Paris katliamlarında üstü örtülen gerçekler ve sonuçları

Aydınlatılmayan her cinayet, başka cinayetlere kapı araladı. Üstü örtülen her cinayet, bir başkasına davetiye çıkardı. İşbirliği ya da daha keskin bir ifadeyle suç ortaklığı, siyasi cinayetlerin ortak paydası olarak öne çıktı.

Aydınlatılmayan her cinayet, başka cinayetlere kapı araladı. Üstü örtülen her cinayet, bir başkasına davetiye çıkardı. İşbirliği ya da daha keskin bir ifadeyle suç ortaklığı, siyasi cinayetlerin ortak paydası olarak öne çıktı. Tetikçiler etrafındaki istihbarat servisleri, siyasetçiler, komplolar, derin ilişkiler, siyasi ve ekonomik çıkarlar, cinayetler etrafında geniş bir ağ ördü.

Bundan üç yıl önce, 9 Ocak 2013’te Paris’in merkezinde üç Kürt kadın devrimci başlarından vurularak katledildi. Her birinin başına üçer kurşun sıkıldı. Gün ortasıydı. La Fayette sokağı 147 numaradaydılar. Burası Kürdistan Enformasyon Merkezi’nin bürosuydu. Üç kadın devrimcinin cenazeleri saatlerce oldukları yerde kaldı. Tüm bir öğleden sonra telefonları yanıt vermedi. Kapıyı açan olmadı. Endişelenen arkadaşları, kapıya dayanıp içeri girmeyi başardığında, saatler geçe yarısını geçmişti. Bir sonraki gün başlamıştı. Takvim 10 Ocak’ı, saatler 01.00’i gösteriyordu.

Büroda yerde yatan üç cenaze ile karşılaşıldığında, bu ilk şok saatler sonra tüm Kürtler açısından toplumsal bir şoka dönüştü. Yerde yatanların PKK kurucularından Sakine Cansız (Sara), Kürdistan Ulusal Kongresi (KNK) Paris temsilcisi Fidan Doğan (Rojbin) ve Kürt gençlik hareketi üyelerinden Leyla Şaylemez (Ronahi) olduğu anlaşıldığında tüm dünyada da geniş bir yankı yarattı.

Daha ilk andan itibaren Kürtler için her şey netti. Hiç kuşku yoktu. Bu bir siyasi cinayetti ve arkasında da Türkiye vardı. Bu üçlü cinayeti, Kürt hareketi içerisine sızdırılmış bir tetikçi işlemişti. Yaklaşık bir yıl önce Almanya’dan Paris’e dönmüş ve Kürt hareketi ile bağlantı kurmuştu. 2011 sonlarında Villiers-le-Bel’deki Kürt derneğine üyelik kaydını yapan Ömer Güney isimli tetikçi, daha sonra hep Kürt militanlara yakınlaşmaya çalışmıştı.

La Fayette sokağı 147 numarada işlenen cinayetlerin ardından gözaltına alınarak tutuklanan Ömer Güney, suçlamaları reddetti. Ancak çevredeki gözetim kameralarında, Güney’in cinayetlerden az önce binadan çıkarken görülüyordu. Katledilenlerden birinin DNA izleri Güney’in montu üzerinde tespit edilirken, çantasında da barut izleri vardı.

İSTİHBARAT SERVİSLERİNİN ROLÜ

Cinayetlerden bir yıl sonra Ocak 2014’de peşpeşe yeni kanıtlar ortaya çıkmaya başladı. Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan hükümeti ile ittifakı Gülen Cemaati arasında derin bir iktidar çatışması yaşanıyordu. Belgeler böyle bir ortamda internete sızdırıldı. İlkin bir ses kaydı yayınlandı. Kayıtta Ömer Güney, iki Türk ajanla cinayet planları yapıyordu. Birçok Kürt siyasetçinin öldürülmesi üzerine hesaplar yapılıyor, bir silaha ihtiyaç olduğu belirtiliyordu. İki gün sonra, yani 14 Ocak 2014’te bu kez tetikçiye suikast için verilen talimatın belgesi yayınlandı. 18 Kasım 2012 tarihli belgede Türk istihbarat teşkilatı MİT yöneticilerinin imzaları bulunuyordu.

Belgelerin ortaya çıkmasından bir kaç gün sonra, yine Ocak ayında soruşturmacılar, Ömer Güney’in cezaevinden kaçma planını boşa çıkardı. Soruşturmaya yakın kaynaklar, 21 Ocak 2013’ten beri tutuklu olan tetikçinin bir MİT elemanının yardımı ile cezaevinden kaçmayı hesapladığını belirtiyordu.

Soruşturmayı yürüten savcı Jeanne Duyé, Mayıs 2015’te dosyayı kapatarak, 13 Ağustos günü Paris Özel Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi. Sara, Rojbin ve Ronahi’nin katledilmesine ilişkin hazırlanan iddianamede de Türkiye bağlantısı açık bir şekilde yer aldı. Artık hiçbir kuşku kalmamıştı. Bu cinayetin arkasında Türk istihbaratı vardı.

