Altan: Onurlu barışa giden uzun bir yol var

21–22 Haziran’da Amed’de İHD tarafından düzenlenen “Barışa Giden Yol: Hafıza ve Adalet” konferansına katılan Bahadır Altan, onurlu barışa giden yolun uzun olduğunu belirtirken, devletin de somut adımlar atması gerektiğinin altını çizdi.

BARIŞA GİDEN YOL

Bahadır Altan, bir barış ve ekoloji aktivisti fakat kamuoyunda daha çok savaş pilotu olarak tanındı. 21–22 Haziran’da Amed’de İHD tarafından düzenlenen “Barışa Giden Yol: Hafıza ve Adalet” başlıklı konferansın katılımcılarından biri olan Bahadır Altan, diğer katılımcılarla birlikte uzun yıllardır devam eden çatışmalı sürecin yol açtığı ağır insan hakları ihlallerini, toplumsal tahribatı ve adalet ihtiyacını ele alarak, kendi deneyimlerini aktardı.

Savaş pilotu olarak anılmayı sevmediği söyleyen Bahadır Altan ile hem bu konferansı, hem izlenimlerini, hem de kendisi açısından Kürt meselesindeki kırılma noktalarını konuştuk.

Altan, konferansı ana hatlarıyla aktarırken kendi hikayesini de şöyle anlattı: “İHD’nin buluşmasında hem savaşın verdiği acıları yaşamış insanlar tek tek konuştu, hem de barış sürecinin örgütlenmesi, kalıcı ve onurlu bir barışın kurulması için kurumların temsilcileri bir araya geldi. Örneğin ilk oturumun moderatörü aynı zamanda barış akademisyeni de olan Ulaş Bayraktar’dı. Savaşta babasını asker olarak kaybetmiş birisi olması, kendi hikayesini anlatarak başlanması meselenin ağırlığını hissettiriyordu. Bu iki oturumda da herkes bu çatışmalı süreçte yaşadıkları üzerinden şu anki fikirlerini de kapsayan bir aktarımda bulundu. Çoğu evlatlarını kaybetmiş analar, babalarını kaybetmiş insanlardı.

Ben de yaşadıklarım üzerinden bir şeyler anlattım. Aslında hiç hoşlanmadığım bir şey “savaş pilotu” olarak anılmak; ama orada çok hoşuma giden bir şey oldu, barış annelerinden biri benim için “sen artık barış pilotusun” dedi ve bu çok onurlandırdı beni. Öyle olabildiysem ne mutlu diye düşündüm tabii. Aslına baktığımızda ben savaş pilotu sıfatı altında çalıştığım dönemde de klasik bir asker olmadım. 12 Eylül döneminde gözaltına alındım, iki defa işkence gördüm arkadaşlarımla beraber. Arkadaşlarımın hemen hemen hepsi ordudan atıldı. Biz toplam dört pilot olarak atılmamıştık ama “sakıncalı personel” olarak kaldım orduda. Tabii savaş suçu denebilecek bu savaşa katılmadan ayrıldığım için de çok mutluyumdur. Daha çok öğretmenlik yaptım, test pilotluğu yaptım. 

Mesela bu süreç başladığında 1990'da fiilen, 1992'de de tamamen hava kuvvetlerinden ayrıldım. Ancak aldığımız askeri eğitimin bir kısmından kendimizi korusak bile -sosyalist bir kimliğe sahip olmamız sayesinde koruyabildik- yine de etkilendiğimiz bir şeyler vardı. Örneğin savaş pilotluğunu emperyalizme karşı anti-emperyalist bir yurt savunması mantığıyla kabul edilebilir bir meslek olarak görmemizi sağlayan bir şey üretmiştik kendi içimizde.”

BANA BUNLARI NİYE ÖĞRETTİN!

