İsveç-Türk İşçi Dernekleri Fedarasyonu’nun kurucularından Osman Özkanat, fedarasyonun Ermeni, Asuri-Süryani ve Kürtlere yönelik kışkırtıcı eylemler örgütlenmesini eleştiriyor ve federasyonun derin devletin uzantısı haline geldiğini söylüyor.
Osman Özkanat, Türkler, Kürtler, Süryaniler başta olmak üzere İsveç’te yaşamını sürdüren pek çok göçmenin yakından tanıdığı bir isim. Kulu’dan genç yaşta 1971 yılında İsveç’e gelen Özkanat, İsveç Türk İşçi Dernekleri Federasyonu’nun kurucularından ve ilk genel başkanı.
10 yıl genel başkanlık görevinin yanı sıra önce tercümanlık daha sonra öğretmenlik yapan Özkanat’la İsveç’e göçün 50. yılı dolayısıyla Kululuların İsveç’e geliş serüvenlerini, İsveç’teki örgütlenmelerini ve Türk İşçi Dernekleri Federasyonu’nu konu alan bir söyleşi gerçekleştirdik.
İsveç’e Kululular ne zaman gelmeye başladılar ve bu göçün nedenlerini anlatır mısınız?
Kululular İsveç’e ik kez 1965-66 yılında gelmeye başladılar. Biz buna spontan yani kendiliğinden göç diyoruz. Çünkü 1961 yılında ikili anlaşmalar sonucu Almanya’ya çalışmak amacıyla yapılan göçe düzenli göç deriz. Valizini alıp ülkeden çıkıp iş aramaya gelen göç de kendiliğinden bir göçtür.
İsveç’e Kululuların göçü kendiliğinden ve iş aramak amacıyla yapılan bir göçtür. Kululuların İsveç’e gelmeleri tamamen br tesadüf. Ankara’da bir gözlükçünün iş arayan üç Kululuya İsveç’te iş bulabileceklerini söylemesi üzerine bu üç kişi İsveç’e geliyor. Gelenler memleketlerine mektup yazıyor ve İsveç’te iş bulmanın kolay olduğunu söylüyor ve bunun üzerine zincirleme göç başlıyor. 10 veya 15’er kişilik gruplar halinde valizini alan İsveç’e geliyor.
O sıralar İsveç’in işgücüne çok ihtiyacı vardı. Kulu’dan gelenler özellikle Stockholm ve Göteborg’ye yerleşti. Göteborg’ye yerleşenler Volvo gibi fabrikalarda, Stockholm’e gelenler de daha çok servis branşında, temizlik ve bulaşık işlerinde çalıştılar. 1973 yılından itibaren de eşlerini ve çocuklarını getirmeye başladılar.
Kululular İsveç’te kalmak amacıyla mı yoksa para kazanıp Türkiye’ye geri dönme anlaşıyla mı İsveç’e gediler?
Tamamı biraz para kazanıp Kulu’da bir işyeri açmak ya da tarlalarına bir traktör almak amacıyla buraya geldiler. Ama bunun bu kadar basit olmadığını gördüler. Para kazanmak o kadar kolay değildi. Çocukları ve eşleri geldikten sonra geri dönme eğilimleri oldukça azaldı.
İlk gelenlerin yaşam koşulları nasıldı? Hangi güçlüklerle karşılaştılar?
O sıralar İsveç’te konut sıkıntısı vardı. Bugün göçmenlerin yoğun olarak oturdukları semtler boştu. Binalar yoktu. Sosyal Demokrat Hükümet 1 Milyon adını verdiği bir konut politikasını başlattı. Hızla Stockholm’un çevresine yeni konutlar dikilmeye başlandı. Bugün varoşlar dediğimiz semtlere 5 ila 7 bin kişinin yaşayabileceği konutlar, parklar ve tesisler inşa edildi.
Getto mu inşa ediyorlardı?
Sosyal devlet tam olarak fonksiyonunu yerine getiriyordu. Standardı yüksek olan evler ve binalar inşa ettiler. Bundan dolayı buralara getto diyemeyiz. Zaten o bölgelerde çok az sayıda İsveçli vardı. Ama onlar ev edinmenin getirdiği vergi indiriminden yararlanmak için başka yerlerde villa ya da sıra evler satın aldılar ya da şehrin merkezine göç ettiler. Ev almak kolay ve avantajlıydı ama biz o sıralar bu tür olanakları bilmiyorduk.