İddianamede katil zanlısı, “terörist bir örgütle ilişki içerisinde cinayet işlemekle” suçlanıyor. Soruşturmacılar MİT’in cinayetlerin kışkırtılması ve hazırlığına karıştığını tespit etti. Ancak cinayet emrinin devletin zirvesinden gelip gelmediğine netlik kazandırılmadı. Buna karşın, cinayetlerin PKK ile Ankara arasındaki barış görüşmelerini sabote etmeye yönelik olduğu yönündeki şüpheler, dava dosyasına girdi. Ankara hiçbir zaman soruşturmayı kolaylaştıracak bir adım atmadı. Fransa’da yürütülen soruşturma Ankara kapılarında durdu. Türk makamları, ellerindeki bilgileri soruşturmacılarla paylaşmayı reddetti. Oysa soruşturmacılar katil zanlısının cinayetlerden önce bir kaç kez Türkiye’ye gizli seyahatlerde bulunduğu ve kriptolu telefon görüşmeleri yaptığı ortaya çıktı. Cep telefonunda Kürt militanlar ve sempatizanlara ilişkin çok sayıda fotoğraf da bulunuyordu.

Fransız istihbaratı, üç Kürt kadın devrimciye ilişkin elindeki bilgileri çok küçük bir kısmı üzerindeki “devlet sırrı” kararını kaldırdı. Ancak bu bilgilerde yeni bir şey yoktu. Zaten kamuoyunun bildiği bilgilerden oluşuyordu. Bu nedenle, Fransız istihbaratı da henüz üzerindeki şüpheleri giderecek ikna edici adımlar atmadı. Fransız iktidarların, cinayetlerden önce ve sonra baskıcı Türk iktidarları ile yoğun ilişkileri ve uzun süre devam ettirilen anti-Kürt politikası da, Fransa’ya ağır bir sorumluluk yüklüyordu.

FRANSA NASIL OPERASYON ALANI HALİNE GELDİ?

Fransız hükümetlerinin baskıcı rejimlerle işbirliği nedeniyle, bu toprakları sürekli operasyon alanı olarak kullanıldı. Her seferinde de bunlara karşı bir mücadele yürütülmedi. Türk infaz timleri 1980’li yıllardan beri Fransa’yı bir operasyon merkezi olarak kullandı. 1996'daki Susurluk Kazası'nın kilit ismi Abdullah Çatlı, darbeci Kenan Evren döneminde Ermenilere karşı kullanıldı. Fransa başta olmak üzere Avrupa’nın birçok yerinde Ermenilere karşı suikastlar ve bombalı saldırılar gerçekleşti.

Karanlık cinayetler bununla da sınırlı değil 1988’de Güney Afrikalı kadın temsilci Dulcie September ve 1965’te Faslı muhalif Ben Barka, Fransa’da faili meçhul cinayetlere kurban gitti. Bu cinayetler aydınlatılmadı. İranlı muhalifler, Tamilliler ve Bask ülkesi için mücadele eden ETA üyeleri de benzer karanlık cinayetlere konu oldu.

ÜÇ SALDIRININ ORTAK NOKTASI: TÜRKİYE

Siyasi cinayetler her karanlıkta kaldığında, yenileri eklendi. Üç Kürt kadın cinayeti karşısında da Fransız makamlarının kararlı bir duruş sergilememesi, Türkiye bağlantılı yeni katliamları da beraberinde getirdi, tıpkı bir zincirin halkaları gibi. Her cinayet, bu zincire yeni bir halka ekledi. Unutmamak gerekir ki bu evrende her şey birbiriyle bağlantılıdır. Bu atomlar dünyasında olduğu gibi, siyaset dünyasında da böyledir.

Üç kadın devrimcinin katledilmesinden iki yıl kadar sonra, 7 Ocak 2015’de Paris’te mizah gazetesi Charlie Hebdo’ya yönelik saldırı bağımsız ele alınamaz. Aylar sonra, 13 Kasım’da 130 kişinin katledildiği Paris’teki eşzamanlı saldırılar da bu halkanın bir devamıdır. 9 Ocak 2013 ile 7 Ocak ve 13 Kasım 2015 saldırılarının ortak paydasını Türkiye ve işbirlikçilik oluşturuyor. Fransa’ya yönelik saldırıları gerçekleştiren insanlık düşmanı yapılanma DAİŞ’in Türkiye ile ilişkileri bir sır değil. Aynı şekilde Suriye krizinde Fransa ve Türkiye iktidarları arasındaki yakın işbirliği de bir sır değil. Dereceleri farklı olsa da aradaki bağlantılar ve sorumlulukları görmemek, gerçekleri örtbas etmek ve yeni katliamlara kapı aralamak olur. Üç Kürt kadın devrimcinin katledilmesinin temel sorumlusu Türk servisler olsa da, Fransız makamları kendi sorumluluklarından kaçamaz. Karanlıkta kalan cinayetleri aydınlatmak ve katliamlar karşısında radikal bir tavır alarak, baskıcı rejimlerle ilişkilerini yeniden gözden geçirmek, geleceği kazanmak için olmazsa olmaz bir koşuldur. Adalet için gerçek bir yüzleşme, ilkeli, kararlı ve net bir duruş gerekiyor. Bu da yeni bir dış politika ve Kürtlerle adil bir ilişki gerektiriyor.