Altan, ordu mensubuyken bile “sakıncalı personel” ilan edildiklerini söyledikten sonra Kürt meselesine dair nasıl kırılmalar yaşadığını da şu sözlerle ifade etti: “Savaş meselesinde çeşitli kırılmalar yaşadım. 90’larda İzmir'deyken bir gece yarısı telefon çaldı, arayan bir öğrencimdi ve direkt “Bana bunları niye öğrettin” dedi. Ben o dönem bir pilot yetiştirmekten çok yetişmiş pilotlara savaşmayı öğreten bir eğitim veriyordum. O öğrencimin benden böyle hesap sorması ve “Bana bunları niye öğrettin” demesi bende büyük bir kırılma yarattı. “Biz şimdi kendi köylerimizi bombalıyoruz” diyerek yaşadıklarını anlattı bana. Ve gerçekten o dönem 1990 yılında hava kuvvetlerinin Kürtlere karşı kullanıldığı ve buna da “terörle mücadele” denildiği, köylerin boşaltıldığı ve gerillaların olduğu sanılan alanların bombalandığı, boşaltılan alanların bombalandığı, ormanların yakıldığı bir sürecin başlangıcıydı. En kanlı dönemlerdi bunlar.

Sonradan bu gözle bakarak barış için mücadeleyi yol edindim. 1992'de de tamamen ayrıldım zaten ordudan. Bu kırılma noktası bir gerçeği ifade ediyor. Birincisi bu bir “terörle mücadele” değildi. Bizler savaş pilotuyduk ve bu bir savaştı. Elinde piyade tüfeği olan, kalaşnikof olan, dağda gizlenerek gerilla taktikleriyle savaşan birilerine karşı uçakla, hele ki F-4 gibi, Phantom dediğimiz, F-16 gibi büyük hedeflere taarruz için üretilmiş uçaklarla insanı hedef almak zaten kullanım konseptine de aykırıydı. Bu yönüyle de ters bir şey vardı. Ama benim için esas kırılma noktası konferansta da aktarmıştım, Diyarbakır'da, 1986 yılında pilotlara verilen bir brifingde oldu. Yaklaşık 100'e yakın pilota, Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı bir general brifing verdi. PKK'nin o zamanki kamplarının hava fotoğraflarıyla bize bir brifing sunuldu. Nerelerden geçiş oluyor, nerede eğitim yapılıyor, nerede kalıyorlar gibi… Sonra bir sorunuz var mı diye sordu general.

Kimse bir soru sormadı ama benim ordudan ne beklentim ne de korkum vardı. Dediğim gibi zaten 12 Eylül döneminde iki defa gözaltına alınıp sakıncalı ilan edilmişim. Dedim ki “Oradaki halk kimi destekliyor?” General dedi ki “Halk PKK'yi destekliyor.” Ben o zaman bu cevaptan da cesaret alarak dedim ki “O zaman biz boşa kürek çekmiyor muyuz? Betona buğday serpmişiz yeşerecek diye bekliyoruz. Kürt yoktur diyoruz. Ben dışarıda konuşulan dili anlamıyorum. Kürtçe yoktur diyoruz. Sokakta konuşan insanın dilini anlayamıyorum. Nasıl olacak bu iş?” General “Kürt yoktur demiyoruz” dedi. Oysaki Kenan Evren’in “Kürt yoktur” dediği dönem o dönem. İlk kez resmi olarak birinin ağzından duymuştum. Hatta şöyle devam etti aynı general “Devlet özür dilemez, devlet ben yanlış yaptım demez. Devlet taktik değiştirir, siyaset değiştirir. Ama genel strateji aynıdır.” Böyle bir konuşma olmuştu.

Evet sonra devlet bir taktik değişikliği yaptı ama bu bir siyaset değişikliği değildi. Kürt yoktur demedi. TRT 6'da Kürtçe yayına başladı. Ama vardır da demedi. Hala bilinmeyen bir dil deniyor mecliste. Çünkü o yanlış strateji üzerine kurulan hiçbir doğru, taktik de olsa başarıya ulaşmaz. Stratejinin kendisi yanlıştır. Strateji gerçeğe, eşyanın tabiatına uygun olduğudur. Şimdi devlet bu yönde bir adım attığı için bu kıymetli. Yoksa kimse AKP, MHP'den demokratikleşme beklemiyor. Ama devlet bu yanlışını görüp bir adım atıyorsa barış mümkün. Barış olduktan sonra da barışmak için de illa barışacağınız kişiyi sevmeniz gerekmiyor, kucaklaşmanız gerekmiyor. Savaşmaman gerekiyor sadece ve önemli olan bu.”