İlk gelenlerin İsveç toplumuyla ilişkileri nasıldı?
İlişki sıfırdı. Çoğu iki işte çalışırdı. Evden işe, işten eve giderlerdi. Çalışmak için dil bilmeye de gerek yoktu. İlk gelen kuşaklar İsveçlileri hiç tanımadı, arkadaşlık da yapmadı. O zaman İsveç yabancıları ‘kutsal inek’ gibi görüyordu. Yabancıları seviyorlardı ve yardımcı oluyorlardı. İsveç halkında hümanist bir anlayış var. Özelikle Sosyal Demokratların döneminde insana hümanist bakış açısı verildi. Toplum öyle terbiye edildi. Topluma ve bireye bakış açıları kazandırıldı. Tüm insanların eşit oldukları öğretildi.
Siz neden ve ne zaman İsveç’e geldiniz?
Okumak için maddi imkanlarımız yoktu. Ağabeylerim 1965’te İsveç’e gelmişti. Ben de okuyabilmek ve daha iyi olanaklara sahip olmak için 1971 yılında İsveç’e geldim. Geldiğimde üniversitenin dil kurslarına başladım. Daha sonra sporcu olduğum için beni İsveç’in kuzeyine yolladılar. Orada hem sporla uğraştım hem de fabrikada çalıştım. 1 yıl sonra da Stockholm’e döndüm. Tercümanlık yapmaya başladım.
Türklerin derneklerde örgütlenmeleri nasıl ve ne zaman başladı?
Bizden önce buraya Yunanlılar, Ispanyollar, Portekizliler gelmişti. Onlar derneklerde örgütlenmişlerdi. Bu ülkelerden gelenler arasında işçilerin yanı sıra çok sayıda siyasi mülteci vardı. Yunanistan’dan gelenler cuntadan, Portekiz’den gelenler Salazar, Ispanya’dan gelenler de Franko faşizminden kaçmışlardı. İtalya’dan gelen partizan grupları da vardı.
İsveç sivil toplum örgütlenmelerine önem veriyordu. Yabancıların örgütlenmelerini teşvik ediyordu. Devletin yanı sıra sendikalar da yardımcı oldu. Ben geldiğimde bir-iki küçük Türk derneği vardı. Biz üç-beş kişi kolları sıvadık. Stockholm, Malmö, Göteborg gibi illerde çok sayıda dernek kurduk. O zaman birinci kuşağın böyle bir örgütlenmeye ihtiyacı vardı. Bir araya gelmeleri ve toplumda var olan sorunları tartışmaları gerekiyordu. Teknoloji gelişmediği için ülkeden haber almak da zordu. Dernekler o dönemde somut ihtiyaçlara cevap veriyordu.
O dönemde çalışmaların Türkiye’ye yönelik mi yoksa İsveç’e yönelik mi olacağı tartışılıyordu. Bir kesim burada kalıcı olduğumuzu söylüyor ve çalışmalarda İsveç’teki sorunları esas almasını istiyordu. Ben de bu görüşü savunuyordum. Sonuç olarak ikinci çizgi derneklerde eğemen oldu.
Türk İşçi Dernekleri Federasyonu nasıl ve ne zaman kuruldu?
1976 yılında kuruldu. O zamanlar bir federasyon daha vardı. 1971 darbesinden sonra gelen TKP’lilerin kurduğu federasyon Türkiye’ye yönelik çalışmalara ağırlık veriyordu. Bizim federasyon ise burada kalıcı olduğumuzu ve İsveç’teki sorunların temel alınmasını istiyordu. Daha sonra anlaştık ve bir kongre yaparak iki federasyonu birleştirdik ve Türk İşçi Dernekleri Federasyonu’nu kurduk ve ilk başkanı da bendim.
Federasyonun gücü ve etkisi nasıldı?
O zamanlar İsveç Hükümeti yabancıları ilgilendiren tüm sorunlarla ilgili federasyonların görüşlerine başvururdu. Katılımcı bir anlayış vardı. İsveç’teki yabancılar politikasında federasyonların önerileri belirleyici oldu. İsveç’in yabancılar politikası üç ana öğeden oluştu. Eşitlik, işbirliği ve kimliğini ve kültürünü belirleme hakkı. Tüm bu öneriler federasyonlar tarafından yapıldı ve İsveç Hükümeti tarafından benimsendi.
