/toplum-ekolojI/apocularin-mahallesi-tuzlucayir-99211