DEVLET BARIŞI TOPLUMDA BİR TALEP HALİNE GETİRMELİ

Bu tür etkinliklerin önemine değinen Bahadır Altan, devletin barışı toplumda bir talep haline getirmesi gerektiğini vurgulayarak, “Tüm bunların konuşulması çok kıymetli yaşananlardan dersler çıkartmanın başka yolu yok. Hiç hoş olmasa da bunları konuşmamız gerekiyor. Diyarbakır'da İHD’nin başardığı şey bunları yaşayanların bir araya getirilme çabasıydı. O anlamda çok kıymetli ve bir ilk oldu. Tabii kendi yaşadığı kötülükleri anlatma konusunda Kürtlerin o kadar çok deneyimi var ki. Her aileden en az bir kişi ya yaşamını kaybetmiş ya hapse girmiş ya kaybedilmiş, işkence görmüş ya da onlara tanık olmuş. Ama İHD'nin asıl hedeflediği -ben de İnsan Hakları Derneği üyesiyim- daha geniş şekliyle asker aileleriyle gerilla ailelerini buluşturmaktı. Burada tabii asker ailelerinin buluşması barışa giden yolun inşası açısından çok kıymetli olacaktı ama bu çok başarılamadı maalesef. Örneğin iki asker ailesi o konferansta olsa da yeterli değildi. 

Bir de şöyle bir durum var asker ailelerine devlet tarafından sunulan bazı imkanlar var. Ya ölen askerin kardeşlerine tazminatlar ödenmiş ya da maaşlar bağlanmış aileye. Tabii Kürtlerde böyle bir şey yok... Mesela 2015 yılında yeniden savaş alevlendiğinde Kamuran Erkaçmaz “Acının İki Yüzü” diye bir sergi yapmıştı Tophanede. Kamuran asker ve gerilla aileleriyle konuşarak onların fotoğrafları ve ses kayıtlarından oluşmuş bir sergi ortaya çıkarmıştı. İşte o sergide de yer alan üç asker ailesi gelecekti. Ancak bu aileler vazgeçti ve bir baba bana şunu söyledi: “Ben gelecektim ama yeğenlerim, sen bizim ekmeğimizle mi oynuyorsun, bizi işten mi artıracaksın dedi diye gelmedim.” Maalesef işin böyle de bir yanı var.

Barışı gerçekten isteyenler bunun için bir şeyler yapıyor. Konferanslar düzenleniyor, barışa çağrı yapıyor vs. Acı çekmiş insanlar acılarına rağmen barış barış diye seslerini yükseltiyor ama Türk tarafında, devlet tarafında böyle hiçbir çaba yok. Devlet adım atmalı derken de şunu belirtmek lazım, demokratik topluma doğru adımlar atmalı, demokrasi yönünde adımlar atmalı. Devletin barışı toplumda bir talep haline getirmek için adım atması lazım. Çünkü asıl barışacak olan toplum. Kürtler ve Türkler demokratik bir toplum olma yönünde birlikte bir irade ortaya koymadan barış olmaz. Çünkü toplumda her iki tarafta da yükselen bir öfke ve nefret var. Tabanda bir nefret bir öfke varken barış inşa edilmesi mümkün değil.

Mesela biz İzmir'de bir İzmir Barış Forumu kurduk. İzmir Barış Forumu'nun ilk buluşması çok da görkemli ve kalabalık oldu. Orada ben hava kuvvetlerindeyken dağda olan ve daha sonra 32 yıl mahpusluk çekmiş eski bir gerillayla kucaklaştık sahnede. Ve dedik ki; “Evet bu bir savaştı ve biz kucaklaşıyorsak kimseye laf düşmez.” Savaş ortadan kalktığında demokratik toplum inşa edebiliriz. Ama savaşırsak hiçbir ümit yok. Barışa giden bir yol yok, barışın kendisi bir yolculuk. Dolayısıyla demokratik toplumun kendisi bir yolculuk. Onurlu barışa giden uzun bir yol var. Bu yolda olmak lazım” diyerek konuşmasını sonlandırdı.