Bana göre bu politika Avrupa’nın en iyi göçmen politikasıydı ve asimilasyoncu değildi. Başka ülkelerden gelen göçmenlere dil ve kültürlerini geliştirme hakkı tanıdılar. Göçmenleri ilgilendiren her konuda görüşlerimize başvururlardı. Onar alıcı biz de satıcıydık. Örneğin ana dilde eğitim talebimizi kabul ettiler.
Bir öğretmen olarak buradaki ana dilde eğitiminden bahsedermisiniz?
1976 yılında yapılan reformlarda göçmenlerin ana dillerinde eğitim almaları kabul edildi. Kültürü geliştirme ve kimliği korumanın en büyük aracı ana dilde eğitimdir. Bunun buradaki eğitim sistemi içinde yapılması gerekiyordu. Evde Türk okulda İsveçli olunmaz. Böylesi bir politika dışlayıcıdır. Gayri insanidir. Ana dilde eğitimin çok faydası oldu. Çocuklar okulları benimsediler. Tüm ulus devletler azınlıklardan korkarlar. Bunlar asimile olmayacak ve uyum sağlamayacak diye düşünürler. Bir süre sonra ana dilde eğitim alan çocukların İsveçce öğrenemedikleri yalanı yaygınlaştırıldı. O zaman ben öğretmendim ve durum tam tersiydi. Velilerin çoğu bilinçsiz olduğu için çocuklarını ana dilde eğitim yapan okullardan alıp İsveçce eğitim yapan okullara yolladılar.
Ana dilde eğitim pratik olarak nasıl yapılıyordu?
İlkokullarda birinci yıl tüm dersler Türkçe idi. İkinci sınıfta günde 3 saat, üçüncü sınıfta günde 5 saat İsveçce eğitimi vardı. 7 sınıfa geldiği zaman sınıf İsveçli sınıflarla birleşiyordu. Çocuklar ilkokulu bitirdiklerinde İsveçceyi de tam olarak öğreniyorlardı.
Sistem başarılı oldumu?
Bence başarılı oldu. O dönemde okuyan çocuklar kendi ayakları üzerinde durabildiler, kimlik sahibi oldular. Her iki dili de iyi derecede öğrendiler. Şimdi çocuklarımıza baktığımızda İsveçceyi güzel konuştuğunu zannederiz ama teferratına indiğimizde çok yanlışlıklar yaptıklarını görüyoruz. Kendi ana dillerine hakim olamadıkları için İsveçceye de hakim olamıyorlar.
O dönemde öğretmenliğin yanı sıra federasyonun da başkanlığını yapıyordunuz? Türkiye’ye yönelik çalışmalarınız oluyor muydu?
Göçmenlerin sorunları ve ülkenin demokratikleşmesini gündeme getiriyorduk. Türk devletinin yurt dışında yaşayanlara yönelik politikası ‘Müslüman ve Türk kalacaksınız ve paranızı Türkiye’ye göndereceksiniz. Siyasi talepte bulunmayacaksınız’ şeklinde özetlenebilir. 12 Eylül darbesinden sonra bu politika daha da katı hale geldi. 12 Eylül’den sonra Türkiye ile iletişim tamamen koptu. Bizim federasyon olarak hem İsveç hem de Türk devetine karşı bağımsızığımızı koruduk. Biz İsveçli sivil toplum örgütü olarak kendimizi tanımlıyorduk. İsveç hiç bir zaman bizlere dayatmada bulunmadı. Resmi ideolojimizi savunacaksınız demedi. Federasyonu finanse ettikleri halde böyle bir talepte bulunmadı. Ama Türk devleti sürekli, sürekli, sürekli talepte bulundu.
Ne tür taleplerdi bunlar?
Lobicilik yapacaksınız. Hükümeti eleştirmeyeceksiniz. Demokrasi konuşmayacaksınız, taleplerde bulunmayacaksınız. Bunları yapmadığımız için başta ben olmak üzere pek çok insanı fişlediler. 12 Eylül olduktan iki gün sonra cuntayı eleştiren bir açıklama yaptığım için federasyonu kara listeye aldılar. Bu benim hayatımda en övündüğüm şeydir. Burada neredeyse tüm Türkler cuntayı desteklerken biz darbeye karşı bildiri yayımladık. Bundan dolayı Türk devleti federasyona hep eziyet etti. Ama hep direndik ve hiç bir zaman devletin uzantısı olmadık.
Siz 8 yıl önce başkanlığı bıraktınız. Şu anda federasyonun Türk devletiyle ilişkilerini nasıl değerlendiriyor sunuz?
İnsanların derneklere olan ilgileri çok azaldı. Politikayı bilmeyen, gelişmeleri değerlendiremeyen kişiler federasyon yönetimine geldiler. Şu an durum çok vahim. Federasyon tam anlamıyla devletin uzantısı bir örgüt haline geldi. Aslında derin yapının uzantısı. ‘Terörle mücadeleyi’ sanki Türk İşçi Dernekleri Federasyonu üslenmiş. Federasyon başkanı Hasan Dölek’in bu yapılarla gizli ilişkileri var. Şimdi Türkiye’de eski mayfa liderinin biri miting yapıyor, oluk oluk kan akacağından bahsediyor. Bunlar da o mayfa bozuntusunun benzerleri. Hiç farkları yok.
Geçtiğimiz yıllarda federasyonun Denetim Kurulu Başkanı olarak kongerde mali raporuun aklanmamasını istediniz. Nedenlerini anlatır mısınız?
Recep Tayyip Erdoğan İsveç’e geldi ve miting düzenlettirir. Bu işi yapmaları için federasyona 100 bin kron verir. Erdoğan’ın tüm masrafları federasyon bütçesinden karşılanmış ama bu 100 bin kron federasyonun hesaplarına girmemiş. Kayıp olmuş. Ben bu paranın nereye gittiğini sordum ama açıklama yapamadılar.
100 bin kronu nasıl almışlar?
Başbakanın sekreteri otelde çantayı açıp federasyon yöneticilerine 100 bin kron vermiş. Ortada ne makbuz ne de tutanak var. Bu para gizli ödenekten fedarasyona verilmiş. Bu parayı veren de alan da suçlu. Biz geçmişte hiç bir zaman Türkiye devletiyle para ilişkisine girmedik.
Son dönemlerde Türklerle Ermeni, Asuri ve Kürtler arasında gerginliğin artmasının nedenleri nelerdir?
Bunun temelinde biliçsizlik ve önyargı yatar. Süryanilerin 100 sene önce başlarına gelenler, Kürtlerin başına gelenler bizlere anlatılmadı. Türkiye bunları anlatmıyor ve tek taraflı bir resim veriyor. Evi yıkılanlar, köyü yakılanlar burada. 1915’te dedeleri katledilenler burada yaşıyorlar. Bunun empatisini Türklerin yapmaları gerekir. Doğrusu bu. Ama Türk devleti geçmişte olanları kabul etmiyor, olanları gizliyor. Devlet tek taraflı ırkçı politikaları sürdürüyor. 1915 yılında kayıtlara göre 1 milyon 300 bin Ermeni yaşıyor. 1922’de sayıları 300 bine düşmüş. Ne oldu bu insanlara? Başlarına ne geldi? Sen devlet olarak bana bilgi vermiyorsun. Ben bunları bilmiyordum. Öğrendiğimde şoke oldum. Bir Türk olarak ben Ermenilere yapılanları öğrendim. Önce şoke oldum ama bunu atlattım. Empati yaptım. Ben İttihat ve Terakki’nin 3 katilinin verdiği katliam emrinin sorumluluğunu almak istemiyorum. Bunu da konuşarak, empati yaparak, gerçekleri kabul ederek üzerimdem atarım. Benim çocuklarım da o katillerin verdikleri emirlerin sorumluluğunu taşımaya mecbur değil. Ben bir Türk olarak böyle düşünüyorum ama milyonlarca insan gerçekleri bilmedikleri için farklı düşünüyor. Zaten burada bir kimlik sorunları var. Bu konuyu gündeme getirenleri tehdit olarak algılıyorlar. Bazıları da bunu kullanıp gençleri kışkırtıyor. Sonuç oarak 29 isyanında Kürtlerin, 1915’te Ermeni ve Süryanilerin başlarına gelenler bilinmiyor. Son 30 yıldır Türklere tanınan tek inisiyatif Kürtlerle savaşmak. PKK olanların başlangıcı değil sonucudur. 1984 Abdullah Öcalan’ın 150 gerillası vardı. Şimdi milyonlarca var. Bu devletin savaş politikasının sonucu. Cizre’yi düşmanı kuşatıyor gibi kuşat, sokağa çıkma yasağı koy. Orada büyüyen, bunları gören çocuklar bunu nasıl algılar? Tüm bunları buradaki Türklerin düşünmeleri ve empati yapmaları gerekir.